Nurer UĞURLU başkanlığında bir kurul tarafından hazırlanmıştır.
Dizgi - Yayımlayan:
Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık A.Ş.
Baskı: Çağdaş Matbaacılık ve Yayıncılık Ltd. Şti.
Mayıs 2000
Birkaç Söz: Falih Rıfkı Atay 7
Önsöz: Mustafa Baydar 9
1. Mustafa Kemal'in Ruşen Eşref'e
Verdiği Mülâkat 17
2. Mustafa Kemal'in General Harbord'a Verdiği
Mülâkat 24
3. United Press Muhabirine Verdiği Mülâkat 26
4. Ruşen Eşref'e Verdiği Mülâkat 29
5. Hakimiyet-i Milliye Muhabirine Verdiği
Mülâkat 32
6. Ahmet Emin'e Verdiği Mülâkat 41
7. Chicago Tribune Muhabirine Verdiği Mülâkat 60
8. Dail Mail Muhabirine Verdiği Mülâkat 62
9. Falih Rıfkı'ya Verdiği Mülâkat 64
10. Yakup Kadri'ye Verdiği Mülâkat 70
11. Celal Nuri'ye Verdiği Mülâkat 73
12. United Press Muhabirine Verdiği Mülâkat 75
13. Petit Parisien Muhabirine Verdiği Mülâkat 77
14. Hakkı Tarık'a Verdiği Mülâkat 83
15. Paul Herriot'ya Verdiği Mülâkat 86
16. İzmit'te İstanbul Gazetecilerine
Verdiği Mülâkat 89
17. İzmir'de Gazetecilere Verdiği Mülâkat 99
18. Ahmet Şükrü'ye Verdiği Mülâkat 102
19. Grace Ellison'a Verdiği Mülâkat 104
20. Maurice Pernot'ya Verdiği Mülâkat 106
21. Madame Titaina'ya Verdiği Mülâkat 112
22. Falih Rıfkı ile Mahmut Bey'e Verdiği
Mülâkat 115
23. Mc Artur'a Verdiği Mülâkat 125
24. Amerikalı Kadın Gazeteci Gladis Baker'e
Verdiği Mülâkat 128
25. Antonesco'ya Verdiği Mülâkat 130
Atatürk'ün yerli ve yabancı gazetecilerle mülâkatlarını toplayıp
neşreden Mustafa Baydar arkadaşımı tebrik ederim. Atatürk'ten hiçbir şey
kaybolmamalıdır.
Atatürk yalnız yaptıkları ile büyük değildir. İlk gençliğinden ölümüne
kadar söylediklerinin ve yazdıklarının hiç şaşmayan davacılığı ile örnek bir
idealisttir.
Atatürk ve Kemalizm için en cömert ve en temiz kaynak, yine kendi
söyledikleri ve yazdıklarıdır.
Daha nesiller boyunca her yeni doğan Türk çocuğunun ilk vazifesi
Atatürk'ü öğrenmektir.
Bu küçük kitap da Atatürk'ün öğrenilmesine hizmet edecektir.
Atatürk'ün Milli Mücadele sırasında ve bundan sonra yaptığı bütün
konuşmalarında her şeyden önce idealist bir dava adamının hiç şaşmayan inanı ve
azmi görülür. İlkin vatanın topraklarını hür ve bağımsız kılmak, sonra da
ulusun dimağını ve vicdanını.
Yerli ve yabancı yazarların Atatürk'le çeşitli tarihlerde yapmış
olduklarık onuşmaların bellibaşlılarından meydana gelmiş olan bu kitap
okunduğunda, O'nun ne büyük bir azim ve inan ile vatanı her bakımdan kurtarma
ve yükseltme davasına giriştiği kolayca anlaşılacaktır. Atatürk'ün birbirini
izleyen bütün sözlerinde daima daha ileriye doğru ölçülü ve yılmaz atılımlar
vardır. Şu değişmez bir gerçektir ki herhangi bir davaya ya da kişiliğe
bağlanmak, ancak onu iyice tanımakla ve anlamakla sürekli olabilir.
Muhtaç olduğumuz kurtarıcı
Onaltıncı yüzyıldan bu yana her bakımdan ilerleyen, kalkınan, yükselen
Batı dünyası karşısında aynı tempoda gerisin geriye giden ve her an biraz daha
çöken Osmanlı İmparatorluğu büyük çapta bir kurtarıcıya muhtaçtı. Bu kurtarıcı
yalnız vatanı dış düşmanlardan temizlemekle kalmayacak aynı zamanda ulusun
bünyesini için için kemiren sinsi mikropları da yok edecekti. Bize yalnızca
askeri değil, aynı zamanda medeniyet kahramanı da olan bir kurtarıcı lazımdı.
Ulus geç de olsa Mustafa Kemal'in kişiliğinde böyle büyük bir
kurtarıcıya kavuşmuştu.
Görünmeyen düşman
Görünen düşman bir kılıç darbesiyle yok edilebildi. Fakat ya görünmeyen
düşman... Her felaketimizin kaynağı bu değil mi idi? Ülkeler fetheden diri bir
milleti, hasta adam kılığına sokarak yere seren bu değil mi idi? Fırsatçı
düşmanları üzerimize saldırtan bu değil mi idi? Türk'ün itibarını hiçe indiren
ve medeniyet dünyasından ayıran bu değil mi idi?
Yüzyılların içimizde besleye besleye azmanlaştırdığı bu iç düşmana
saldırabilmek için ancak Atatürk olmalı idi.
Atatürk'ün giriştiği savaş
Atatürk, ulusu topyekün kurtarma savaşına giriştiği zaman ne yazık ki
tarih, yüzyıllardan beri Türk ulusunun ruhunda ve dimağında en olumsuz bir
biçimde dokusunu sımsıkı örmüştü. Bu dokudaki ölüm rengi hayat rengine
çevrilmeli, her türlü boğucu, çürütücü, yok edici iplikler, ferahlandırıcı,g
eliştirici ve var edici cinstekilerle değiştirilmeli idi.
Bu dokuyu yeni baştan dokumak... Bu dünyanın bütün medeni ve insani
bağlarıyla dokumak... Yıkılmakla olan Osmanlı İmparatorluğu'nun bütün
kurumlarını tamamıyla denecek şekilde tasfiye etmek ve bunların yerine Batı'nın
bilime ve gerçeğe dayanan kurumlarını almak. İşte Atatürk bu dev savaşa atıldı.
Atatürk'ün diktatörlüğü meselesi
Gerçeği açıkça söylemek gerekirse diyebiliriz ki, Atatürk
saltanatçılara, hilafetçilere, şeriatçılara karşı sert ve amansız davrandı.
Atatürk'ün zaman zaman sert hareket ve kararları olmuşsa bunun tek sebebi,
bundan sonra memlekette diktatörlüğün, keyfi idarenin bir daha hortlamaması,
tamamıyla tarihe gömülmesi kararıdır. Çünkü o, ilköğretim merhalesinden
geçmemiş bir topluma dayanan demokrasinin her zaman için teokrasiye ve
monarşiye kayarak soysuzlaşabileceğini gayet iyi biliyordu.
1908'de olumlu amaçlara yöneltilemeyen başıboş hürriyet, her türlü
serbestliği yok etmek isteyen bir canavar doğurdu: 31 Mart.
Verilen serbestlik, devrimleri, her türlü medeni ve ileri atılımları
yıkıcı bir hal almışsa onu dizginlememek, geri kuvvetlerin kıpırdanışına ve
gelişmesine göz yummak olur.
İşte Atatürk'ün geri kuvvetlere karşı sert ve amansız davranması,
binlerce şehit bahasına elde edilen parlak sonucu kaybetmemek kaygısından
doğmuştur.
Olağanüstü zamanlarda verilen olağanüstü kararlar bazen normal
zamanların mantığına uymayabilir. Çünkü normal zamanların mantığı ve hareket
tarzı ile olağanüstü olayları yürütmek çoğu zaman mümkün olamaz. Alınmış olan
sert kararlar, ancak olumlu ve ileri atılımların gerçekleşmesi için
kullanılmışsa hoş karşılanabilir. Atatürk'ün de en büyük amacı, teokratik ve
monarşik bir hükümet yerine laik ve demokrat bir hükümet kurmaktı.
Devrimlerimizin temeli: Laiklik
Atatürk çıkarcıların, cahillerin ve yobazların elinde bir kazanç aracı,
bir hurafeler, batıl inanışlar dolabı haline gelmiş, yüzyıllardır her türlü
ileri atılıma, ileri düşünceye engel olan dinin çürümüş, bozulmuş zavahiri ile
savaştı. Atatürk dinle değil, din adına oynanan trajedi ile din adına ulusu
medeniyet dünyasından ayıran, ulusu cahil bırakan, geri bırakan, yoksul bırakan
kafa ile düşünce ile inanışla savaştı.
Tanzimat'taki Islahat hareketleri niye başarılı olamadı! Çünkü
teokratik temel ve düzen üzerine Batı medeniyeti kurulmak istendi. Bu iki
karşıt kutup birbiriyle birleşemezdi, kaynaşamazdı. Tanzimat kurumlarında her
alandaki ikilik buradan geliyordu. İşe temeli temizlemekle başlamalı idi.
Atatürk'ün dediği gibi:
''Fikirler manasız, mantıksız safsatalarla dolu olursa, o fikirler
hastadır. Keza içtimai hayat, akıl ve mantıkla ilgisi olmayan faydasız ve
zararlı birtakım akideler ve ananelerle dolu olursa felce uğrar. Evvela fikir
ve içtimaiyat kuvvetlerinin kaynaklarını temizlemekle işe başlamak lazımdır.''
Başarılması gereken dava bu idi. Bu sebeple din ve dünya işlerinin
birbirinden ayrılması, dinin asla devlet ve dünya işlerine karıştırılmaması ve
herkesin inanışında serbest olması lazımdı. İşte laiklik bu idi ve hiç vakit
kaybetmeden devletin laik olması gerekti.
Bu bakımdan Cumhuriyet'in en büyük eseri laiklik devrimidir.
Cumhuriyetçilik, halkçılık, devletçilik, milliyetçilik, devrimcilik ancak laik
bir düşüncenin temelleri üzerinde yükselebilir.
''Bütün yurttaşların kanun karşısında eşit tutulması'' demek olan
halkçılık ancak laiklikle mümkündür. Çünkü içinde çeşitli dinlere bağlı
uyrukları toplayan bir devlet, din ve dünya işlerini tamamıyla birbirinden
ayırmayacak olursa, her din mensubu için ayrı ayrı kanunlar uygulamak zorunda
kalacaktır ki, bu durum, bütün fertlere kanun karşısında eşit muamele yapmayı
imkânsız kılacağı gibi devletin siyasi bütünlüğünü de tehlikeye düşürecektir.
''Memleketimizde geri kalmış hayat düzeninin tasfiyesi ve yerine ileri
medeniyet kurumlarının konması'' demek olan devrimcilik de ancak laiklikle
mümkündür. Ümmet zihniyetinin değişmez ve taşlaşmış akidelerine sıkı sıkıya
bağlı bir devlet nasıl olur da devrimci olabilirdi. Hangi kuvvet şer'i hukukun
yerine medeni hukuku getirebilir, harf devrimini, şapka devrimini yapabilir,
tekkeleri kapatabilirdi.
Yalnızca İslami bir milliyetçiliği kabul eden bir dinin etkisi altında
bulunan bir devlet, gerçek milliyetçiliği nasıl yer verebilirdi!
Bütün devrimlerimizin temeli olan laiklik zedelendiği anda, bu temel
üzerine kurulmuş olan bütün devrim düzenimiz büyük bir çöküntüye uğrayacaktır.
Sonuç olarak diyebiliriz ki, laiklik yani fikir ve vicdan hürriyeti,
bütün devrimlerimizin temeli, ruhu, özü, hatta kaynağıdır.
Laik olmayan bir devlet, demokrat olamaz. Çünkü demokrasinin ilk şartı,
fikir ve vicdan hürriyetidir.
Laik olmayan ulusun bağımsızlığının da bir anlamı yoktur. Çünkü bayrağı
hür, fakat fikir ve vicdan tutsak bir ulus, acınacak bir topluluktan başka bir
şey değildir.
Hele laik olmayan bir ulusun hürriyeti ise tartışma konusu bile olamaz.
Orada hürriyet, korkunç ve tehlikeli bir kelimeden başka bir şey değildir.
Şu halde memleketimizin selameti ve yürüdüğümüz olumlu yolların
korunması ve daha da ileriye götürülmesi adına, asla tavizde bulunmayacağımız
bir prensip varsa, o da laikliktir. Türk ulusunun hür ve bağımsız, medeni ve
ileri bir memleket olabilmesi, ancak bu prensibe sıkı sıkıya bağlı kalmasıyla
mümkündür.
Laiklik prensibinden şu ya da bu düşünce ile en küçük de olsa herhangi
bir sapmada bulunmak, memleketi uçuruma ve ölüme sürüklemek olur.
''Tanrı ile kulun arasına girilmez'' atasözümüz, laikliğin Türk
ruhundaki özlülüğünü ve köklülüğünü ne güzel belirtmektedir.
Atatürk konusunda aşırılık
Atatürk, ne el sürülemez, dokunulamaz bir tabu, ne üzerinde fikir
yürütülmesine cevaz verilmeyen kutsal kitap hükmünde bir varlık, ne bir veli,
ne de bir masal kahramanıdır. O, olayların zorlamasıyla, bu milletin bağrından
doğmuş bir hakikat adamıdır, bir vatan kahramanıdır. Bir ulusun yok olma
felaketini, var olma saadetine çeviren adamdır.
Tabiatta evrim, öncesiz ve sonrasız olduğuna göre Atatürk'ün bu ulusun
topyekün kurtuluşu yolunda kurduğu esaslar hiçbir zaman taşlaştırılamaz,
dondurulamaz. Bütün bu esaslar, üzerinde fikir yürütülme, tartışılma,
tamamlanma, ileriye götürülme, zamana ve geleceğe daha iyi uydurulma
ihtiyacındadır.
Bu bakımdan Atatürk, ne demokrasiyi ve devrimi anlamamış, yalnızca
şekil ve kabul devrimcilerinin putlaştırarak tapınacağı bir put, ne de
yobazların taassup kazmasıyla yıkmaya yeltenecekleri bir varlıktır.
Onu ilahlaştıran, putlaştıran, sözlerini ve yaptıklarını tartışılamaz hale
getiren aşırılıkla, resimlerini parçalayan, heykellerini kıran kötü davranışın
bir ortalama yolunu bulmak zorundayız.
Yetişen devrimci gençlik
Atatürk, ulusu yüzyıllardanberi kökleşmiş ve söküp atılması imkânsız
sanılan yersiz alışkanlıklardan, devrini tamamlamış inançlardan kurtarmak için
çok çalıştı. Bu davada yüzde yüz başarıya erişti denemez. Fakat yetişen aydın
ve devrimci gençlik, ulusu Atatürk'ün yolundan yürütecek kudrettedir.
Atatürk, düşmanını olduğu gibi tanıyan bir insandı. Siyasi düşmanlıkları
hiçbir vakit medeniyet düşmanlığına çevirmemiştir.
Kendileriyle savaştığı ulusların Avrupa'da Reform ve Rönesans
hareketlerinden sonra nasıl başdöndürücü bir hızla ilerlediklerini biliyordu.
Avrupa'nın üstünlüğünün sırrı, vicdanını ve aklını her türlü tutsaklıktan
kurtarmış olması idi. Atatürk bu sırrı, daha okul sıralarında iken sezmişti.
Atatürk'ün en büyük özelliği, her düşünce ve hareketinde daima ulusal
bilinci hakim kılması, gerçekleri kavraması, medeniyeti bir bütün olarak kabul
etmesi ve bunun temposuna milletini uydurmak istemesidir. İlerlemek isteyen
Doğulu bütün ulusların bizi örnek edinmeleri ve ilerlemiş medeni ulusların
devrimlerimizi beğenip övmeleri bundandır.
İleri ve geri kuvvetler savaşı
Halkımızın çoğunluğu devrimlerimizin şuuruna vardığı, devrimlerimiz
büyük ölçüde biçimden öze geçtiği anda medeniyet davamız halledilmiş olacaktır.
Hepimizin benimsediği dava bizim olur. Bizim olan dava yürür.
Bugün ileri ve geri kuvvetler savaş halindedir. Bu savaşta, zamanın
ileriye doğru akan coşkun seli ve gelişen olaylar ileri kuvvetleri muzaffer
kılacaktır. Zafer ileri kuvvetlerindir, aydınlığındır, gerçeğindir. Aklın ve
medeniyetin hâkimiyetine tahammül edemeyenler ya bir düşmanın hâkimiyetine
boyun eğecekler ya da yok olup gideceklerdir.
''İlk hedefiniz Akdeniz'dir, ileri!'' diyen Atatürk'ün ölmez ruhu bize
şöyle sesleniyor: ''Son hedefiniz, cihan medeniyetinin ön safıdır, ileri!''
Mustafa BAYDAR
1.
MUSTAFA KEMAL'İN RUŞEN EŞREF'E
VERDİĞİ MÜLÂKAT
''- Hayır efendim, düşünüyorum, size ne söyleyebilirim! Çünkü, bakın
bütün bu yığınlarla evrak hep o günlerin hatıralarını ihtiva ediyor.''
Dedim ki:
- Paşa Hazretleri! Şüphesiz ki Çanakkale Harbi bu memleketin
çocuklarındaki fedakârlığı, vatan toprağını yabancıya vermemek için bir saadete
koşar gibi ölüme atıldığını göstermek itibarıyla tarihimizde unutulmaz bir
kahramanlık merhalesi vücuda getirmiştir. O muharebelerin her gününe büyük bir
faaliyetle iştirak ettiniz. Vaziyeti tamamıyla biliyorsunuz... Kimbilir ne
kadar çok hatıranız vardır. İşte müsaade buyurursanız eğer, bugün zatıâlinizden
onları dinlemek için geldim.''
Dedi ki:
''- Benim kanaatime göre düşman ihraç teşebbüsünde bulunursa iki
noktadan teşebbüs ederdi: Biri Seddülbahir, diğeri Kocatepe civarı!.. Ve benim
nokta-i nazarıma göre düşmanı karaya çıkartmadan bu sahil parçalarını doğrudan
doğruya müdafaa etmek mümkündür. Binaenaleyh alaylarımı, böyle sahilden müdafaa
edecek surette yerleştirdim. Bu vaziyet takriben 1330... (1914).
... ... ... ...
İşte o günlerden birinde, on iki nisan sabahı idi ki Arıburnu'nda bir
hadise cereyan etmekte olduğu, işitilen gemi toplarının sesinden anlaşılmıştı.
Bütün fırka kıtaatının (kıtalarının) harekete hazırlık derecesi tezyit
edildi (arttırıldı). Bir taraftan Maydos Mıntıkası Kumandanlığı'ndan malumata
intizar etmekte (beklemekte) idim, diğer taraftan da ya kolordunun veya ordunun
emrine... Yalnız fırkanın süvari bölüğüne istihsali malûmat (bilgi edinmek)
için Kocaçimen istikametine hareket etmesi emrini verdim.
Öğleden evvel saat altı buçukta idi, Halil Sami Bey'den vürut eden
(gelen) bir raporla düşmanın Arıburnu sırtlarına çıktığı anlaşılıyor ve buna
karşı benden bir taburun mezkûr (adı geçen düşmana karşı sevki isteniyordu.
Gerek bu rapordan, Maltepe'de icra ettiğim hususî tarassudat (gözetlemeler) neticesinde
bende hâsıl olan kanaat-i kat'iyye (kesin kanaat), ötedenberi imâl-i
fikrettiğim (düşündüğüm) gibi, düşmanın Kabaktepe civarında mühim kuvvetle
çıkarma teşebbüsü, demek ki, vukubuluyordu. Binaenaleyh bu işin içinden bir
taburla çıkmanın mümkün olamayacağını, her halde evvelce tahmin ettiğim gibi
bütün fırkamla düşmana incizabın (yaklaşmanın) gayri kabiili içtinap
(kaçınılmaz) olduğunu takdir ediyordum.
Artık hiçbir şeye intizar etmeyerek (beklemeyerek) karargâhımın
bulunduğu Bigalı köyünde ikamet eden birinci piyade alayı ile cebel bataryasnın
derhal harekete geçmek üzere âmîde (hazır) bulundurulmaları, kumandanlarının da
emralmak üzere yanıma gelmelerini bildirdim.
Basit bir tertiple Bigalı deresi boyunca giden yol üzerinde alayı
bizzat yürüyüşe geçirerek Kocaçimen tepesine tevcih ettim (yönelttim). Bizzat
yol bulmak ve müfrezeyi oradan sevketmek suretiyle Kocaçimen tepesine muvasalat
edildi (ulaşıldı). Orada denizde bulunan gemilerden ve zırhlılardan başka
hiçbir şey göremedim. Düşmanın karaya çıkmış piyadesinin henüz oradan uzak
olduğunu anladım. Etraf o müşkül araziyi bilâ tevakkuf (durmakszın) kat'etmek
(yürümek) yüzünüden yorulmuş ve yürüyüş umku (derinliği) pek ziyade
derinleşmişti. Ala ve batarya kumandanına efradı tamamen toplayıp küçük bir
istirahat vermelerini söyledim. Denizden mestur (örtülü) olarak on dakika kadar
tevakkuf edecekler (duracaklar), sonra beni takip edeceklerdi. Ben de orada bir
Aptalgeçidi vardır, o Aptalgeçidi'nden Conkbayırı'na gidecektim. Yanımda
yaverim, emirzabitim ve sertabip ile oralarda tekrar bulduğumuz fırka cebel
topçu taburu kumandanı olduğu halde evvelâ atlı olarak yürümeye teşebbüs ettik,
fakat arazi müsait değildi. Hayvanları bıraktık, yaya olarak Conkbayırı'na
vardık.
Şimdi burada tesadüf ettiğimiz sahne en enteresan bir sahnedir. Ve
vak'anın en mühim ânı bence budur.''
Paşa tekrar bir sigara yakıyor ve birkaç yaprak daha çevirdikten sonra,
haritasını alıp şöyle izah ediyor:
Düşman bana benim askerimden daha yakın
''- Bu esnada Conkbayırı'nın cenubundaki (güneyindeki) 261 râkımlı
tepeden sahilin tarassut (gözetlenen) ve teminine memuren oralarda bulunan bir
müfreze efradının Conkbayırı'na doğru koşmakta, kaçmakta olduğunu gördüm. Size
şu muhavereyi aynen okuyacağım! Bizzat bu efradın önüne çıktım:
- Niçin kaçıyorsunuz! dedim.
- Efendim düşman! dediler.
- Nerede?
- İşte, diye 261 râkımlı tepeyi gösterdiler.
Filhakika düşmanın bir avcı hattı 261 râkımlı tepeye yaklaşmış ve
kemali serbestiyle (tam bir serbestlikle) ileriye doğru yürüyordu. Şimdi
vaziyeti düşünün: Ben kuvvetlerimi bırakmışım, efrat on dakika istirahat etsin
diye... Düşman da bu tepeye gelmiş... Demek ki düşman bana benim askerlerimden
daha yakın! Ve düşman benim bulunduğum yere gelse kuvvetlerim pek fena bir
vaziyete duçar (düşmüş) olacaktı. O zaman artık bunu, bilmiyorum, bir
muhakeme-i mantıkiye (mantıkî muhakeme) midir, yoksa sevk-i tabiî ile midir,
Kaçan efrada:
- Düşmandan kaçılmaz, dedim,
- Cephanemiz kalmadı, dediler,
- Cephaneniz yoksa, süngünüz var, dedim. Ve bağırarak bunlara süngü
taktırdım. Yere yatırdım. Aynı zamanda Conkbayarı'na doğru ilerlemekte olan
piyade alayı ile cebel bataryasının yetişebilen efradının ''marş marş''la benim
bulunduğum yere gelmeleri için yanımdaki emir zabitimi geriye saldırdım. Bu
efrat süngü takıp yere yatınca düşman efradı da yere yattı. Kazandığımız an bu
andır.''
Bir koca muharebenin ufacık bir lâhzaya bağlı olduğunu, hattâ bir
memleketin hayatının fena kullanılmış bir an yüzünden tehlikeye düşebileceğini,
burada olduğu gibi iyi kullanılmış bir anın ise bir muharebenin ve bir vatanın
mukadderatını iyileştireceğini o dakikayı görür gibi canlanmış bir ifade duymak
insanın tüylerini ürpertiyordu!
Mustafa Kemal Paşa dedi ki:
''- Kolun başında bulunan bölük yetişti. Bu bölüğe cephanesiz bölüğü
takviye ederek ateş açmasını emrettim. Yanıma gelmiş olan Alay 87 Tabur 2
kumandanı Yüzbaşı Ata Efendi'ye bütün taburlarıyla bu bölüğü takviye ederek 261
râkımlı tepe üzerinden düşmana taarruz etmesini emrettim. Cebel bataryasına
Suyatağı'nda mevzi aldırarak düşman piyadesi üzerine ateş açtırdım. Bundan
sonra idi ki alay kumandanına bütün alayı ile benim tevcih ettiğim
istikametlerde düşmana tararuz etmesini emrettim.''
18 Nisan
''- Yirmi dört saatten beri devam eden muharebe askerin pek ziyade
yorgunluğunu mucip olmuştu. Onun için verdiğim bir emirle taarruzu kestim.
Fakat kazanılmış olan hattı, tahkim etmekten (sağlamlaştırmaktan) orada
mıhlanıp kalmaktan başka vatanı kurtaracak çare yoktu. Binaenaleyh, lâzım gelen
emri verdim.''
Kıymetli bir harp tarihi vesikası olmak üzere bu emrin son sözlerini
aldım. Diyor ki:
''Benimle beraber burada muharebe eden bilcümle askerler kat'iyyen
bilmelidir ki uhdemize tevdi edilen (omuzlarımıza yüklenen) namus vazifesini
tamamen ifa etmek içni bir adım geri gitmek yoktur. Hâb-ü istirahat (uyku ve
dinlenme) aramanın, bu istirahattan yalnız bizim değil, bütün milletimizin
ebediyyen mahrum kalmasına sebebiyet verebileceğini cümlenize hatırlatırım.
Bütün arkadaşlarımın hemfikir olduklarına ve düşmanı tamamen denize dökmedikçe
yorgunluk âsarı (emareleri) göstermeyeceklerine şüphe yoktur.''
Çanakkale'yi kurtaran ruh
Paşa Çanakkale'deki kahramanlık sahnelerini anlatmaya devam ediyor:
''- Biz ferdi kahramanlık sahneleriyle meşgul olmuyoruz. Yalnız size
Bombasırtı vak'asını anlatmadan geçemeyeceğim. Mütekabil (karşılıklı) siperler
arasında mesafemiz sekiz metre, yani ölüm muhakkak, muhakkak... Birinci
siperdekiler, hiçbiri kurtulmamacasına kâmilen düşüyor, ikinciler onların
yerine gidiyor. Fakat ne kadar şayan-ı gıpta (imrenilecek) bir itidal ve tevekkülle
(kendini bırakma ile) biliyor musunuz? Öleni görüyor, üç dakikaya kadar
öleceğini biliyor, hiç ufak bir fütur (bezginlik) bile getirmiyor; sarsılmak
yok! okumak bilenler ellerinde Kur'an-ı Kerim, cennete girmeye hazırlanıyorlar.
Bilmeyenler kelime-i şehadet çekerek yürüyorlar. Bu, Türk askerindeki ruh
kuvvetini gösteren şayan-ı hayret ve tebrik bir misaldir. Emin olmalısınız ki
Çanakkale muharebesini kazandıran, bu yüksek ruhtur.''
Parçalanan saat kurtulan kahraman
''- Ortalık açıldıktan sonra idi ki, düşman hakikaten Conkbayırı'nı
cehenneme çevirmişti. Denizden, karadan büyük çaplı topların muhtelif cinste
mermileri Conkbayırı semasında abitmez tükenmez yıldırımlar vücude
getiriyordu.''
Buraya kadar muhaveremizi, sâkin bir vaziyette dinleyen yüzbaşı Cevat
Bey, Paşa'nın yâveri, kalın, sertliği hoşa giden bir sesle:
''- Bu şarapnel misketlerinden bir tanesi de Paşa'nın göğsünü
okşamıştı!'' dedi.
Nasıl? dedim.
''- Bulunduğumuz yer tamamen muhacimlerin (hücum edenlerin) arası idi.
Paşa da ilerleyen efradımızı seyrederken, göğsüne bir şeyin gayet kuvvetle
çarptığını duymuştu.''
''- Evet, sağ tarafta ceketimde bir kurşun yeri gördüm. Yanımda bulunan
zabit (şimdi Kütahya Mebusu M. Nuri Bey): ''Efendim, vuruldunuz'' dedi. Ben
böyle bir söz şuyu bulursa (yayılırsa) askerlerimizin kuvve-i mâneviyesi
üzerinde yapacağı tesiri düşündüm. Elimle zabitin ağzını kapadım.
''Sus'' dedim.
Cevat Bey devamla:
''- Bir şaranel misketi göğsünün sağ tarafına tam saatinin bulunduğu
cebe isabet etmişti. Saat parça parça oldu. Fakat o darbe Paşa'nın göğsünde
hafif bir leke bırakmaktan başka ileri geçememiştir'' dedi.
- Pekiyi, siz bu yaranızla uğraştığınız esnada askerleriniz ne
yapıyordu? Hücuma devam ediyor mu idi?
''- Tabii. O kahramanlar, başlarında fedakâr zabitleri olduğu halde
gayr-i kabil-i tevkif (durdurulamaz) savletleriyle (saldırışlarıyla) ilk düşman
hattını bire kadar boğdular. Bundan başka önlerine tesadüf eden, imdada gelen
bütün düşman kıtalarını perişan ettiler. Hattâ bizim münferit aksamımız
(kısımlarımız) boş buldukları istikametlerden denize kadar gitmişlerdir.''
RUŞEN EŞREF
(Anafartalar Kumandanı Mustafa Kemal ile Mülâkat'tan: İstanbul
Matbaası, 1930).
2.
MUSTAFA KEMAL'İN GENERAL HARBORD'A VERDİĞİ MÜLÂKAT
Birinci Cihan Harbi'nde, General Pershing'in kurmay başkanı bulunan
General Harbord 1919 Eylülünde Sivas'a gelir ve burada Mustfa Kemal'le görüşür,
General bir hayli konuştuktan sonra sözlerine şunları ekler:
''- Ben bu vazifeye getirildiğim zaman Türk tarihini okudum. Gördüm ki
milletiniz büyük ordular hazırlamış, büyük kumandanlar yetiştirmiştir. Bunu
yapan bir millet, mutlâka bir medeniyet sahibi olmalıdır. Bunu takdir ederim.
Fakat bugünkü vaziyetimize bakalım. Başta Almanya olmak üzere dört
müttefiktiniz. Dört sene muharebe ettiniz, neticede mağlûp oldunuz. Dördünüz
bir arada yapamadığınız bir şeyi, bu vaziyetimizde tek başınıza yapmayı nasıl
düşünebilirsiniz? Fertlerin intihar ettiğini vakit vakit görürüz. Şimdi de bir
milletin intiharına mı şahit olacağız!
Atatürk, büyük bir heyecan içinde bu sözlere aşağıdaki cevabı
vermişler:
''- Generale teşekkür ederim. Tarihimizi okumuş, milletimizin büyük
ordular, büyük kumandanlar yetiştirdiğini, bunun için milletimizin bir
medeniyete sahip olması lâzım geleceğini takdir ve kabul ediyor. Fakat şunu
bilmesini isterim ki biz, emperyalistlerin pençesine düşen bir kuş gibi
tedrici, sefil bir ölüme mahkûm olmaktan ise babalarımızın oğlu sıfatıyla
vuruşa vuruşa ölmeği tercih ediyoruz.''
Atatürk, bu son sözleri söylerken, avucu ile, bir pençeye düşmüş bir
kuş işareti yapıyor ve avucunu sıkarak tedrici ve sefil ölümün şeklini
gösteriyor.
Harbord, ve arkadaşları sessizce ayağa kalkıyorlar:
''- Biz de olsak öyle yapardık...
Diyorlar ve Atatürk'le arkadaşlarının elini sessizce sıkarak oradan
uzaklaşıyorlar.
(Vatan'dan, 10 Kasım 1952)
3.
MUSTAFA KEMAL'İN ''UNİTED PRESS''
MUHABİRİNE TELGRAFLA VERDİĞİ MÜLÂKAT
Amerika ve Avrupa'da kırk, elli milyon okuyucusu olan bin ikiyüz
gazeteye telgraf havadisi veren United Press'in Roma'daki mümessili genel
merkezinden aldığı emir üzerine aşağıdaki soruları Türkiye Büyük Millet Meclisi
Reisi Mustafa Kemal Paşa'ya telgrafla sormuş ve yine telgrafla aşağıdaki
cevapları almıştır.
- Zat-ı devletleri, İzmir meselesinin suret-i muslihanede (barış yolu
ile) halli için yeni Yunan hükûmeti ile doğrudan doğruya veyahut müttefiklerin
veya Amerika'nın vesatetiyle (aracılığıyla) müzakerata girişmeyi arzu buyuruyor
musunuz?
''- İzmir minküllil vücuh (her yönü ile) Türk memleketidir, Anadolu'nun
lâyenfek (ayrılmaz) bir cüz'üdür (parçasıdır).
Kan dökmeğe taraftar olmayan milletimiz hakkı teslim ve vatanı derhal
tahliye edildiği takdirde sulh ve müsalemet müzakeratına hazırdır. Bu
müzakeratın doğrudan doğruya Yunan hükûmetiyle icrasını tercih ederiz.
Amerika'nın tavassut-ı hayırhaha (iyi niyetli aracılığı) ve
insaniyetkâranesini dahi memnuniyetle karşılarız.''
- Sévres ahidnamesinin tâdili hakkında Türk milliyetperverlerinin
fikirleri nedir? Muahede-i mezkûrede ne gibi tadilât yapılmasını arzu
ediyorlar!
''- İstiklâl-i siyasî (siyasî istiklâl) adlî, iktisadî ve malîmizi
imhaya (yok etmeğe) ve binnetice hakkı hayatımızı (hayat hakkımızı) inkâr ve
iptale (hükümsüz kılmaya) matuf (yöneltilmiş) olan Sévres ahidnamesi bizce
mevcut değildir. Levazım-ı istiklâl ve hâkimiyetimizi temin edecek bir sulhun
akdi muhbe-i âmâlimizdir (emellerimizin en kutsalıdır.)''
- Sizinle Yunanlılar arasında hâb-i sulhun (barış halinin) teessüsü
kabil olduğu takdirde Yunanistan'a karşı takip edeceğimiz siyaset ne olacaktır!
''- Yunanlıların Türkiye'ye tallûk eden âmâl-i istilâcûyânelerine
(istilâcı emellerine) hitam vermeleri şartıyla tarafımızdan takip edilerek
siyasetin en hakiki dostluk esasına müstenit olacağına şüphe etmeyiniz.''
- İngiltere Karadeniz ve Akdeniz boğazlarını bırakmak istemediğinden
dolayı İstanbul meselesinin halli için ne gibi tâdilat kabul edeceksiniz!
''- İstanbul kemakân (olduğu gibi) bilâ kayd ü şart (kayıtsız ve
şartsız) Türk hâkimiyeti altında olmak ve emniyeti mahfuz kalmak şartlarıyla
Karadeniz ve Çanakkale boğazlarında serbesti-i seyr ü sefer şeraiti tayin
olunabilir.''
- Türk milliyetperverlerinin Amerika hakkındaki fikirleri nedir?
''- Türkiye halkı Amerika'yı hayırhah ve insaniyetperver ve müdafi-i
hürriyet (hürriyet koruyucusu) evsafiyle (vasıflarıyla) tanır. Memleketimiz
dahilinde deruhte ettiğimiz medeni ve umranperverâne (bayındırlık yolunda)
mesaide Amerika menabiinden (kaynaklarından) âzami surette istifade etmeği
temenni ederiz.''
- İstikbalde ne gibi bir siyaset takip edeceksiniz?
''- Memleketimiz haraptır; milletimiz fakirdir, maarifimiz dûndur
(aşağı seviyededir), iktisadiyatımız zayıftır. Memleketimizi imar ve
milletimizi tenvir (aydınlatma) ve terfih (refaha kavuşturma) yegâne ve kat'i
emelimizdir. Binaenaleyh sulh ve sükûn içinde mesai-i ciddiye-i medeniyeye
(medeniyetin ciddî çalışmalarına) muhtacız. Siyaset-i müstakbelemiz
(gelecekteki politikamız) bu ihtiyaçları tatmine (karşılamaya) matuf
(yöneltilmiş) olacaktır.''
(Hâkimiyet-i Milliye'den: 17 Ocak 1921)
4.
MUSTAFA KEMAL'İN RUŞEN EŞREF'E
VERDİĞİ MÜLÂKAT
Millî hareket bir kuvvetli ışık gibi son günlerde en uzak ve en anut
(inatçı) bedbin (kötümser) gözleri de kamaştırmaya başladı. Anadolu
yaylâlarından ve dağlarından bu milletin bekası uğruna çıkan ses, içinden
pazarlıklı düşmanlarca gayesiz ve şahsî bir isyan gibi görülmekte idi!
Fakat eski sözlerinin bühtan (iftira) olduğunu bu son davetleriyle yine
kendileri ilân ediyorlar:
Lüzumlu sebatının semerelerini görmeğe başlayan Büyük Millet Meclisi
uzun sây (çalışma) ve galeyanı arasında bir inşirah (ferahlama) saati
geçirmekte olsa gerektir. Bu inşirahı tevlit eden (doğuran) vaziyet hakkındaki
fikirlerini öğrenmek üzere reisleri Mustafa Kemal Paşa hazretlerinden bir
mülâkat rica ettim.
Paşa'nın şehir gürültülerinden uzak büyük ve düz mesafeler ortasında
kâin (bulunan) ikametgâhı sade, sâkin... İsmini ve harekâtını bütün dünyanın
merak, tecessüs, muhabbet, hırs, menfaat, muhaleset (dostluk) gibi mutezat
(zıt) fakat alâkadar hislerle takip ettiği zata yazı odasında mülâki oldum.
Basit bir yazı masasının önünde, seryâverinin bir mesele hakkındaki izahatını
dinliyordu.
''- Ne öğrenmek arzu ediyorsunuz?''
Diye sordu.
- Vaziyet-i umumiyemizi nasıl görüyorsunuz efendim? dedim.
Şöyle cevap verdi:
''- Vaziyet-i dahiliyemizdeki (iç durumumuzdaki) salâh (iyilik) ve
salâbet (sağlamlık) sayesinde cihanın vaziyet-i umumiyesi her gün daha fazla
lehimize inkişaf etmektedir. Bu inkişafattan, milletimizin bekasını ve
istiklâlini temin edecek maddî netaciyin (sonuçların) istihracı (çıkarılması)
zamanını pek uzak görmüyorum.''
- 21 Şubatta Londra'da inikat edeceğini (toplanacağını) öğrendiğimiz
konferans karşısında vaziyetimiz ne olacaktır?
''- Türkiye Büyük Millet Meclisi memleketimizi parçalanmaktan,
istiklâlimizi ihlâl eylemekten (bozmaktan) tamamen mahfuz (korunmuş) ve masum
(sakınmış) bulundurmak gayesini mutlaka silâhla, kan dökerek istihsal etmeye
heveskâr ve hahişker (arzulu) değildir. Gayr-i kabil-i tebeddül (değişmez) olan
millî maksadı temin edecek bir sulhu kemal-i memnuniyetle karşılar. Buna
binaen, İtilâf devletleri Türkiye meselesini, mevzuu bahsolan Londra
Konferansı'nda ciddiyet ve samimiyetle halletmek istedikleri takdirde
karşılarında bütün millet ve memleketi hakikî salâhiyetle temsil eden meşru
muhatapları bulabilmeleri için Türkiye Büyük Millet Meclisi, Londra'ya
müteveccihen (doğru) bir heyetini yola çıkarmak üzeredir.''
- Rusya Sovyet Cumhuriyeti'yle mevcut münasebetimiz ne haldedir?
- Ruslarla mevcut dostluğumuz daima hüsn-ü halde devam etmektedir.
Moskova'da inikat etmek (toplanacak) üzere olan konferansta hazır bulunacak
heyet-i murahhasamız (murahhas heyetimiz) tahminine göre Moskova'ya vâsıl olmak
üzeredir. Bu konferansta bütün Kafkas mesailini (meselelerini) millet ve
memleketimizin menafiine (menfaatlerine) mutabık (uygun) bir surette halli
kat'iye (kesin hal çaresine) iktiran ettirebileceğimizi (ulaştırabileceğimizi)
ve Rus Sovyet Cumhuriyeti'yle Türkiye arasında mevcut muhadeneti (dostluğu)
maddî esaslarla tarsin edeceğimizi (kuvvetlendireceğimizi) kaviyyen (kuvvetle)
ümit ediyorum.''
- Komünizm ile Rus dostluğu esasat (esasları) arasında bir münasebet
var mıdır?
''- Komünizm içtimaî bir meseledir. Memleketimizin hâli, memleketimizin
içtimaî şeraiti, dini ve millî ananelerinin kuvveti Rusya'daki komünizmin bizce
tatbikine müsait olmadığı kanaatini teyit eder (doğrular) bir mahiyettedir. Son
zamanlarda memleketimizde komünizm esasatı üzerine teşekkül eden fırkalar da bu
hakikatı bittecrübe idrâk ederek tatil-i faaliyet lüzumuna kani olmuşlardır.
Hattâ bizzat Rusların müttefikleri dahi bizim için bu hakikatin subutuna
(gerçeğin belirmesine) kail (inanmış) bulunuyorlar. Binaenaleyh bizim Ruslarla
olan münasebet ve muhadenetimiz ancak iki müstakil devletin ittihat ve ittifak
esaslariyle alâkadardır.''
- Londra konferansına iştirakimiz Moskova konferansına ne türlü tesir
icra edebilir?
''- Londra konferansına iştirâkten maksat, milli gaye ve esaslarımız
dairesinde millet ve memleketimizin menfaatini temin ederek sulh ve sükûn-ı
cihanın (cihanın sükûnunun) iadesine hizmet etmektir.'
'RUŞEN EŞREF
(Hâkimiyet-i Milliye'den: 6 Şubat 1921)
5.
MUSTAFA KEMAL'İN ''HÂKİMİYET-İ MİLLİYE'' MUHABİRİNE VERDİĞİ MÜLÂKAT
''Hürriyet ve istiklâl benim karakterimdir.''
- Paşa hazretleri, yarın nisanın yirmi üçü... Büyük Millet Meclisi'ni
geçen sene bugün açmıştınız. Bu tarihin çok büyük kıymeti var; ve bu tarih,
mazi-i millîmizin (ulusal geçmişimizin) en kıymetli bir hatırası olacak, bu
münasebetle bazı sualler sormama müsaade buyurulur mu!
''- Ne sormak istiyorsunuz?''
- Geçen 23 Nisan, Meclisin ilk yevm-i küşadına (açılış gününe) ait
hatırat ve ihtisasatınızı (duygularınızı) sormak istiyorum, Paşa hazretleri. Bu
hatırat ve ihtisasat tarih-i millîmiz için çok kıymetlidir.
''- Peki izah edeyim.''
Mustafa Kemal Paşa koltuğuna gömüldü, birkaç dakika düşündü,
sigarasından pencereye doğru giden helezonî dumanları bir müddet gözleriyle
sakitane (sessizce) takip etti ve hatıratını ağır ağır şöyle anlattı:
''- 16 Mart vak'a-i feciası (yürekler acısı olay) üzerine artık
İstanbul'a büsbütün kement'' vurulmuş, millet ve memleket başsız kalmıştı. Onun
istiklâlini düşünmek ve kurtarmak için Ankara'da millî bir Meclis toplamak
lâzım geldi. Bu kanaat üzerine lâzım gelen çarelere tevessül ettik (giriştik).
Böylece geçen Nisan evasıtında (ortalarında) milletvekilleri Ankara'da
toplanmağa başladı. Ancak memleket vâsi (geniş) ve vesait-i münakalesi mahduttu
(ulaşım araçları sınırlıydı). Bunun için vekillerin muvasalatı daima teahhura
(gecikmeye) uğruyor ve bu teahhur beni tâzip ediyordu (üzüyordu).
Bu azap içinde bütün rüfekay-ı mesaim (çalışma arkadaşlarım) ile gece
gündüz bilâ ârâm (dinlenmeksizin) çalışarak vaziyete ait çareleri düşünüp
tatbik ile meşgul oluyordum. O esnada dahilde halkın efkârını tesmim etmek
(zehirlemek) ve hariçte efkâr-ı umumiye-i cihanı (cihanın kamu oyunu) teşviş
eylemek (karıştırmak) maksadiyla çalışanların kulandıkları vasıtalardan birisi
de doğrudan doğruya benim şahsiyetim idi. Memleketimizdeki millî heyecanı,
hakkı ve istiklâli müdafaa uğrunda gösterdiği kaabiliyet-i hayatiyeti (yaşama
gücünü) inkâr için bu kimseler, bütün hücumlarını bana tevcih ediyorlardı
(yöneltiyorlardı). Gerek millete ve gerek İstanbul'daki hükümete resmen
diyorlardı ki: ''Mustafa Kemal'i tanımayınız; Mustafa Kemal'e emniyet ve itimat
etmeyiniz. İtilâf devletlerinin Türkiye'ye karşı gösterdiği şiddet, onun
yüzündendir.'' Onlar böyle söylüyorlar.
Ve ben bertaraf edildiğim takdirde, millet ve memleketin hariçten her
türlü dostluğu ve iyiliği göreceğini ileri sürüyorlar, efkârı bu suretle iğfale
(yanıltmaya) çalışıyorlardı. Ben, bu teşebbüste ne kadar zehirli, fakat
mâhirane bir kasıt olduğunu bütün vüzuhiyle (açıklığı ile) görüyordum. Ancak
milletimin üstüne konan tazyik ve esaret yükünün benim yüzümden ileri geldiğini
düşünebilecekleri tevehhümden (kuruntudan) kurtarmak için, o güne kadar ihdas
edilen (meydana getirilen) vaziyet-i tarihiyenin ve bu vaziyetin o günden
sonraki safahatına (safhalarına) ait mesuliyeti diğer bir arkadaşa tevdi ederek
(yükleyerek) köşe-i nisyan (unutulma köşesi) ve inzivaya (yalnızlığa)
çekilmenin muvafık olacağını düşündüm ve bu fikrimi o zamanlar temasımda bulunan
rüfekay-ı mesaimin kâffesine açık ve kat'î bir lisanla bildirdim. Fakat
rüfekam, böyle bir hareketin düşmanın niyat (niyetleri) ve arzusunu terviçten
(kabul etmekten) başka semere vermeyeceği iddiasında bulundular.
Dahilî isyan ateşi Ankara kapılarına kadar takarrüp etmekte
(yaklaşmakta) idi. Vaziyetin vehameti (kötülüğü) mes'uliyetin azameti tedhiş
edici (dehşet verici) bir mahiyette idi. Bu vaziyet karşısında şöyle düşündüm:
Hâdis olan (meydana gelen) vaziyetten her ne mülâhaza (düşünceye) mebni olursa
olsun (dayanırsa dayansın) çekilmek iki suretle tefsir olunabilirdi. Birincisi
tutulan işde nevmîdiye (umutsuzluğa) düşmüş olmak, ikincisi tutulan işin
sıklet-i mes'uliyetine (sorumluluk yüküne) tahammül edememek. Filhakika bu gibi
yanlış zehaplar (sanmalar) hem maksad-ı mukaddesi rahnedar edebilir (gedik
açabilir), hem de bu maksat etrafında toplanan kuvvetleri inhilâle (dağılmaya)
uğratırdı. Binaenaleyh arkadaşlarımın samimiyetine, milletimin azim ve imanına
ve düşmanlarımızı evvel ve âhir itiraf-ı acze mecbur edeceği hakkındaki kat'î
kanaatime ve Allah'ın tevkifine istinaden kemafissabık (geçmişte olduğu gibi)
sonuna kadar mücahede-i millîyemizin şahsıma tahmil ettiği (yüklediği),
vazife-i namus ve vicdanı ifade devahıma karar verdim. Ve artık harekât-ı
umumiyenin bir şekl-i kanunide tedvirine (idaresine) başlamak gününün daha
ziyade teahhura (gecikmeye) da müsaadesi kalmadığından 336 (1920) senesinin
Nisan 23'üncü günü Meclisin kürşadı (açılışı) münasip görüldü.
İşte 23 Nisan cuma günü, öğleden sonra takriben saat ikide Meclis
binasının kapısından girerken, günlerden ve gecelerden beri bütün mevcudiyetimi
işgal eden bu efkâr ve ihtilis salonunu dolduran milletvekillerinin emniyet ve
itimad-ı nazarla (güvenli bakışlarla) bana mütevecih (yönelmiş) olduklarını
gördüğüm zaman teşebbüsatımızın milletin âmaline (emellerine) tamamen
tevafukunu (uygunluğunu) bir kere daha idrâk ettim (anladım). Ve artık benimle
fikir ve emelde müşterek milletin fikir ve emelini tamamen temsil eden bu kadar
arkadaşla beraber çalışacağımdan mütevellit (doğan), büyük bir bahtiyarlık
hisseyledim.''
- Paşa hazretleri, Türk milletinin bütün âleme gösterdiği bu necip ve
asîl mukavemet fikri, zât-ı devletlerine nasıl layih oldu (belirdi, parıldadı?)
Mukavemete ait ilk düşüncelerinizi sormama müsaade buyurulur mu?
''- Hürriyet ve istiklâl benim karakterimdir. Ben milletimin ve büyük
ecdadımın en kıymetlî mefrûsatından (miraslarından) olan aşk-ı istiklâl ile
meftur (dolu) bir adamım. Çocukluğumdan bugüne kadar ailevî ve hususî ve resmî
hayatımın her safhasına yakından vâkıf olanlarca bu aşkım malûmdur. Bence bir
millette şerefin, haysiyetin, namusun ve insanlığın vücut ve beka bulabilmesi
mutlaka o milletin hürriyet ve istiklâline sahip olmasıyla kaimdir. Ben şahsen
bu saydığım evsafa çok ehemmiyet veririm ve bu evsafın kendimde mevcudiyetini
iddia edebilmek için milletin de aynı evsaf ile muttasıf (nitelenmiş) olmasını
şart-ı esas (esas şart) bilirim. Ben yaşayabilmek için mutlaka müstakil bir
milletin evlâdı kalmalıyım. Bu sebeple millî istiklâl bence bir hayat
meselesidir. Millet ve memleketin menafil (menfaatleri) icap ettirdiği takdirde
beşeriyeti teşkil eden milletlerden her biriyle medeniyet mukteziyatından
(icaplarından, gereğince) olan dostluk, siyaset münasebatını büyük bir hassasiyetle
takdir ederim. Ancak benim milletimi esir etmek isteyen herhangi bir milletin
de bu arzusundan sarf-ı nazar edinceye kadar bîaman (amansız) düşmanıyım.
Meselâ: Harb-ı Umumî küre-i arz (dünya) üzerinde infilâk ettiği zaman
vaziyet-i coğrafiye, vekayi-i tarihiye ve muvazenet-i siyasiyenin icbarları
(zorlamaları) karşısında muhafaza-i bîtarafîye (tarafsızlığı korumaya) adem-i
imkân (imkân olmaması) yüzünden Almanların bulunduğu zümreye dahil olduk.
Almanlarla dost olduk. Almanlar memleketimize, ordumuza ve hükûmetimize kadar
girdiler. Bunların hepsini hoş gördük. Fakat Almanlardan bazıları haysiyet ve
istiklâlimizi muhil (bozucu) vaz'u tavır almağa başladıkları dakikada en evvel
ve hemen hiçbir kayıt ve şarta bakmaksızın ruhan ve hattâ fiilen isyan ettim.
Bu isyanım yüzünden idi ki Harb-i Umumînin cereyanı içinde bir seneye yakın bir
zaman bu hareketimin mürevvici olmayanlarla muhalif ve muhasım vaziyette
kaldım. Bilâhare hasbelicap (gerektiği için) tekrar Suriye'de kabul ettiğim
kumanda, harbin son günlerine tesadüf etti. Harbin idamesine taraftar olmadığım
gibi harbin her fırsattan bilistifade hitama (sona) erdirilmesi lüzumuna da
kani bulunuyordum ve bu kanaatimi hususî ve resmî beyandan hâli (uzak)
kalmamıştım. Netice-i harbin bizim için elemli olacağını tahmin ediyordum.
Fakat İngilizlerin, Fransızların, İtalyanların bizim için elemli olabilecek
olan bu neticeyi, memleketimizi parçalamak ve milletimizi terzil ve tahkir
ederek (hakarette bulanarak) hayvanat-ı vahşiye sürüsü haline sokmaya çalışacak
kadar ileri götüreceklerini düşünemiyordum. Her halde mağlûp olursak cezasız ve
zararsız bırakılmayacağımıza şüphe etmiyordum. Fakat insaniyet, medeniyet ve
adalet düsturlarının (kurallarının) müdafii olmakla tanınan bu milletlerin
hükûmet adamları, ne zihniyet ve fıtratta (yaradılışta) olurlarsa olsunlar her
halde Türkiye'nin ve Türkiye halkının tarihini, haysiyet ve mevcudiyetini
istiklâlini yıkmak gibi vâhi (boş) bir teşebbüse girişmeyeceklerini
zannediyordum. Mütareke münasebetiyle Yıldırım Orduları Grubu Kumandanı olarak
bulunduğum Adana'dan ayrılıp İstanbul'a geldiğim zaman mütarekenamenin
tatbikatına ve onu takip edecek sulhün şeraitine müteallik mülâhazatımda
(düşüncelerimde) âmil ve müessir olan fikir ve kanaatler böyle idi. İstanbul'da
İngiliz, Fransız ve İtalyan rical-i siyasiye ve askeriyesinden bazılarıyla
vukubulan münasebet ve mülâkatlarımda da daima samimiyetle bu fikirleri
söylüyor ve diyordum ki: ''Harbe girmek ve harbe girdikten sonra müttefikin
(müttefikler) zümresine dahil olmak bizim için zarurî idi. Çünkü bitaraf
bırakmazdınız. Çar Rusyası sizin tarafta idi. Mağlûbeyiten tabii olan icabatı
elbette mevzuubahs olur. Fakat milleti istiklâlinden mahrum ederek imha etmek,
hiç bir vakit bu icabattan addolunamaz.''
Bütün bu temaslar, bende hayret ve istiğrap (tuhaf bulma) ile bir
hakikati inkişaf ettiriyordu. Dinlediğim samimiyetsiz sözlerde gizlenen bu
hakikat, düşmanların bizi behemehal imhaya karar vermiş olmaları idi. İtilâf
memurlarının, zabitlerinin, askerlerinin İstanbul'da en büyük müesesat (kurum)
ve mahafilden sokaklara kadar, her yerdeki tavır ve hareketleri, tecavüzleri,
tahkirleri dahi keşfettiğim bu hakikati teyit eden (kuvvetlendiren) bir delil
oluyordu. Bu hakikate, herkesin gözü önünde cereyan eden bu tecavüzat ve
tahkirata karşı koca İstanbul içinde Padişahından, rical-i hükûmetten,
kumandanlarından, zabitlerinden en son neferine ve ferdine kadar bir buçuk
milyon can; toplu, tüfekli, zırhlı, kırılması müşkül ve kalın zincirlerle
sımsıkı bağlandıklarını anlamaksızın, mebhut (hayret içinde) ve mütevekkil
duruyordu. Ben de bu zincirlerle muhat (çevrili) ve kendime hemdert (dert
ortağı) aramakla meşgul idim. O mebhut ve mütevekkil kütleler içinde zaman
zaman müteşebbis görünen insanlar farkediyordum. Bunlar fenalığı aleıtlak
(genel olarak) hissediyorlar ve ona çaresaz olmak (çare bulmak) istiyorlardı.
Fakat nokta-i istinatlarını (dayanma noktalarını) yine İstanbul kavafil-i
surunun (sur kafilesinin) içindeki kütlede aradıklarını görüyordum. Lâyuad
(sayısız) programlar ve bu programların etrafında zincirbend-i esaret (esaret
zincirine bağlanmış) olduklarının fâriki bulunmayan (farkında olmayan) yine o
insanlar, zümreler, fırkalar, cemiyetler, gruplar...
Bütün bu teşekküllerin istikameti benim ruhumdaki tecelli ile tamamen
tezat teşkil ediyordu. Çünkü bu teşekküllerin hiçbirinde mevzuubahs olan
davanın hakikî mahiyetini idrâk etmiş olmak isabetini göremiyordum. En münevver
sayılan insanların manda meclûbiyeti (tutkunluğu) ile milletin ruh-ı
istiklâlini (bağımsızlık ruhunu) yıkmak için gafilâne bir sa'y-i gûşiş-i
mütemadî (sürekli çalışma ve çaba) içinde çırpındıklarını hayretle görüyordum.
ben artık şu noktalarını gayet vâzıh (açık) mütalâa edebiliyordum: Düşmanlar
istiklâlimizi imhaya karar vermişlerdir. Bu hakikati millet, henüz tamamıyla keşfetmemiştir.
Çünkü, İstanbul karanlık sisler içinde boğulmuştur. Oradaki zekâlar, oradaki
vicdanlar bir taraftan doğrudan doğruya düşman tazyiki (baskısı) diğer taraftan
bilvasıta (aracılık ile), düşman iğfaliyle (aldatmasıyla) bunalmış ve
bunaklaşmış bir halde idi. Hiçbir kudret bu muhit içinde, vaziyet-i hakikiyeye
göre doğru hedef göstermeğe muvaffak olamaz ve hedef-i milleti sevk için
kuvvetli bir zemin-i istinat (dayanma zemini) bulamazdı. Her halde nokta-i
hareket İstanbul'un haricinde idi. Bu noktayı bulmak ve oradan bütün milleti
hakikî hedefe sevketmek lâzım geliyordu. Bunun üzerine günlerce düşündüm,
mahdut bazı arkadaşlarımda müdavele-i efkâr ettim (fikir danıştım). Onlar da
benimle hemfikir oldu. Ben evvelâ herhangi bir suretle Anadolu'ya geçmek ve
orada milletin efkâr ve hissiyatını bir defa daha yoklamak ve menabi-i
memleketi (ülkenin kaynaklarını) takip etmek istiyordum. İstanbul'dan infikâkim
(ayrılışım) bir mesele idi. Bunun suret-i hallini düşündüğüm bir sırada
Anadolu'da salâhiyeti oldukça vâsi ordu müfettişliğini kabul edip etmeyeceğim
istimzaç olundu (fikrim yoklandı). Bilâ tereddüt (tereddütsüz) kabul ettim. Ve
Anadolu'ya bu şerait tahtında geçtiğim takdirde fazla hiçbir tetkik ve tetebbua
(araştırmaya) lüzum kalmaksızın düşüncelerimin en müsait bir saha-i tatbikat
(uygulama alanı) bulabileceğine emin idim. Hemen hareket günü idi ki İzmir'i
haydutcasına işgal etmek suretiyle millete büyük bir suikast misali vermiş
oldular. Artık gayr-ı kabil-i tezelzül (sarsılmaz) bir suretle kararımı vermiştim:
Anadolu'ya gideceğim; derhal bütün salâhiyet ve vesaitimle milleti hakikat-i
halden (durumun hakikatinden) haberdar edeceğim. Ve istiklâl-i milletimize
(ulusumuzun bağımsızlığına) vurulmak istenen darbeye karşı eshab-ı mukavemet
(dayanma sebepleri) ve müdafaayı ihzara (hazırlamaya) çalışacağım.
Erkânı Harbiye-i Umumiyede vicdanlarına emin olduğum rüesaya (reislere)
maksadımı anlattım ve icraatımın suubete (zorluğa) uğratılmaması için mümkün
olan muavenetlerini (yardımlarını) rica etim. Vapura binmeden evvel Bâb-ı âliye
uğradığım zaman Yunanlıların bu tecavüzün gaflet içinde haber alan Heyet-i
Vükelâ hâl-i içtimada (toplandı durumunda) bulunuyordu. Benim vürudumdan
(gelişimden) haberdar oldukları zaman müzakerelerini tatil ederek bir kısmı
yanıma geldi:
''Ne yapalım?'' dediler.
''Celâdet (yiğitlik) gösteriniz!'' dedim.
''Bunu burada nasıl yapabiliriz?'' diyenlerine:
''Burada yapabildiğiniz kadarını yaptıktan sonra devam edebilmek için
benim yanıma gelirsiniz.'' cevabını vererek ayrıldım.
Samsun'a ayak bastıktan sonra derhal memleket ve milleti yokladım,
gördüm ki memleketin ve milletin temayülâtı, istiklâl müdafaasında tereddüt
edenleri hacil (utandıracak) mevkide bırakabilecek bir mahiyet-i âliyededir
(yüce niteliktedir). Filhakika iki senedenberi bütün dünyanın şahit olduğu
vekayi ve hâdisat düşüncelerimde isabet ve milletin azim ve imanında hakikî
selâbet (sağlamlık) olduğunu isbat etti. Bundan dolayı elden müftehirim.''
(Hâkimiyet-i Milliye'den: 24 Nisan 1921)
6.
MUSTAFA KEMAL'İN AHMET EMİN'E
VERDİĞİ MÜLÂKAT
İlk Hatıralar
''Çocukluğuma dair ilk hatırladığım şey, mektebe girmek meselesine
aittir. Bundan dolayı annemle babam arasında şiddetli bir mücadele vardı.
Annem, ilâhilerle mektebe başlamamı ve mahalle mektebine gitmemi istiyordu.
Rüsumatta memur olan babam, o zaman yeni açılan Şemsi Efendi'nin mektebine
devam etmeme ve yeni usul üzerine okumama taraftardı.
Nihayet babam işi mâhirane bir surette halletti: Evvelâmerasim-i mütâde
(alışılmış tören) ile mahalle mektebine başladım. Bu surette anmemin gönlü
yapılmış oldu. Birkaç gün sonra da mahalle mektebinden çıktım. Şemsi Efendi'nin
mektebine kaydedildim.
Az zaman sonra babam vefat etti. Annemle beraber dayımın nezdine
(yanına) yerleştik. Dayım köy hayatı geçiriyordu. Ben de bu hayata karıştım. Bana
vazifeler veriyor, ben de bunları yapıyordum. Başlıca vazife tarla bekçiliği
idi. Kardeşimle beraber bakla tarlasının ortasındaki bir kulübede oturduğumuz
ve kargaları koğmakla uğraştığımızı unutamam. Çiftlik hayatının diğer işlerine
de karışıyordum. Böylece biraz vakit geçince, annem mektepsiz kaldığım için
endişe etmeye başladı. Nihayet Selânik'te bulunan teyzemin evine gitmeme ve
mektebe devam etmeme karar verildi. Selânik'te Mülkiye İdadisi'ne kaydoldum.
Mektepte Kaymak Hafız isminde bir hoca vardı. Bir gün sınıfımızda ders verirken
diğer bir çocukla kavga ettim. Çok gürültü oldu. Hoca beni yakaladı. Çok döğdü.
Bütün vücudum kan içinde kaldı. Büyük validem zaten mektepte okumama
aleyhtardı. Beni derhal mektepten çıkardı.
İlk Emrivaki
Komşumuzda binbaşı Kadri Bey isminde bir zat oturuyordu. Oğlu Ahmet Bey
askerî rüştiyesine devam ediyor ve mektep elbisesi giyiyordu. Onu gördükçe ben
de böyle elbise giymeğe hevesleniyordum. Sonra sokaklarda zabitler görüyordum.
Bu dereceye vâsıl olmak için tâkip edilmesi lâzım gelen yolun, askerî
rüştiyesine girmek olduğunu anlıyordum.
O sırada annem Selânik'e gelmişti. Askerî rüştiyesine girmek istediğimi
söyledim. Valide askerlikten mütehâşi idi (ürkmüştü). Asker olmama şiddetle
mümanaat ediyordu (karşı koyuyordu). Kabul imtihanı zamanı ona sezdirmeden
kendi kendime askerî rüştiyesine giderek imtihan verdim. Böylece valideye karşı
bir emrivâki ihdas edilmiş oldu.
Rüştiyede en çok riyaziyeye merak sardırdım. Az zamanda bize bu dersi
veren hoca kadar, belki de daha ziyade malûmat sahibi oldum. Derslerin fevkinde
meselerle iştigal ediyordum. Tahriri sualler yazıyordum. Riyaziye muallimi de
tahriren cevap veriyordu.
Mustafa Kemal İsminin Menşei
Hocamın ismi Mustafa idi. Bir gün bana dedi ki: ''Oğlum, senin de ismin
Mustafa, benim de... Bu böyle olmayacak. Arada, bir fark bulunmalı, bundan
sonra adın Mustafa Kemal olsun...'' O zamandan beri ismim filhakika Mustafa
Kemal kaldı.
Hoca sert bir adamdı. Sınıfta birinci, ikinci tanımıyordu. Bir gün
bize: ''Aranızda kendine kimler güveniyorsa kalksınlar, onları müzakereci
yapacağım'' dedi. Evvelâ tereddüt ettim. Ayağa öyleleri kalktı ki ben
kalkmamayı tercih ettim. Bunlardan birinin müzakeresi altına girdim.
Müzakerenin sonunda tahammülüm son dereceye geldi. Ayağa kalkarak: ''Ben bundan
iyi yaparım'' dedim. Bunun üzerine hoca beni müzakereci yaptı, eski
müzakereciyi benim müzakerem altına verdi.
Askerî rüştiyesini ikmal ettiğim zaman merakım epeyce ileri gitmişti.
Manastır askerî idadisinde riyaziye (matematik) pek kolay geldi. Bununla meşgul
olmağa devam ettim. Fakat Fransızcada geri idim. Muallim benimle çok meşgul
olmuyor, acı ihtarlarda bulunuyordu. Bu ihtarlar benim pek gücüme gitti. İlk
sıla zamanında çare aradım. İki, üç ay gizlice Frerler mektebinin hususî
sınıfına devam ettim. Böylece mektep derslerine nisbetle fazla derecede
Fransızca öğrendim.
Edebiyat Merakı
O zamana kadar edebiyatla çok temasım yoktu. Merhum Ömer Naci Bursa
idadisinden koğulmuş, bizim sınıfa gelmişti. Daha o zaman şairdi. Benden
okuyacak kitap istedi. Bütün kitaplarımı gösterdim. Hiçbirini beğenmedi. Bir
arkadaşın kitaplarımdan hiçbirini beğenmemesi gücüme gitti. Şiir ve edebiyat
diye bir şey olduğuna o zaman muttali oldum (öğrendim). Ona çalışmağa başladım.
Şiir bana cazip göründü. Fakat kitabet hocası diye yeni gelen bir zat, beni
şiirle iştigalden menetti. ''Bu tarz işgal seni asker olmaktan uzaklaştırır''
dedi. Maahaza güzel yazmak hevesi bende baki kaldı.
İdadide iken muannidane (inatla) bir surette çalışıyorduk. Sınıfta
birinci, ikinci olmak için hepimizde şiddetli bir gayret vardı. Nihayet idadiyi
bitirdim. Harbiyeye geçtim. Burada da riyaziye merakı devam ediyordu. Birinci
sınıfta saf, gençlik hayallerine tutuldum. Dersleri ihmal ettim. Senenin nasıl
geçtiğinin hiç farkında olmadım. Ancak dersler kesilince kitaplara sarıldım.
İkinci sınıfa geçtikten sonra askerlik derslerine merak sardırdım. Şiir
yazmak hakkında idadi hocasının vazettiği memnuiyeti unutmuyordum. Fakat güzel
söylemek ve yazmak hevesi baki idi. Teneffüs zamanlarında kitabet talimleri yapıyorduk.
Saati ellerimize alıyor, ''bu kadar dakika sen, bu kadar dakika ben
söyleyeceğim.'' diye müsabaka ve münakaşalar tertipliyorduk.
Siyasî İştigaller ve Yeni Fikirler
Harbiye senelerinde siyaset fikirleri başgösterdi. Vaziyet hakkında
henüz nâfiz (içe işliyen) bir nazar hâsıl edemiyorduk. Sultan Hamit devri idi.
Namık Kemal Bey'in kitaplarını okuyorduk. Tâkibat sıkı idi. Ekseriyetle ancak
koğuşta, yattıktan sonra okumak imkânını buluyorduk. Bu gibi vatanpervarane
eserleri okuyanlara karşı takibat yapılması, işlerin içinde bir berbatlık
bulunduğunu ihsas ediyordu (sezdiriyordu). Fakat bunun mahiyeti gözlerimiz
önünde tamamıyla tebellür etmiyordu (belirmiyordu.)
Erkân-ı harp sınıflarına geçtik. Mutad olan derslere çok iyi
çalışıyordum. Bunların fevkinde olarak bende ve bazı arkadaşlarda yeni fikirler
peyda oldu.
Memleketin idaresinde ve siyasetinde fenalıklar oldğunu keşfetmeye
başladık.
Mektepte Çıkarılan Gazete
Binlerce kişiden ibaret olan Harbiye talebesine bu keşfimizi anlatmak
hevesine düştük. Mektep talebesi arasında okunmak üzere mektepte el yazısiyle
gazete tesis ettik.
Sınıf dahilinde ufak teşkilâtımız vardı. Ben heyet-i idareye dahildim.
Gazetenin yazılarını ekseriyetle ben yazıyordum.
O zaman Mekâtip (okullar) Müfettişi İsmail Paşa vardı. Bu harekâtımızı
keşfetmiş. Tâkip ettiriyormuş. Mektebin Müdürü Rıza Paşa isminde bir zattı. Bu
zat Padişah nezdinde İsmail Paşa tarafından tahtie edilmiş (hatalı görülmüş)
''Mektepte böyle talebe var. Ya farkında olmuyor, ya müsamaha ediyor.''
denilmiş. Rıza Paşa mevkiini muhafaza için inkâr etmiş.
Bir gün, gazetenin icap eden yazılarından birini yazmakla meşguldük.
Baytar dershanelerinden birine girmiş, kapıyı kapatmıştık. Kapı arkasında
birkaç nöbetçi duruyordu. Rıza Paşa'ya haber vermişler. Sınıfı bastı. Yazılar
masa üstünde ve ön tarafta duruyordu. Görmemezliğe geldi. Ancak dersten başka
şeylerle iştigal vesilesiyle tevkifimizi emretti. Çıkarken: ''Yalnız izinsizle
iktifa olunabilir'' dedi. Sonra hiçbir ceza tatbikına lüzum olmadıını söylemiş.
Böyle hareket etmesinde, kendine atfedilen kusuru meydana çıkarmamak gayretinin
dahli olmakla berabre hüsn-i niyeti de inkâr edilemezdi.
Eskân-ı Harbiye sınıflarının nihayetine kadar bu işlere devam ettik.
Yüzbaşı olarak mektepten çıktıktan sonra İstanbul'da geçireceğimiz müddet
zarfında bu işlerle daha iyi iştigal için bir arkadaş namına bir apartman
tuttuk. Ara sıra orada toplanıyorduk. Bu hareketlerimizin hepsi tâkip olunuyor
ve biliniyordu.
Aramıza Giren Hafiye
Bu sırada Fethi Bey namında eski arkadaşlardan zabit iken askerlikten
terdolunmuş bir zat karşımıza çıktı. Kendisinin sefalet-i halinden (yoksul
durumundan) muavenete (yardıma) muhtaç olduğundan, yatacak yeri bulunmadığından
bahisle bize iltica etti( sığındı). Biz de bu zatı malikolduğumuz apartmanda yatırmaya
ve muavenet (yardım) etmeye karar verdik. İki gün sonra kendisinin talebi
üzerine bir yerde mülâki olacaktık. Gittiğim zaman yanında mâbeyne mensup bir
de yâver gördüm. Apartmanda yatan İsmail Hakkı Bey namında bir zat vardı,
derhal götürmüşler. Bir gün sonra da bizi tevkif ettiler. Fethi Bey meğer
İsmail Paşa'nın hafiyesi imiş, bir müddet münferit surette mahpus kaldım. Sonra
mâbeyne götürdüler. İsticvap edildim (sorguya çekildim). İsmail Paşa, başkâtip,
bir de sakallı bir adam hazır bulunuyordu. İsticvaptan anladık ki gazete
çıkardığımızdan, teşkilât yaptığımızdan, apartmanda çalıştığımızdan, hulâsa
bütün bu işlerden dolayı maznun bulunuyorduk. Daha evvelki arkadaşlar
itiraflarda bulunmuşlar. Birkaç ay böyle mevkuf tutulduktan sonra bıraktılar.
Askerî Hayatımın Başlangıcı
Birkaç gün sonra Erkân-ı Harbiye Dairesine tekmil erkân-ı harp
arkadaşları çağırdılar. Mütesaviyen (eşit olarak) Edirne ve Selânik'e, yani o
zamanki ikinci ve üçüncü ordulara gönderilmemiz mukarrerdi. Kur'a çekileceğini,
fakat beynimizde (aramızda) anlaşırsak kur'aya lüzum kalmayacağını söylediler.
Ben arkadaşlara işaret ettim. Biraz konuştuk. Filhakika ufak bir anlaşma
neticesinde ikinci ve üçüncü ordulara gidecekleri ayırdık. Bu tarz hareketi
aramızda teşkilât bulunduğuna delil diye telâkki ettiler. Beni Suriye'ye
nefyettiler (sürgün ettiler). Şam'da bir süvari kıt'asında staj yapmaya memur
olunmuştum. O sıralarda Dürzîlerle bir takım meseleler vardı. Dürzîler üzerine
kıtaat sevkolunuyordu. Ben de bu meyanda gittim. Dört ay orada kaldım.
Hürriyet Cemiyetinin Tesisi
''Hürriyet Cemiyeti'' namında bir cemiyet vücude getirdik. Bunu tevsi
(genişletmek) için aldığımız tedbirler meyanında benim muhtelif sünufu
askeriyede (askeri sınıflarda) staj yapmak bahanesiyle Beyrut, Yafa ve Kudüs'e gitmem
vardı.
Böylece hareket ettim. İsimlerini saydığım yerlerde teşkilât yapıldı.
Yafa'da, daha fazlaca kaldım. Oradaki teşkilât daha kuvvetli oldu. Fakat
Suriye'de arzu ettiğimiz derecede işi taazzuv ettirmek (oldurmak) gayri mümkün
görünüyordu. Bende işin Makedonya'da daha sert gideceği kanaati vardı. Oraya
gitmek için çare düşünmekte idim.
Nefye (sürgüne) dair hakkımda çıkan iradede ''vesait-i sehile ile
memleketine gidemeyecek bir yere gönderilmesi'' kaydı vardı. Bu itibarla
Makedonya'ya gitmek müşküldü. O esnada bir yanlışlık mahsulü olduğuna şüphe
olmayan bir mezuniyet tezkeresi elimize geçti. Buna yanlışlık denebilir. Fakat
bu yanlışkı şurada burada çalışan komite erkânının netice-i mesaisi
(çalışmalarının sonucu) olarak icat edilmişti.
Bu tezkereye nazaran mezunen İzmir'e gidebilecektim. İşin içinde bir
yanlışlık olduğunun meydana çıkacağını takdir ediyordum. Fakat o esnada
Selânik'te topçu müfettişi bulunan Şükrü Paşa'nın gayet vatanperver bir zat
olduğunu hikâye ediyorlardı. Kendisine bir mektup yazdım. Kendimi ve maksadımı
az çok açıkça anlattım. Bu maksatların seri surette yapılması Makedonya'ya
gitmeme mütevakkıftı (bağlı idi). Kendi evsafı hakkında duyduğum şeyler doğru
ise delâlet (yardım) etmesini rica ettim. Doğrudan doğruya cevap vermedi. Fakat
ne şekilde olursa olsun kendiliğinden Selânik'e gidersem işi temin edeceğini
bilvasıta bildirdi. Tezkereyi cebimize koyduk. Makedonya'ya gitmek üzere
hareket ettim. Fakat hareketi müteakıp meselenin meydana çıkması ihtimaline
karşı izimi kaybettirmek için evvelâ Mısır'a, sonra Yunanistan'a gitim. Şayet
bir malûmat olursa oralardan geçerken Yafa'da bildireceklerdi. Hiçbir şey
yazmadılar. Mütenekkiren (kılık değiştirerek) Selanik'e girdim. Bir gece Şükrü
Paşa'yı gördüm. Benimle temastan tevahhus ediyordu (ürküyordu). Ben ciddî bir
nokta-i istinat (dayanma noktası) bulmaksızın dört ay kadar Selânik'te kaldım.
Bu esnada mektep müdürü Tahir Bey, Hoca İsmail Efendi, Ömer Naci, Hüsrev Sami,
Hakkı Baha gibi arkadaşlara maksatlarımı anlattım. Hürriyet Cemiyeti'nin bir
şubesini tesis ettim.
Makedonya'ya Resmen Nakil
Selânik'te bulunduğumu İstanbul haber alarak, takibata başladı. Oradan
tekrar mütenekkiren (kılık değiştirerek) Yafa'ya geldim. O zaman bir Akabe
meselesi vardı. Kendimi derhal hududa memur ettim. Arandığım zaman hudut
üzerinde isbat-ı vücut ettim.
Cem'an (Toplam) iki buçuk, üç sene Suriye'de kalmıştım. Bu müddet
zarfında her şey unutulmuştu. Makedonya'ya nakil için resmen müracaat ettim.
Maksadıma nihayet vâsıl oldum.
Selânik'e geldiğimde bizim Hürriyet Cemiyeti'nin ''Terakki ve İttihat''
namını aldığını duydum. Doktor Nazım Bey, Paris'ten Selânik'e gelmiş. ''Terakki
ve İttihat Cemiyeti'nin tarihte yeri var. O nam altında çalışırsa daha iyi
tesir eder'' diye arkadaşları ikna etmiş. Cemiyet o nam altında çalışmakta
devam etti. Resmi memuriyetim, maiyet müşürü erkân-ı harbiyesinde idi. Ben bu
vaziyette iken 1324 (1908) senesi geldi ve Meşrutiyet ilan olundu.
Meşrutiyet'ten sonra
Meşrutiyet'ten sonra bütün eşhas (şahıslar) meydana çıktı. O zamana
kadar saf ve nezih (temiz) çalışıyorduk. Ben herkesi öyle biliyordum. Şahsi
nümayişleri çirkin buldum.
Bazı arkadaşların harekâtını şayan-ı tenkid gördüm. Tenkidden içtinap
etmedim (çekinmedim).
Bu fenalıkları bertaraf etmek için ilk düşündüğüm tedbir ordunun siyasetten
çekilmesi nazariyesi idi. Bunu diğer arkadaşlar caiz görmüyorlardı. Nihayet 31
Mart Vak'ası oldu. Bu vak'a üzerine Makedonya'dan giden kıtaatın ve ilk devirde
Edirne'den bunlara iltihak eden kuvvetlerin erkân-ı harbiye reisi olarak
İstanbul'a gittim. Bidayette kumandan Hüsnü Paşa idi. ''Hareket Ordusu'' ismini
ben buldum. O zaman bunun manasını kimse anlamamıştı. Mesele şundan ibaretti:
İstanbul'a hitaben bir beyanname yazmak lazım geldi. Bunu ben yazdım. Sonra
sefirlere hitaben ikinci bir beyanname yazdık. Buna ne imza konulması münasip
olduğunu düşündük. Bazı arkadaşlar ''Hürriyet Ordusu'' dediler. Halbuki bütün
ordu hürriyet ordusu vaziyetinde idi.
Hareket halinde bulunan kuvvetlerin vaziyetini göstermek için
''hürriyet ordusunun operasyon kuvvetleri'' denildi. Ben bu ''operasyon''
kelimesinin Türkçeye tercümesini düşünerek ''Hareket Ordusu'' tâbirini
kullandım.
31 Mart'tan sonra
31 Mart meselesi halledilince tekrar Selânik'e döndüm. Ordunun
cemiyetten ayrılması ve siyasetle iştigal etmemesi nokta-i nazarını bu defa
daha kuvvetle ileri sürmeye başladım.
İlan-ı meşrutiyetten (meşrutiyetin ilanından) sonra teşkilât yapmak
için Trablusgarp'a gönderilmiştim. Her defa orada İttihat ve Terakki
Kongresi'ne murahhas (delege) intihap olunuyor, fakat gitmiyorduk. Bir defa
yalnız bu maksadı anlatmak için gittim. Maksadımı kabul ettirdim. Fakat
muvaffakiyet yalnız kongrenin nazari kararında kaldı. Tatbik edilmedi. İttihat
ve Terakki'nin bazı eşhası (kişileri) ile aramızda Meşrutiyet'ten sonra
başlayan ihtilâf-ı efkâr (fikir ayrılığı) nihayet derecede şiddetlendi ve tamam
bu ana kadar devam etti.
Bundan sonra yeni ordu teşkilâtı yapıldı. İzzet Paşa Erkân-ı Harbiye
Reisi idi. Ben bu teşkilâtta Selânik kolordusu Erkân-ı Harbiyesi'ne küçük
rütbede bir zabit sıfatıyla dahil oldum. Henüz kolağası rütbesinde idim.
Ordunun talim ve terbiyesi ile uğraşıyordum. Bu itibarla şifahi ve tahriri pek
çok tenkitler yapmak mecburiyeti hâsıl oluyordu. Bun tenkidat bilhassa eski
kumandanları rencide ediyordu. Bunun, benim ameliyattan ziyade nazariyatçı
olduğumdan ileri geldiğine zahip olarak (kapılarak) mücazat (cezalandırma)
kabilinden 38'inci piyade alayına kumandan yaptılar. Bu tâyin gazap yüzünden
rahmet oldu. Alay Kumandanlığı'nı ifa ettiğim sırada, Selânik'te bulunan tekmil
garnizon kıtaatı, alayın tatbikatına kendiliklerinden iştirâke başladılar.
Verilen konferanslara diğer zabitlerin iştirâki görüldü. O zaman Selânik'te bu
faaliyetten şüphelendiler. Beni Mahmut Şevket Paşa marifetiyle İstanbul'a
çağırdılar. Erkân-ı Harbiye-i Umumiye'de bir vazifeye tâyin ettiler.
Selânik'te bulunduğum sırada Arnavutluk harekatıyla meşgul olmuştum.
Evvela Şevket Turgut Paşa memur iken Mahmut Şevket Paşa bizzat Arnavutluk
harekâtını ele almıştır. Beni de erkân-ı harbiye reisi diye beraber götürdü.
Trablus ve Balkan harpleri
İstanbul'a çağırıldığım sırada İtalyanlar Trablusgarp'a hücum ettiler.
Ben de tebdil-i nam (ad değiştirme) ve kıyafet ederek bazı arkadaşlarla beraber
Mısır'a oradan Bingazi taraflarına gittim. Bir sene kadar devam eden harp
esnasında Bingazi Kuvvetleri Kumandanlığı'nda bulundum.
Asıl memlekette de Balkan Harbi başlamıştı. Bulgar ordusu Çatalca
hattına ve Bolayır'ın şimâline (kuzeyine) geldiği bir sırada İstanbul'a avdet
ettim (döndüm).
Umumî harp
Bu senenin nihayetinde Harb-i Umumî ilan olundu. Vâki olan müracaat ve
talebim üzerine Tekirdağı'nda henüz teşkil edilen 19'uncu fırkaya kumandan
oldum. Arıburnu'nda, Anafarta'da bulundum. İngilizler çekilip gittikten sonra
bir ay Edirne'de 16'ncı Kolordu ile kaldım. Sonra Kolordu Kumandanı olarak
Diyarbakır ve havalisine gittim. Orada yaptığımız mühim muharebelerden biri,
Bitlis ve Muş'un Ruslardan istirdadıdır (kurtarılmasıdır).
Harbin son safhasında
Harbin son safhasında bazı fikirlerim kabul edilmeyince kumandayı da
red ile İstanbul'a döndüm.
O sıralarda idi. Veliahd ile birlikte Alman Karargâh-ı Umumîsi'ne
gittik ve Alman garp cephesinin bazı aksamını gördük. Bu müşahedatımdan
(gözlemimden) Hindenburg ve Ludendord ile mülâkatlarımdan sona mutalebat-ı
sâbıkamdaki (eski isteklerimdeki) isabete daha ziyade kani oldum.
O zaman hâsıl ettiğim son kanaat, Harb-i Umumi'ye dahil olunduğu ilk
anda söylemiş olduğum fikrin aynı olarak tecelli etti (meydana çıktı).
Bu seyahatten hasta olarak İstanbul'a geldim. İstanbul'da bir iki ay
tedavi gördükten sonra tedavi maksadıyla Viyana'ya gittim. Orada sanatoryomda
bir ay yattım. Bir müddet de Karlsbat'da kaldım.
Diğer taraftan Sina cephesinde, benim vaktiyle raporlarda tafsil
ettiğim (iyice açıkladığım) fecayi aynen vâki oldu.
Bunun üzerine Falkenhayn Almanya'ya çağırıldı. Yerine Liman Von Sanders
memur edildi. Birkaç gün sonra iki Alman generalinin yanında huzura çağrıldım.
Maksadın beni tekrar yedinci orduya göndermek olduğunu öğrenmiş bulunduğum için
yalnızca kabul edilmek arzusunu izhar ettim (belirttim). İlk şekl-i davette
ısrar gösterildi ve bana, yedinci orduya kumandan tayin edildiğimden bahisle
nev'ama (sadece) ifa edeceğim hidemata (hizmetlere) dair talimat verildi. Bu
talimat, bana tevdi edilen (verilen), vazife ve salâhiyetle gayr-i kaabil-i
icra (yapılamaz) idi. Ancak bunu anlatmaya da imkân yoktu. Binnetice vaktiyle
istifa etmiş olduğum 7. Ordu Kumandanlığı'na tekrar başlamak üzere Nablus'a
gittim.
Mütarekeden sonra
Aynı sıralarda mütareke imza edilmişti. Daha Halep'te iken, derhal kabineyi
tebdil etmek (değiştirmek) ve yerine isimlerini sarahaten (açıkça) söylediğim
zevattan (kişilerden) mürekkep bir kabine geçirmek lüzumunu ve aynı zamanda
benim İstanbul'a celbim faydalı olacağını açıktan açığa İstanbul'a
bildirmiştim. Vâkıa kabine tebeddil etti, fakat benim İstanbul'a celbime lüzum
görülmedi. Nihayet bu kabine de düştükten sonra İstanbul'a gittim.
İstanbul'a muvasalatımda (varışımda) benim nazarımda vaziyet şu idi:
Meclis-i Meb'usan nasıl hareket etmek lazım geleceğinde mütereddit (kararsız)
bulunuyordu.
Yeni sukut etmiş (düşmüş) zevatla ve mes'uslarla ayrı ayrı görüştüm. O
zaman düşündüğüm şey, her ciheti tatmin ederek müdafaa-i memleket için kuvvetli
bir vaziyet ihdas olunabileceği merkezinde idi. Fakat bu düşünce üzerinde
lüzumu kadar çalışmaya vakit kalmadan Meclis'in feshine şahit olduk.
İstanbul erbabı hamiyetince (hamiyetli kimselerinden) muhtelif namlar
altında programlar ve fırkalar teşkil olunmak suretiyle çare-i halâs (kurtuluş
yolu) aranmakta idi. Bunların her birini ayrı ayrı tetkik ettim. Hiçbiri bir
kuvve-i teyidiyeye (inandırıcı kuvvete) istinat etmiyordu (dayanmıyordu).
Binaenaleyh hiçbiriyle teşrik-i mesâiden (işbirliğinden) bir netice beklemedim.
Kuvve-i teyidiyenin doğrudan doğruya millet olacağı kanaati bende pek kuvvetli
idi.
İstanbul'dan ayrılmak kararı
İstanbul'da cereyan eden ahvalden, yapılan teşebbüslerden, bilhassa
vaziyetin vahamet (ağırlık) ve fecaatinden milletin haberi yoktu. İstanbul'da
oturup milleti haberdar etmek imkânı da kalmamıştı. Binaenaleyh yapılacak şeyin
İstanbul'dan çıkıp milletin içine girmek ve orada çalışmak olduğuna karar
verdim. bunun suret-i icrasını (uygulama şeklini) düşündüğüm ve bazı
arkadaşlarla müzakere ettiğim sırada idi ki hükümet beni ordu müfettişi olarak
Anadolu'ya göndermeyi teklif etti. Bu teklifi derhal maalmemnuniye (sevinçle)
kabul ettim ve tam Yunanlıların İzmir'e girdikleri gün idi ki İstanbul'dan
ayrıldım.
Benim düşündüğüm şu idi: Her tarafta muhtelif namlar altında birtakım
teşekküller başlamıştı. Bunları aynı program ve aynı nam altında birleştirerek
bütün milleti alâkadar etmek ve bütün orduyu da bu maksada hâdim (hizmet eder)
kılmak lâzımdı. Anadolu'ya girdiğim zaman, daha ordu müfettişi sıfat ve
salâhiyeti üzerimde iken, bu noktadan işe başladım ve bu maksat az zamanda
hâsıl oldu.
Takip ettiğim tarz-ı mesai (çalışma tarzı) İstanbul'da malûm olunca
beni İstanbul'a celbetmek istediler. Gitmedim. Binnetice istifa ettim.
Bir ferd-i millet sıfatıyla Erzurum Kongresi'ne iştirak ettim. Erzurum
Kongresi'nde tespit edilen esasları bütün memlekete teşmil (yayma) maksadıyla
Sivas'ta da bir kongre akdolundu. Bu kongrelerin tevlit ettiği Heyet-i
Temsiliye namındaki heyetle kongrelerin esasatını takip ettik.
Türkiye Büyük Millet Meclisi
Meb'usanın (milletvekillerinin) tekrar intihabı (seçimi) ve Meclis'in
İstanbul'da küşadı (açılması) temin olunmuşsa da Meclis'in duçar-ı tecavüz
(saldırıya uğramış) olması üzerine Türkiye Büyük Millet Meclisi'ni vücude
getirmeye teşebbüs olunmuş ve bu suretle 23 Nisan tarihinde bu Meclis toplanıp
işe başlamıştı. Teşkilât-ı Esasiye Kanunu'nda mevcut olup mezkûr kanunun ruhunu
ifade eden ve ilk projede zikrolunan prensiplerin menşeine gelince, esasen
ötedenberi Hâkimiyet-i Milliye'nin en iyi temsili mümkün olacağına dair nazari
olarak bazı tetkikat ve tetebbuat-ı nazariyeden benim çıkarabildiğim netice şu
idi: Hâkimiyet-i Milliye'nin tamamıyla mütecelli olması (meydana çıkması),
bunun sahib-i aslîsi (asıl sahibi) olan bütün insanların bir araya gelip, bunu
bilfiil istimal etmesiyle (kullanmasıyla) mümkündür. Fakat bütün Türkiye
ahalisinin toplanması suretiyle bu maksadın teminine amelî bir çare olsa olsa
bunların sahib-i salâhiyet vekillerinin bir araya gelip bu işi yapması
olabilirdi. Hâkimiyet-i Milliye'mizin bir zat veyahut eşhası mahdut (sınırlı) kabine
gibi bir heyet tarafından temsil edilmesi yüzünden memleketi ve milleti
istibdattan kurtaramadığımız vekayi-i tarihiye ile (tarihi olaylarla) müsbit
(ispat edilmiş) olduğundan herhalde bu hakkı temsili mümkün olduğu kadar çok
insanlardan mürekkep ve müddet-i vekâleti az bir heyette temsil ve tecelli
ettirmek bence yegâne çare idi. Memleket dahilinde ve millet içinde evvel ve
âhır (sonra) yapmış olduğum tetkikat ve tetebbuat (araştırma) da bana bu fikrin
kaabiliyet-i icraiyesinde (uygulamasında) büyük imkânlar ve isabetler olduğu
kanaatini vermişti. Herhalde halkımızı idare ile yakından alâkadar etmek yani
idareyi doğrudan doğruya halkın eline verebilecek bir tarzı idareyi tesis etmek
hem Hâkimiyet-i Milliye'nin hakiki olarak temsili ve hem de bu sayede halkın
benliğini anlaması itibariyle elzem (çok lüzumlu) idi.
İşte bu düşüncelerin bu tetkiklerin ilhamı olarak bu proje yapılmıştı.
Halkçılık teşkilâtı en ufak daireye kadar teşmil edildiği takdirde
muhassalanın (elde olunan sonuç) daha büyük ve feyznak (feyizli) olacağına
şüphe yoktur. Memleket ve milletin içinde bulunduğu müşkülâtı ve hal-i harbi de
(savaş durumunu da) düşünürsek Meclis'in muhassala-i faaliyetini
(çalışmalarının sonucunu) ve oradaki muvaffakiyetini takdir etmemek mümkün
değildir.
Misak-ı Milli ve ondan sonrası
Misak-ı Milli sulh akdetmek için en mâkul ve asgari (en az) şeraitimizi
(şartlarımızı) ihtiva eder bir programdır. Sulhe vâsıl olmak için temerküz
ettireceğimiz (toplayacağımız) esasatı ihtiva eder. Fakat memleket ve milleti
kurtarmak için sulh yapmak kâfi değildir. Milletin halâs-ı hakikisi (gerçek
kurtuluşu) için yapılacak mesai ondan sonra başlayacaktır. Sulhtan sonraki
mesaide muvaffak olabilmek milletin istiklâlinin mahfuziyetine (korunmasına)
vâbestedir (bağlıdır). Misak-ı Milli'nin hedefi onu temindir. Memleket ve
milletin âtisinden (geleceğinden) asıl emin olabilmesi, bir defa halkçılık
esasına istinat eden teşkilâtı idariyesinin bihakkın teşmiş ve taazzuv
ettirilmesi ve tatbik olunmasıyla beraber ahval-i iktisadiyemizin (ekonomik
durumumuzun) refah-ı millimizi (milli refahımızı) temin edecek tarzda ıslah ve
ihyasına (canlandırılmasına) vâbestedir (bağlıdır).
Bu hakayikı (gerçeği), akîde-i milliye tanıyarak muhafaza edebilecek
bir heyet-i içtimaiye olabilmemiz için de maarifimizi tamamen amelî ve
ihtiyacat-ı hakikiyemize (gerçek gereksinmemize) muvafık bir program dairesinde
ihya etmek lazımdır. Bu noktalarda muvaffakiyet sayesinde memleket imar
edilebilecek ve millet zenginleştirilebilecektir.
Ufak bir program kadrosu söylemek lazım gelirse: teşkilât baştan
nihayete kadar halk teşkilâtı olacaktır. İdare-i Umumiye'yi halkın eline
vereceğiz. Bu Heyet-i İçtimaiye'de sahib-i hak olmak, herkesin sahib-i sa'y
(çalışma sahibi) olması esasına istinat edecektir (dayanacaktır). Millet,
sahib-i hak (hak sahibi) olmak için çalışacaktır.
Islah olunacak şeyler, iktisadiyat ve maariftir. Bu sayede memleket
imar edilecek, millet refah sahibi olacaktır.
Hiçbir millet ve memlekete karşı fikr-i tecavüz (tecavüz fikri)
beslemeyiz. Fakat muhafaza-i mevcudiyet ve istiklâl için, bir de milletimizin
bu dediğimiz sahada müsterihane ve kemal-i itminan (tam bir güvenle) çalışarak
müreffeh ve mesut olmasını temin için her vakit memleket ve milletimizi
müdafaaya kaadir (gücü yeter) bir orduya malikiyet de nuhbe-i âmâlimizdir
(emellerimizin en kutsalıdır).
Teşkilâtı idaremizde bütün bu esasların mahfuziyeti tabiidir. Buna
nazaran hükümet doğrudan doğruya BMM'nin kendisidir. Böyle umur-u idareyi
(idari işleri) memlekette sahib-i icraat olan bir heyetin, muhtelif fikir ve
içtihatlar etrafında toplanmış partilerden ziyade müşterek nukat-ı esasiyeye
(esas noktalara) riayetkâr mümteziç (kaynaşmış) ve müstenit bir heyet olması
şayanı arzudur. Ancak içtimai esaslarımızın menbaı (kaynağı) olan millette
henüz hayat ve saadat-i hakikiyelerini kâfil (sağlayan) efkârı umumiye şâmil
bir surette gayri mütebariz (belirsiz) olduğundan, bundan istifade ederek kendi
fikir ve içtihatlarının isabetli iddiasında bulunacak bazı insanlarıny ine bazı
kimseleri kendi nokta-i nazarlarına raptetmesi (bağlaması) ve binnetice parti
haline teşekküller vücude gelmesi baîdül ihtimal (uzak ihtimal) değildir.
Buna mukabil bazı hususi içtihatların mevcudiyeti belki de müsademe-i
efkâr (fikir çarpışması) için faydalı olabilir. Fakat eskisi gibi millet ve
memleketten memba ve nokta-i istinat (kaynak ve dayanak noktası) almayan ve
onun menafi-i hakikiyesiyle hiç münasebeti olmayacak surette ya sırf nazari
veya hissi ve şahsi programlar etrafında parti teşkiline kalkışacak insanların
millet tarafından hüsnü telâkkiye mazhar olacağını zannetmiyorum.
Benim bütün tertibat ve icraatta düstür-u hareket ittihaz ettiğim bir
şey vardır. O da vücuda getirilen teşkilât ve tesisatın şahısla değil,
hakikatle kaabili idâme (sürekli) olduğudur. Binaenaleyh herhangi bir program,
filanın programı olarak değil, fakat ihtiyac-ı millet ve memlekete cevap
verecek efkârı (düşünceleri) ve tedabiri (tedbirleri) ihtiva etmesi itibariyle
haiz-i kıymet ve itibar olabilir.
Şahsi emeller istinatgâh bulamaz
Misak-ı Milli dairesinde temin-i mevcudiyet ettikten sonra gürültü
çıkarıp fesatçılık edecek ve tevsii arazi fikrinde bulunacak adamlar ortaya
çıkamaz. Bence buna imkân yoktur.
AHMET EMİN
(Vakit'ten, 10 Ocak 1922)
7.
MUSTAFA KEMAL'İN CHICAGO TRİBUNE
MUHABİRİNE VERDİĞİ MÜLÂKAT
Chicago Tribune'ün İzmir'e özel olarak göndermiş olduğu muhabiri John
Clayton, İzmir'de Mustafa Kemal Paşa hazretleriyle aşağıdaki mülâkıt yapmıştır:
*
Mustafa Kemal Paşa'nın yüz hatlarından yaşını tahmin etmek müşküldür.
Otuz yaşında, kırk yaşında tahmin edilebilir. Kumral saçlı, mavi gözlü, orta
boyludur. Hal va tavrı nazik, şahsiyeti mültefik ve caziptir. Büyük askeri
kumandanlar tipine benzemez. Zevkinde, itiyadatında sadelik vardır.
Bugün kendisini ziyarete gittiğim zaman kartımı yaverine verdim.
''Paşa Hazretleri birkaç dakika meşguldür. Şimdi sizi kabul edecekti''
dedi. Yaver yanımdan ayrılarak gelişimi paşaya haber verdi. Dönüşünden sonra
beş dakika kadar bekledim. Nihayet Milli Ordular Başkumandanı bizzat odaya
girdi. Teklifsiz ve tekellüfsüz oturdu.
Kemal Paşa ordunun zaferlerinden, Türklerin ulusal isteklerinden garp
devletleriyle yakında bir konferansta toplanmak isteğinde bulunduğundan söz
açarak dedi ki:
''- Muzafferiyetlerimiz bizim taleplerimizi değiştirmemiştir. Evvelce
istediğimiz şeylerden ne daha ziyade, ne daha az şey talep ediyoruz. Misak-ı
Millimizde sebat ediyoruz.''
- Müttefiklerle müzakereye hazır mısınız?
''- Onlarla bir arada toplanıp müzakere etmeye ötedenberi âmade (hazır)
bulunuyoruz. Misak-ı Milli'nin muhteviyatı bir sayfadan daha az yer tutuyor.
Bütün Türk arazisinde hakiki istiklâl istiyoruz. Bizim için artık
kapitülasyonlar mevcut değildir. İstanbul'u, Edirne'yi ve Trakya'nın ekseriyeti
Türk olan kısmını istiyoruz.''
- İstanbul'da iken beş sene için adli kapitülasyonların bırakılmasına
razı olduğunuzu işitmiştim.
''- Kapitülasyonların hiçbir kısmına istisnayı kabul etmiyoruz. Adli,
mali veya askeri kapitülasyonların hiçbirini tanımıyoruz.''
- Bahis, ordunun İzmir'e girişinden beri Türk askerinin ve sivillerinin
harekâtına intikal etti.
''- Görüyorsunuz ki İzmir'de hiçbir katliam vâki olmadı. Münferit yağma
ve katil vukuatını menetmek gayri kabildir. Bir ordu 450 kilometre yol
yürüdükten sonra bir şehre girer, sonra geçtiği yerlerde kendi evlerinin
yakıldığını, yağmaya uğradığını, akrabasının öldürüldüğünü gözleriyle görürse
böyle bir askeri zaptetmek müşküldür. Maamafih intizamın ihlâl edilmediğini
görüyorsunuz. Biz intikam ve mukabelei bilmisil fikrinde değiliz. Buraya eski
hesapları araştırmaya gelmedik. Bizim için mazi gömülmüştür.''
JOHN CLAYTON
(İkdam'dan, 20 Eylül 1922)
8.
MUSTAFA KEMAL'İN DAİLY MAİL MUHABİRİNE VERDİĞİ MÜLÂKAT
DailY Mail gazetesinin İzmir'deki özel muhabiri Price, Mustafa Kemal
Paşa ile yapılan mülâkatını gazetesine aşağıdaki şekilde hikâye ediyor:
*
Mustafa Kemal Paşa şarkta Türk muzafferiyetleriyle meydana gelen yeni
durum hakkındaki mütalâsını bugün bana beyan etti. Sulh şartlarının da taarruz
planları gibi tamamıyla hazır olduğunu söyledikten sonra dedi ki:
''- Artık muharebeye devama sebep kalmamıştır. Ben sureti ciddiyete
sulh arzu ederim. Son taarruzu yapmaya arzum yoktu. Fakat Yunanlıları
Anadolu'dan tard için başka çare bulamadım. Avrupa'da Meriç hattı hududundan
fazla bir mütalebemiz yoktur. Boğazların emniyet ve serbestisi için her türlü teminat
iraesine (gösterilmesine) hazırız. Boğazları tahkim etmemeyi deruhte ederiz.
Fakat Marmara sahilinde İstanbul'u nagihanî (ani) bir tecavüzden vikaye
(korumak) için tedafüi tahkimat icrasından menedilemeyeceğimiz tabiidir.''
Mustafa Kemal Paşa'nın Misak-ı Milli haricindeki sulh şartları
Anadolu'daki tahribatın tazimininden ve Yunan filosunun Asya sahillerini tahrip
edememesi için tesliminden ibarettir.
Sulh Konferansı'na iştirake müheyya (hazır) ise de konferans Türk
arazisinde içtima etmeyecek olursa bizzat hazır bulunmayacaktır.
''- Yunanlılar, Türkiye Millet Meclisi Hükümeti teşkilâtını noksan
addediyorlar. Halbuki bizim hükümetimiz Yunan hükümetinden daha sağlamdır.
Vaziyet-i maliyemiz fena değildir. Anadolu'da mebzul (bol) zahirelerimiz
vardır. Her türül müşkülât-ı dahiliyeye rağmen ordumuzun teşkilât, teçhizat ve
zaptü raptı mükemmeldir.
Muzafferiyette gösterdiğimiz itidâlperverlik (ölçülü hareket)
Yunanlıların tahribatperverliğiyle tezad teşkil ediyor. İngiliz milletinin
artık Türkiye ile ticaret ve dostluk münasebetine şuru edeceğine
(başlayacağına) eminim ve ümit ederim ki İngiliz rical-i hükümeti vekayii
müşahede ettikten sonra hakkımızdaki mesleklerini tâdil edeceklerdir
(değiştireceklerdir).''
PRICE
(İkdam'dan, 20 Eylül 1922)
9.
MUSTAFA KEMAL'İN FALİH RIFKI'YA
VERDİĞİ MÜLÂKAT
İzmir - Gazi Başkumandanımız ''Akşam'' için bugün mülâkat vermeye
muvafakat etti.
İzmir denizi karşısında, millet ordularının başkumandanından zafer
menkıbelerini dinliyoruz. Evvelâ kendilerinden taarruz kararının ne zaman
verildiğini istizah ettik (sorduk):
''- Sakarya meydan muharebesini intaç eden (sonuçlandıran) taarruzumuz,
memleketi düşman ordusundan tathir edinceye (temizleyinceye) kadar harekete
devam etmek kararının mebdei (başlangıcı) idi.
Malûmdur ki Sakarya harbinin son günlerinde Yunan sol cenahına ordumuz
mukabil taarruzda bulundu, işte Yunan ordusunu ricate mecbur eden o mukabil
taarruzdur ki ordumuz İzmir'e gelinceye kadar devam etti.'
- Taarruz kararının tatbikatında bir senelik bir teahhür (duraksama)
var. Harekâtın bilâ inkıta (duraksamaksızın) niçin devam etmediği izah buyrulur
mu?
''- Bilâkis bilâ inkıta (kesintisiz) devam etti. Ancak büyük bir
taarruz kararının tatbikatı birtakım istihrazatı istilzam eder (gerektirir). Bu
istihzaratın muhtaç olduğu bir zaman vardır. Ancak teahhür ve intizar hiç
olmadı denilemez, bunun sebeplerini de mülâhazat-ı siyasiyede (siyasî
düşüncelerde) aramak lâzımdır. Filhaika ordularımız çok evvel bugünkü neticeye
varmak kudretini iktisap etmişti (elde etmişti).''
- Bu son harekât-ı askeriye ile tahakkuk eden büyük muvaffakiyet,
bilhassa düşman ordusunun seri bir surette imhası, esasen bu ordunun maddî ve
manevî kuvveti ile ahvâb-i dahiliyesindeki tezebzüpten mi (sarsılmadan mı)
ileri geldi? Trakya'ya nakledilmiş kuvvetlerin bıraktığı boşluk mühim mi idi?
''- Bütün dünya bilir ki Yunan ordusu .........................
(noktalı yerler İngiliz sansürü tarafından çıkarılmıştır) fennî ve askerî
icabata tamamen muvafık surette teşkil ve tensik edilmiş (düzenlenmiş) kuvvetli
bir ordu idi ve Yunan devletinin şimdiye kadar malik olduğu orduların hepsinden
kuvvetli idi Ahval-i mâneviyesinde şâyi olduğu (yayıldığı) gibi, bir tezebzüb
(karışıklık) olduğuna dair hakiki hiçbir emâre (belirti) yoktu. Yunan
askerlerinin, askerlerimizle temas ettikleri vakit kendilerini gevşemiş gibi
göstererek ve hakikatte bizi gevşetmeye mâtuf (yöneltilmiş) telkinatta
bulunduklarına bakılırsa, bütün bu işâattan (yayma, duyurmadan) maksat ne
olduğu tebeyyün (belli olma) eder. Bu suretle bize Yunan ordusunun inhilâline
(dağılmasına) intizar ederek meselenin halledileceği ümidini vermek istediler
ve bu vâhi (boş) intizar ile geçecek zamanın bizim ordumuzu inhilâle
(dağılmasına) uğratacağı zannında bulundular. Son müsademelerde (çatışmalarda)
bilhasa Afyonkarahisar, Dumlupınar büyük meydan muharebesi günlerinde düşmanın
mukavemet, mücadele ve bütün teşebbüsleri ciddi ve ehemmiyetli idi. Düşman
ordusundan Trakya'ya mühim bir kuvvet geçirilmemiştir. Mübalâğa ile bahsi geçen
bu kuvvet, yeni teşekkül etmiş yahut teşkilâtı henüz hitam (son) bulmamış ve
bir kısmı silâhsız iki üç alaydan ibarettir. Yunan ordusu bütün aksamı ve bütün
vesaiti ile Anadolu'nun içinde milletin kalbine saplanmış bir hançer
vaziyetinde idi.''
- Paşa hazretleri, Yunan ordusu daha iyi sevk ve idare edilseydi duçar
olduğu âkibetten kurtulamaz mı idi?
''- Düşman ordusu kumanda ve zabitan heyetinin Türkiye Büyük Millet
Meclisi ordularının kumanda ve zabitan heyetinden dûn (aşağı) olduğuna şüphe
yoktur. Ancak Yunan kumandanları ve zabitleri ordularını kurtarmak için her
çareye büyük gayretlerle tevessül ettiler (giriştiler).''
- İstanbul'da ordularımızın düşmana baskın yaparak hücum ettiği
söylendi, bu noktayı da istizaha müsaade eder misiniz?
''- Ordularımızın sevkûlceyş (strateji) ve tâbiye harekâtı günlere
düşmanın gözü önünde ve tayyarelerinin keşfiyatı altında cereyan etti. Bu
harekâtımızı baskın zannediyorlarsa söylediklerinin doğru olması lazım gelir.
Fakat ben zannediyordum ki Yunan kumandanlarıyla erkân-ı harbiyesi
ordularımızın hazırlığından ve harekâtından haberdar idi. Ancak ordularına ve
bilhassa Afyonkarahisar, Seyitgazi, Eskişehir ve bütün cephelerde bir seneden
beri çalışarak vücuda getirdikleri ve her nevi vesaitle takviye ve teçhiz
ettikleri müstahkem mevzilerine, külliyetli topçularına, nihayetsiz cephane ve
mühimmat menbaalarına (kaynaklarına) lüzumundan ziyade güveniyorlardı. Su
hakikatten tegafül ediyorlardı ki (yanılıyorlardı ki) insanların mücadelesinde
en kuvvetli istihkâm iman dolu göğüslerdir!''
- Taarruzdan iki gün evvel Ankara'da gazetecilere taraf-ı âlinizden bir
çay ziyafeti verildiğini işitmiştik. Hattâ İstanbul gazeteleri bu ziyafete dair
telgraflar meşrettiler. Buna nazaran harekâtın başlangıcında zat-ı âlilerinin
Ankara'da bulunduğunuzu zannediyorduk.
''- Filhakika bu ziyafetten bahsedildiğini ben de duydum. Fakat bu
ziyafet değildi. Bazan insanlara mütena'im olmadıkları (nimetlenmedikleri) çok
ziyafetler atfolunur!..''
Şimdi mülâkatın asıl mühim safhasına gelmiştik:
Taarruz harekâtı nasıl başladı ve nasıl inkişaf etti?
Bu muazzam Türk zaferinin hikâyesini, en yüksek müessirinin lisânından
dinlemekte müheyyiç (heyecan verici) bir şey var.
''- Taarruz hareketi Afyonkarahisar cenup cephesinde düşmanın bir kısım
hutut-u müstahkemesini (müstahkem hatlarını) çiğneyerek tatbik edilmiş bir
yarma hareketi ile başladı. Bunu müteakip düşman ordusu kuvay-ı asliyesinin bir
araya gelerek hazır bulunduğu Afyonkarahisar - Dumlupınar meydan muharebesi
tesmiye olunan ve beş gün devam eden harpler neticesinde düşman ordusunun
kuvay-ı asliyesi artık kuvet olmaktan çıkarılmıştı.''
- ''Başkumandan Muharebesi' namını alan harp hangisi idi?
''- Bu isim, büyük meydan muharebesinin son safhasını teşkil eden
muharebeye verilmiştir. Düşman ordusu meydan muharebesi esnasında ikiye
parçalanmıştı. Bunun büyük bir kısmı Dumlupınar şimalinde Adatepe civarında bir
dereye sıkıştırıldı ve orada imha veya esir edildi.''
- Müsaade buyurulursa tebliğ-i resmilerimiz hakkında bir istizahta
bulunacağım: Tebliğlerimizde muvaffakiyetlerimiz tamamıyla ifade edilmiyordu.
Hatta biz kendi zaferlerimizin derecesini Yunan tebliğlerinden öğreniyorduk.
''- Hakkımız var. Biz tebliğ-i resmîlerimizde sadece harekât-ı
askeriyenin devam ve suret-i inkişafını göstermekle iktifa ettik (yetindik).
İstihsal ettiğimiz muvaffakiyetlerin ehemmiyet ve azametini o kadar yakından
anlamıştık ki bunun ilânını düşmanlarımıza bırakmakta beis (sakınca)
görmüyorduk. Muzafferiyetlerimizn düşman ağzından ifade edildiğini işitmek
ayrıca bir zevk değil midir?''
- Akıncı denilen müteferrik kuvvetlerimizin vazifesi ne oldu?
''- Bu nam altında tebliğ-i resmîlerde gördüğünüz kuvvetler düşman
gerilerinde faaliyette bulunmaya memur edilmiş süvari kıtalarıyla bir kısım
atlı piyadelerimizdir. Bu kuvvetler mühim işler gördüler, ezcümle birçok kasaba
ve köyerimizi yangın ve tahripten kurtarmışlardır.''
Zaferin İstanbul'u ve bütün dünyayı hayrete düşüren muhayyirülukâl
(akıllara hayret veren) taraflarından biri de sürati idi. Askerlerimiz İzmir'e
girdiği vakit, Yunan ordusunun bakıyyetüssüyufu (artakalan kısmı) henüz şehri
terketmemişti. Bu sür'atin nasıl mümkün olduğunu Paşa hazretlerinden sorduk:
''Ordumuzun seri ve şedit (şiddetli) takibatı sayesinde! Filhakika daha
taarruza başlamazdan evvel, dört yüz kilometreyi mütecaviz mesafe üzerinde bilâ
inkıta (durmaksızın) ve bütün ordularla; düşmana nefes aldırmayacak kadar seri
bir takip icra etmek nokta-i nazarından esaslı hazırklıklarda bulunmuş ve
tedbirler almıştık. Düşman kuvvetleri büyük meydan muharebesinde mahlûp
olduktan sonra Dumlupınar mevzilerinde, Uşak'ın şarkında Takmak, Alaşehir,
Salihli civarlarında ve son defa olmak üzere İzmir'in yirmi beş-otuz kilometre
şarkındaki müstahzar (hazırlanmış) meteaddit mevzilerde müdafaaya teşebbüs
etti. Bu teşebbüslerin her birinde düşman ordusunun bakıyeleri bir defa daha
mağlûp ve perişan edilerek ordumuz İzmir'e girdi.''
- Harekâtta istihdaf olunan (hedef tutulan) gaye evvellâ yalnız İzmir'e
girmek mi idi! Bursa'ya harekât nasıl tevcih edildi!
''- Tertibat-ı askeriyemiz ve tahsis olunan kuvvetlerimiz, her iki
hedefe kuvvet ve emniyetle vüsulü temin edecek derecede idi. Nitekim
tasavvuratımızda isabet olduğu İzmir'in sabah, Bursa'nın akşam olmak üzere
ikisinin ayni günde istirdat edilmiş (kurtarılmış) olmasından tezahür eder.''
Mülâkat bundan sonra siyasi vaziyette intikal etti. Bu bahse ait
Başkumandanımızın beyanatı şöyle hülâsa edilebilir:
Ordularımızın ilk hedefi Akdeniz'di. Ordularımız Misak-ı Milli ahkâmını
tamamıyla temin ettiği vakit ikinci ve üçüncü hedeflerine vâsıl olmuş
olacaklardır.
Paşa hazretleri son söz olarak dediler ki: ''Milletimiz neşve-i zaferle
(zafer neşesile) menaf-i hakikiye ve hayatiyeszini (gerçek ve hayatî
menfaatlerini) unutacak kadar mahmur olmamıştır!''
FALİH RIFKI
(Akşam'dan: 21 Eylül 1922)
10.
MUSTAFA KEMAL'İN YAKUP KADRİ'YE
VERDİĞİ MULÂKAT
İzmir- Buraya geldiğim gündenberi hep karargah muhitinde ve
kumandanlarla zabitan arasında bulunuyorum. Bunun içindir ki bana, Mustafa
Kemal Paşa Hazretleri'ni sık sık görmek nasib oluyor. Başkumandan İzmir şehrine
girdikten sonra siyasî şahsiyeti askerî şahsiyeti kadar tebarüz etmeye başladı.
Sulh için ne düşünüyor, ne söyleyecek, kendisine kadar vâki olacak teklifleri
nasıl telâkki edecek, bu, dünyanın merak-âver (merak veren) hattâ müheyyiç
(heyecan veren) muammalarından biridir. Başını ihata eden (çevreliyen) şa'şah
zafer hâlesiyle (tacı ile) hâdisatın, âlemin ön safında duruyor, fakat herkese
yine her vakitten ziyade uzak görünüyor ve o zafer hâlesinin nuru çehresine,
bir türlü, siyaset meraklılarının aradığı aydınlığı veremiyor. Ben kendileriyle
ilk mülâkatımda asıl bu anlaşılmayan taraflarını öğrenmek istedim, onun içindir
ki, ilk sualim düne kadar yaptığı işlere ait olmadı, yarın ne yapmak fikrinde
bulunduğunu sordum. Dedim ki:
- Paşa hazretleri, Dumlupınar Meydan Muharebesi kazanıldıktan sonra ordulara
ilk hedefin Akdeniz olduğunu söylemiştiniz. ''İlk hedef'' tâbirini kullanmakla
takibi lâzım gelen ikinci ve üçüncü hedefler mevcud olduğunu zımmen (kapalı bir
şekilde) ihsas ettiğinde anlaşılıyor. Lûtfen bu hususta biraz malûmat verir
misiniz!
Bilâtereddüt cevap verdiler, dediler ki:
''- Türkiye Büyük Millet Meclisi ordularının vazifesi Misak-ı Millî
ahkâmını (hükümlerini) temin etmektir. Türkiye halkı, millî hudutları içinde
bütün medeni insanlar gibi tam mana ve şümuliyle hür ve müstakil yaşayacaktır.
Fakat bilirsiniz ki hareket-i askeriye, faaliyet-i siyasetinin ümitsiz olduğu
noktada başlar. Ümidin emniyetbahş bir surette avdeti orduların hareketinden
daha seri hedeflere muvasalatı (varışı) temin edebilir.''
Başkumandanın şu son cümlesi bana âtideki (gelecekteki) suali irad
etmek (sormak) cesaretini verdi:
- Herhalde, dedim; bu hedeflere ordu ile veya diplomasi ile vâsıl olmak
hususlarındaki noktai nazarınızı (görüş tarzınızı) bilmek pek faydalı olur
zannındayım.
Paşa hazretleri ayni kat'i edâ ile:
''- Hiçbir vakit fuzulî yere kan dökmek istemedik ve istemeyiz.
Milletimizin ve Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin hakikî zihniyeti böyledir.
Şimdiye kadar dökülen kanların mes'ulleri cihan-ı medeniyetçe (medeniyet
dünyasınca) tanınmış ise facianın devamına mahal (yer) yoktur.''
Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine tasavvur ettiği sulhun mahiyeti
hakkında bir sual daha sormak istedim; dedim ki:
- Yunan ordusunu, senelerce kendi topraklarını bile müdafaadan âciz
bırakacak bir surette müzmahil (dağıtıp) ve perişan ettiniz! Böyle büyük ve
kahhar (yok edici) bir zaferden sonra sulhun tesisinde müzakerat-ı siyasiyeyi
çetinleştirecek bazı yeni şartlar mevzuu bahıs olacak mıdır!
Başkumandan tebessüm etti:
''- Bu suali sormakla faydalı bir iş yaptığınızı zannederim. Yalnız
sizin değil, bütün dünyanın bize böyle bir sual tevcih etmeye hakkı var ve yine
alacağınız cevapla bütün dünyayı tatmine delâlet etmiş olacaksınız.
Evvelâ herkesin kat'iyetle bilmesi lâzımdır ki, Türkiye halkının
mukadderatına bizzat vaz'ülyed olması (sahip olması) suretiyle teessüs etmiş
bulunan Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmeti ve yine herkesin sarih (açık)
olarak bilmesi lâzımdır ki bugünkü Türkiye halkı asırlarca kendi iradesini
başkasının elinde görmeye tahammül eden halk değildir ve asıl bilinmesi lâzım
gelen cihet bugünkü Türkiye halkının ve hükûmetinin tûl-ü (aşırı emel) peşinde
koşup kendi evni unutan ve harap bırakan sergüzeştçi insanlardan olmadığıdır.
Binaenaleyh kemal-ı kat'iyetle (tam bir kesinlikle) beyan edebilirim ki
hükûmetimiz neşve-i zaferle (zafer sevinciyle) menafi-i hakikiye (gerçek
çıkarını) ve hayatiyesini unutacak kadar lanmur olmamıştır. Biz yalnız hukuk-u
sarihamızı (açık hukukumuzu) emniyetle istihsal etmekten ibaret olan esasları
takip ederiz. Türkiye Büyük Millet Meclisi teessüs ederken hangi hususları
hayatî ve lâzımültemin (temini lüzumlu) görmüş ise bugün dahi yine aynı şeyleri
mevzuu bahseder.''
YAKUP KADRİ
(İkdam'dan: 22 Eylûl 1922)
11.
MUSTAFA KEMAL'İN CELÂL NURİ'YE
VERDİĞİ MÜLÂKAT
İzmir - Bu Mektubumda Mustafa Kemal Paşa'dan bahsedeceğim. Koca
Gazi'miz Rıhtım boyunda -şimdi muhterik (yanmış) olan- bir gün akdem (evvel)
bir sahilhanede oturuyordu. Her zamandan genç, çalâk...
- Paşam! Bu zaferi havasalam ihata edemiyor (kavrayamıyor) Ver elini
öpeyim.
Karşımda asr-ı hazırın (yüzyılımızın) en büyük sahib-i seyfi duruyor.
Zafer-i nila-i (son zafer) kendisini her vakitten ziyade beşuş (güleryüzlü)
etmiş. Paşa, bundan sonra her türlü âmal-i milliyemize hem de pek yakında nail
olacağımıza kaani, Başkumandan-ı âzamımız (büyük başkumandanımız) zaferin
sür'atine hayran:
- Ne dersiniz! Piyade de İzmir'e süvarilerle beraber dahil oldu... Bu
ne tayy-ı mekân (mekânı yok etme) mûcizesi!
Paşa söylüyor:
''-Askere istirahat emrediyorum. Asker dinlemiyor, ve, İzmir'de
istirahat ederiz; mukabelesiyle cenk ediyorlar!...''
İyice anladım ki Mustafa Kemal Paşa bu muharebede yeni bir usûl-i harb
ihtiyar etmiş ve herkesi şaşırtmıştır. Bu taarruz ve tecavüzde ittihaz edilen
mektumiyet (gizlilik) bir şaheserdir. Bu kararı kumandanlar bile bilmiyorlardı.
Bunun yalnız üç beş mahremi vardı. İşte o kadar...
Paşa söylüyor:
''- Artık Yunan ordusu namına hiçbir şey mevcut değildir. Hattâ Yunan
devleti bile yoktur. Rumeli'deki bir iki fırkadan maada Yunan'ın hiçbir kuvveti
kalmamıştır.''
Ateş-i mükaddesi milliyet (kutsal milliyet ateşi) Mustafa Kemal
Paşa'nın gözlerinde parlıyordu. Defaatle Paşa, âlemin bizi henüz
anlayamadığını, ve bu harikayı ibrazda muvaffak olmayacağımızı zannettiğini
söylüyordu.
Tevazu ve mahviyeti (alçakgönüllülüğü) derece-i ifrata (son derecesine)
götüren paşa, zaferin âmili (meydana getireni) olmak üzere mukaddes ve mübeccel
(kutsal ve yüce) Mehmetçiğimizi gösteriyor. Müşarünileyhin bu hakkını bir
kayd-ı ihtirâzi (sakınma kaydı) ile kabul ederiz: Mehmetçik ve kumandanlarımız!
Bu muharebedeki sürat insanı şaşırtıyor. 26 Ağustos'ta başlayan zafer
ve seyr-ü hareket 9 Eylül'de kemalini bulmuş ve bitmiştir. On beş günde sabık
cepheden harp ede ede İzmir'e varmak... Bu işte, ordumuzun ve kumandanlarımızın
bir sırr-ı zafer kerametidir.
Bu şerait (koşullar) altında değil harben, seyahat-ı âdiye ile bile iki
haftada Afyon Karahisarı'ndan İzmir'e gitmek muhalat-ı kat'iyedendir (asla olamaz
şeylerdendir).
Muharebe Mustafa Kemal Paşa'yı hiç yormamış. Şurasını anladım ki zafer
ve galibiyet her türlü yorgunluğu gideriyor ve insana yeni bir mukavemet
kabiliyeti izafe ediyor (ekliyor, katıyor).
CELÂL NURİ
(İleri'den, 24 Eylül 1922)
12.
MUSTAFA KEMAL'İN UNİTED PRESS
MUHABİRİNE TELGRAFLA VERDİĞİ MÜLÂKAT
Bursa: 22 Teşrinievvel (Eylül) 922 - (Hususi muhabirimizden) Sekizyüz
Amerikan gazetesi namına hareket eden United Press muhabiri Doktor Edward King
İstanbul'dan Başkumandan Paşa Hazretleriyle telgrafla bir mülâkat yapmıştır.
Mustafa Kemal Paşa Hazretleri Amerikan muhabirinin suallerine pek mühim
cevaplar vermişlerdir. Muhabirin suallerini ve Paşa Hazretlerinin cevaplarını
aynen gönderiyorum:
- Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin sulh programındaki esaslı noktalar
nelerdir?
''- Misak-ı Milli.''
- Boğazlar meselesinin halli için teklif buyurduunuz suret-i hal (çözüm
şekli) nedir?
''- İstanbul ve Marmara'nın emniyeti masun kalmak (korunmak) şartıyla
Boğazların cihana açık bulunması esas maksadımızdır. Bu hususta alâkadar
devletler ile beraber bulacağımız şekil, mâkul ve muteber olacaktır.''
- Amerika Birleşik Devletleri hakkında ne türlü bir iktisadi siyaset
takip edeceksiniz!
''- Amerika'nın milli menfaatlerimizi âzami derecede tahmin edebilecek
olan vâsi sermaye ve menabiinden (kaynaklarından: istifadeye ehemmiyet
atfederiz.''
- Amerika ve Avrupa efkâr-ı umumiyesine daha bazı şeyler bildirmek arzu
buyuruyor musunuz?
''- Amerika, Avrupa ve bütün medeniyet cihanı bilmelidir ki Türkiye
halkı her medeni ve kabiliyetli millet gibi bilâ kay-ü şart (kayıtsız şartsız)
hür ve müstakil yaşamaya kat'iyyen karar vermiştir. Bu meşru kararı ihlâle
(bozmaya) müteveccih (yönelik) her kuvvet Türkiye'nin ebedi düşmanı kalır. Bu
hususta cihan-ı insaniyet (insanlık âlemi) ve medeniyetin vicdan-ı hâlisi
muhakkak Türkiye ile beraberdir. Memleketimizin uğradığı tahribatı imar ve
senelerdenberi türlü türlü maniler altında tazyik edilen hayat-ı
iktisadiyemizin meşru inkişafını temin ve fen ve irfan içinde çalışan bir
hayata kavuşmak umde-i sulhiyemizdendir.''
EDWARD KİNG
(Hâkimiyet-i Milliye'den, 24 Ekim 1922)
13.
MUSTAFA KEMAL'İN PETIT PARISIEN
MUHABİRİNE VERDİĞİ MÜLÂKAT
Paris'te yayımlanan ve dünyanın en çok tiraja sahip gazetesi olan Petit
Parisien Bursa'daki muhabiri vasıtasıyla Başkumandan Gazi Mustafa Kemal Paşa
Hazretleri ile bir mülâkat yapmıştır.
Fransız muhabiri, Gazi Başkumandanın sadeliğini ve onun simasındaki
azim âsarını naklettikten sonra diyor ki:
Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri'ne şarkta ecnebiler aleyhine
başlayan ve Ankara'dan gelir gibi görünen hareketin Fransız Efkârı
Umumiyesi'nde husule getirdiği endişeden bahsettim.
İzmir'de, Bursa'da, Ankara'nın siyaseti yüzünden Fransız menfaatinin
zarar görmeye başladığını, Fransızlar Türkler hakkındaki dostane siyasetlerinden
dolayı bütün bütün müttefiklerinden ve bilhassa Romanya ve Sırbistan'dan türlü
sitem ve hücumlara maruz olup dururken Türklerden müşkülât görmeleri onları
elim bir hayrete düşürdüğünü, Fransa Hükümeti Türk müddeiyatını (iddialarını)
hararetle müdafaa ettiği bir sırada Anadolu'da Fransız ticaret ve sanayiinin
harabisini istilzam edecek (gerektirecek) bir meslek tutulmakta olmasını
anlayamadığımızı söyledim ve Türk muhibbi (dostu) bir Fransız sanatkârının bana
dediği gibi Kuvay-ı Milliye ordusunun zaferi şarkta Fransız menafiinin mahv-ü
harâbisi demek olup olmadığını sordum. Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri
sözlerimi pek ziyade dikkatle dinledi. Gazi Mustafa Kemal Paşa Anadolu'da sakin
olan Fransız ve ecnebilerin birkaç haftadan beri işlerini tesviye ve milliyet
hissiyatı hâd bir devreye girmiş olan bu memleketi tahliye ederek (boşaltarak)
diğer Hıristiyanlar gibi hicrete mecbur kalmak üzere bulunduklarını bilecek
kadar ahvalden (durumdan) haberdardır.
Gazi Başkumandan söze başlayarak dedi ki:
''- Bana, Avrupalıların ve bilhassa Fransızların şark'taki menafiinden
(menfaatlerinden) bahsediyorsunuz. Her şeyden evvel şurası bilinmek lazımdır di
Büyük Millet Meclisi Hükümeti kapitülasyonların ipkasını (bırakılmasını) asla
kabul etmeyecektir. Şayet tebaa-i ecnebiye (yabancı tebaa) eskiden olduğu gibi
bundan sonra da kapitülasyonlardan istifade etmeyi düşünüyorlarsa aldanıyorlar.
Kapitülasyonlar bizim için mevcut değildir ve asla mevcut olmayacaktır. Fakat
Türkiye'nin istiklâli her sahada tamamen ve kâmilen tasdik olunmak şartıyla
kapılarımız bütün ecnebilere genişçe açık olacaktır.
Türkiye ve düvel-i muazzama (büyük devletler) arasında bilahare
akdolunacak mukavelelere tevfikan (uyarak), ecnebilerle münasebât-ı hasene (iyi
münasebetler) tesis ve idame edeceğiz.
Size temin ederim ki bu sebepten dolayı müttefikler mahafilinde beliren
endişe lüzumsuzdur.
Birtakım mesail-i iktisadiye (ekonomik meseleler) vardır ki biz bunları
kendi menabiimizle (kaynaklarımızla) halledemeyiz ve bize yardım edecek dostlar
aramaya mecburuz. Halkımızın Fransa hakkında hissiyat-ı dostane (dostluk
duyguları) perverde etmesi (beslemesi) pek tabiidir, çünkü Fransa Efkâr-ı
Umumiyesi'nin Türklere müsait olduğunu gördük ve her gün görüyoruz.''
- Türklerin Sulh Konferansı'nda serdedecekleri teklifatın hutut-u
esasiyesini (esas hatlarını) lütfen beyan buyurur musunuz?
''- Şeraitimiz (şartlarımız) çok açık ve çok sadedir. İstiklâlimizin
bilâ kayd-ü şart tasdikini talep ediyoruz. Bu mücmel (kısa) cümlede
programımızın bütün hutut-u esasiyesi mündemiçtir (bulunmaktadır). Hudud-u
millimiz dahilinde bulunan toprakların bize verilmesinde ısrar edeceğiz. Ondan
sonra bu topraklar dahilinde tamamıyla müstakil, yani kapitülasyonsuz bir
Türkiye yaşamasını istiyoruz. İşte bütün istediklerimiz budur. Şu aralık ortada
alemşumul bir mesele vardır ki bu da Boğazlar meselesidir. Boğazlardan
serbesti-i müruru (geçiş serbestliğinin) temini bizim için bir esas olduğunu
bütün âlem bilir. Biz Boğazların küşadını (açılışını) ve serbestisini tekeffül
ediyoruz. Biz bu meselede tek bir şart vazediyoruz. O da İstanbul'un ve Marmara
Denizi'nin emniyeti meselesidir.
Bu meselenin yalnız Türkiye'nin arzu ve menafi-i hususiyesi dairesinde
hallolunamayacağını bilmez değiliz. Bu işte Avrupa'nın menafi-i umumiyesi de
nazarı dikkate alınmak lazım geldiğini biliyoruz ve bunun için konferansta
tespit edilecek bir şekli kabule biz de hazırız.''
Paşa Hazretleri'ne sordum:
- Şu halde M. Poincare tarafından sulh konferansının iki safhaya
tefriki (ayrılması) suretiyle ortaya atılan teklifi siz de kabul ediyorsunuz
demektir.
Gazi Mustafa Kemal Paşa cevap verdi:
''- Türkiye, müttefikler ve Yunanistan arasında sulh akti için tanzimi
lazım gelen mesail bilhassa işbu devletleri alakadar eder. Ancak Çanakkale
meselesinin halli için hususi bir konferans akdedilmesi ve bu konferansa bütün
alakadar devletlerin ve bilhassa Sovyet Hükümeti'nin iştirak eylemeleri şayan-ı
tercihtir.''
Bunun üzerine Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri'ne şu suali irad
ettim:
- Ankara Büyük Millet Meclis Hükümeti'nin Anadolu'da sakin (oturan)
ecnebilere karşı tarz-ı hareketi (hareket tarzı) Bolşevikler tarafından ittihaz
edilmiş olan tedabire (tedbirlere) pek benziyor, ezcümle İzmir'de bazı
bankalarda ve hatta Fransız bankalarında ecanibe ait kasaların zorla açılması İstanbul'da
müttefikin (müttefikler) mahafilinde pek elim bir tesir hâsıl etmiştir.
Türkiye'de komünizm şeklinde bir idare mi tesis etmek istiyorsunuz?
Gazi Mustafa Kemal Paşa şu cevabı verdi:
''- Yeni Türkiye'nin eski Türkiye ile hiçbir alakası yoktur. Osmanlı
hükümeti tarihe geçmiştir. Şimdi yeni bir Türkiye doğmuştur. Tabii millet
değişmemiştir. Aynı Türk unsuru bu milleti teşkil ediyor. Ancak tarz-ı idare
değişiyor. Ankara Hükümeti'nden evvel İstanbul'da bir sultan ve bunun hükümeti
vardı. Millet, memleketin işlerine, vazifesi kanun yapmaktan ibaret olan bir
Meclis vasıtasıyla iştirak edebiliyordu. Bu tarzı hükümet, millete hâhişker
(arzuladığı) olduğu istiklal ve hürriyeti vermeye kâfi değildi.
......................................... (noktalı yerler sansür tarafından
çıkarılmıştır). Yaşamak ve bunun için de ne lazımsa onu yapmak istiyoruz. İşte
bunun içindir ki üç senedenberi tarz-ı idaresini değiştirdi. Yukarıda izah
ettiğim hükümete bedel, doğrudan doğruya milletten çıkan bir hükümeti kabul
etti. Bu yeni hükümet taraf-ı milletten mansup (nasbedilmişy seçilmiş) ve aynı
zamanda hem kuvve-i icraiyeyi, hem de kuvve-i teşriiyeyi haiz mebuslardan
teşekkül eder. Bu mebusların bazıları umuru idarenin teferruatını temşiyete
(yürütmeye) ve halk komiserleri vazifesini ifaya memurdurlar. Hakikatte hâkim
olan ve her şeyi idare eden merci, Millet Meclisidir. Zannıma göre yeryüzünde
buna benzeyen diğer bir hükûmet mevcut değildir.
Şurasını unutmamalı ki bu tarz-ı idare tamamile bir Bolşevik sistemi
değildir. Çünkü biz ne Bolşeviğiz, ne de komünist! Ne Bolşevik ne de komünist
olamayız. Çünkü biz milliyetperver ve dinimize hürmetkârız. Hülâsa bizim şekl-i
hükûmetimiz tam bir demokrat hükûmetidir. Ve lisanımızda bu hükûmet ''halk
hükûmeti'' diye yâd edilir.
Bu hükûmet doğrudan doğruya milletin arzularını tatmine hâdim ve
millet, memleketin idaresine bizzat sahiptir. Bu itibarla kendi mukadderatını
kendisi tâyin eder. Memleketimizdeki şuabat-ı idaremizin (idare şubelerimizin)
kâffesinde (tümünde) tatbik edilecek olan usul de budur.''
- İstanbul'a avdetinizde padişahı tanıyacak mısınız?
''- Yirminci asırda bizim elimizden hürriyetimizi alıp başkalarının
hâkimiyetini iade ve tesis etmek olamaz.
Hilâfeti muhafaza edeceğiz. Şu şartla ki Büyük Millet Meclisi ve millet
halifenin istinat edeceği bir mesnet ve kuvvet olacaktır.''
- Hilâfette şimdiki usul-ü veraseti muhafaza edecek misiniz?
Gazi Mustafa Kemal Paşa burada biraz tereddütten sonra:
''- Bu bapta kat'î bir şey söyleyemem. Maamafih şimdiki usulün
muhafazası müreccah olacağı (öncelik tanınacağı) zannındayım. Çünkü en sade ve
en sehlüttatbik (kolay uygulanan) olan yol budur. Esasen bu mesele yalnız
Türkiye'ye ait olmayıp bütün Âlem-i İslâmı (İslâm âlemini) alâkadar eden bir
meseledir.''
(İkdam'dan: 3 Kasım 1922)
14.
MUSTAFA KEMAL'İN HAKKI TARIK'A
VERDİĞİ MÜLÂKAT
- Paşa hazretleri hem 10 temmuzun, hem 1 teşrinisaninin (kasımın)
muvaffak bir kumandanıdırlar. İki inkılâp arasındaki farkı, lisan-ı
devletlerinden işitmek isteriz.
''- Bu iki inkılâp arasındaki fark, tarif olunamayacak derecede
büyüktür zannederim. Birincisi, milletin tabiaten aradığı havay-ı hürriyeti
teneffüs ettiğini zannettiren bir harekettir; fakat ikincisi milletin hürriyet
ve hâkimiyetini fiilen ve hâdiseten tespit ve ilân eden bir inkılâbı mesuttur
ve şüphe yok, yalnız Türkiye'de değil, bütün cihanda nazar-ı ehemmiyete
alınmaya lâyık bir teceddüttür (yeniliktir).
- Bazıları iki inkılâbın tazammun ettiği (içerdiği) şekl-i idare
arasında bir fark olmadığına kani görünüyorlar. Meselâ: ''Meşrutiyette gayri mes'ul
bir mevkide tutulan hükümdar vâkıa kendiliğinden bir başvekil nasbeder (atama
yapar) görünmektedir; fakat bir tecrübe devresinden sonra bu başvekili itimatla
yerinde tutup tutmamak yine Millet Meclisi'nin elindedir ve bütün icra
işlerinde sadrazamın imzası olmadan hükümdarın imzası bir kıymet ifade etmez.
Şu halde bugünkü icra vekilleri heyeti, dünkü heyeti vükelâ ile
karşılaştırırsak, iki şekli idarede büyük bir fark görmemek lâzım gelir''
diyorlar.
''- 10 Temmuz inkılâbı bir hükümdarı müstebitle millet arasında en
nihayet kuyut ve şurut ile muvazene arayan bir zihniyeti istihsale mâtuf idi.
Halbuki son inkılâp, usul-i meşrutiyeti dahi hürriyet ve istikbâl-i millet için
kâfi göremez ve bilâkaydü şart hâkimiyeti, milletin uhdesinde tutan esaslı bir
umdeye istinat eder (ilkeye dayanır). Bu umdenin taallûk ettiği şekil, hiçbir
vakitte eski eşkâl (biçim) ile mukayese kabul edemez. Bugün Türkiye devleti
doğrudan doğruya bir Meclis, bir şûra hükûmeti ile idare olunur ve ilelebet
böyle idare olunacaktır. Türkiye Devleti'nin ve Türkiye Büyük Millet Meclisi
Hükûmeti'nin mahiyet-i asliyesini anlayabilmek için, Teşkilâtı Esasiye'sini
dikkatle mütalâa etmek lâzımdır. Bu hususta benim tarafından verilen bir nutku
gözden geçirmek de muvafık (uygun) olur.''
- Teşkilâtı Esasiye kanunumuzun mütalâası bazılarınca bir noktadan, bir
madde ilâvesine ihtiyaç hissettirdiği kanaatini hissettirmiş; Meclisin iki
seneden ibaret eden müddet-i içtimaı bitmeden Meclis haricindeki efrad-ı
milletin ârâsını (oylarını) yoklamak lüzumu hâsıl olsa icrasına nasıl imkân
verilebilecektir!
''- Bunun için bir madde ilâvesine lüzum yoktur. Vaziyeti hakikiye
muvacehesinde Meclis buna dair usûlü dairesinde bir karar ittihaz edecek
mevkidedir.
- Paşa Hazretleri sulh müzakeresinde bulunuyoruz. Bugünkü Meclis,
müddeti içtimaını, gaye-i millinin tahakkuku ile takyid (bağlamış) ve tahdit
etmiştir. Meclis, heyeti vekileyi sulh muahedesinin imzasına mezun kılmak gibi
bir karar itihas edince kendisi gaye-i milliye vasıl olmuş sayılabilecek midir?
''- Şüphesiz şayan-ı kabul göreceği sulh şeraitini tasdik ettiği gün,
hikmet-i mevcudiyeti olan vezaif-i milliyeyi ikmal etmiş olacaktır ve Teşkilâtı
Esasiye kanununda musarrah olduğu üzere iki sene devam etmek üzere yeni
intihabat icra olunacaktır.''
- Paşa hazretleri memleketimizin her noktasını tanımış, ihtiyacına
nüfuz ve vukufunu da muvaffakıyetleriyle ispat etmiştir. Bilhassa istilâdan
kurtarılan yerleri nazarı dikkate alarak, eğer faaliyet-i milliyeyi bir sıra
numarası altına almak icap etes, en başa hangi nevi icraat geçireceklerdir.
''- Buna dair badessulh (barıştan sonra) ilân edeceğim programda
izahat-ı kâfiye göreceksiniz.
(Paşa hazretlerini programın esasları hakkında söyletmek mümkün olmadı
ve ikinci bir mülâkat bu ketm ve imsakin sebebinden bir haber verdi. Dün bütün
milli emeller bir ''misak'' üzerinde toplanarak müdafaa yolunda memlekete nasıl
bir istinat noktası bulunmuş ve muvaffak olunmuşsa, Paşa hazretleri yarın da
milli tekâmül için öyle bir istinat noktasını tâyin ederken, kendi
tâbirleriyle, memleketin münevverlerini ''tahriri bir kongre''ye iştirâk
ettirmeyi tasmim etmişlerdir (tasarlamışlardır). O cevaplar gelip toplandıktan
sonra müntahap (seçilmiş), heyetin yardımıyla bunları gözden geçirecekler ve
bütün halk kütlesini birden kaldıracak bir idare manivelâsını o zaman harekete
getireceklerdir.)
(Vakit'den: 12 Kanunuevvel (Aralık) 1922, Nu: 1796)
15.
MUSTAFA KEMAL'İN PAUL HERRIOT'YA
VERDİĞİ MÜLÂKAT
Paul Herriot'nun 26 Aralık 1922'de gazetesine çektiği telgraf:
Ankara'ya varır varmaz Büyük Millet Meclisi Reisi Gazi Mustafa Kemal
Paşa'dan istediğim mülâkatı yapmak fırsatını elde ettim. Müşarürieyh beni
Çankaya köşkünde kabul etmek lûtfunda bulundu. Verdikleri bu önemli demeci
geleceğe aynen dercediyorum.
Mustafa Kemal Paşa hazretleri sözlerine şöyle başladılar:
''- Türkiye'ye karşı daima iyi niyetler beslemiş olan Fransız kavminin
Türkleri, içinde bulundukları hal-i harbten çıkmış görmek arzusunda bulunduğuna
ve Türk mütalebatının (isteklerinin) haklı ve mâkul olduğunu takdir ettiğine
samimî surette kaaniim. Binaenaleyh Lozan'daki murahhaslarımızın ihtiyar
ettikleri hatt-ı hareketten derin surette müteheyyirim (hayretteyim) ve bu
murahhasların memleketiniz efkâr-ı umumiyesinin hakikî tercümanı olduklarına
inanamıyorum.
Murahhaslarımız hiçbir yeni talepte bulunmadılar. Kendilerinin
mutalebatı (istekleri) memleketimizin yaşaması ve istiklâlini temin etmesi için
lâzım gelen şeraitin hadd-ı asgarisini ihtiva etmektedir.
İstanbul ve Marmara denizinin selâmet ve taarruzdan masuniyeti hakkında
teminat-ı lâzime (gerekli teminat) verilmek şartiyle Boğazlar serbestisini en
evvel teklif eden biziz. Bugüne kadar bunu yapmadılar. Bu kabil teminat
talebinde bulunduğumuzdan dolayı bizi ciddi surette tahtie edemezler (hatalı
bulamazlar). Bugün bizi Lozan'a davet eden zevatın konferansın küşadından
mukaddem (açılmasından önce) İstanbul'un bize iade edileceğini vadeden insanlar
olduğunu derhâtır edince bu vaadin bize hulûs (iyi) niyetiyle yapılmış
olmasından şüphe etmeye başlıyoruz. Çünkü İstanbul'un selâmet ve emniyeti için
elzem (gerekli) olan şerait (koşullar) hakkında bugün bizimle pazarlık yapılmak
isteniyor. Mamafih bu husustaki fikrimi beyan etmeyi Boğazlar meselesinin
halledildiğini öğreneceğim güne tâlik ediyorum (geciktiriyorum).
Kapitülasyonlar
''Lâkin şimdiye kadar Lozan, bize şayan-ı hayret ve taaccüb (şaşkınlık)
diğer manzaralar da ihzar etmekten (hazırlamaktan) geri durmadı.
Kapitülâsyonların konferansta birçok içtimaları (toplantıları) işgal etmiş
olması sebebini bir türlü anlayamıyoruz. Bu meselenin mevzuubahs ve müzakere
edilmesi bile izzet-i nefs-i millimize (millî izzetinefsimize) tevcih olunmuş
bir hakarettir. Kapitülâsyonların Türk milleti için ne derece menfur (nefret
edilecek) bir şey olduğunu size tarife muktedir değilim. Bunları diğer şekil ve
namlar altında gizleyerek bize kabul ettirmeye muvaffak olacaklarını tasavvur
ve tahayyül edenler bu bapta pekçok aldanıyorlar. Zira Türkler
kapitülasyonların idâmesinin (devam ettirilmesi) kendilerini pek az bir vakitte
ölüme sevkedeceğini pek iyi anlamışlardır. Türkiye, esir olarak mahvolmaktansa
son nefesine kadar mücadele ve mücahedede (uğrşmaya) bulunmaya azmetmiştir.
Ümit ederim ki bizimle sulh yapmak istediklerini beyan edenler nokta-i
nazarlarında ısrar etmeyerek, bu meselede Türk milletinin azim ve iradesi
aleyhine yürümek kaabil olamayacağını anladıklarını yakından göstermeye cesaret
edeceklerdir.
Bir fesat ve hiyanet ocağı bulunan, memlekette tohm-ı nifak (ayrılık)
ve şikak (uyuşmazlık) saçan, Hristiyan hemşehrilerimizin huzur ve refahı için
de mucib-i şeamet (uğursuzluğa sebep olan) ve felâket olan Rum Patrikhanesini
artık topraklarımız üzerinde bırakamayız. Bu tehlikeli teşkilâtı memleketimizde
muhafazaya bizi mecbur etmek için ne gibi vesile ve sebepler irâe olunabilir
(gösterilebilir?)
Türkiye'nin Rum Patrikhanesi içini arazisi üzerinde bir melce
(sığınılacak yer) göstermeye ne mecburiyeti var? Bu fesat ocağının hakikî yeri
Yunanistan'da değil midir?
Âlem-i medeniyetin unutmaması lâzım gelen bir mühim nokta daha vardır:
Büyük Millet Meclisi tarafından idare edilmekte olan yeni Türkiye, Babıâlinin
taht-ı idaresindeki eski Osmanlı İmparatorluğu değildir. Yeni Türkiye şeref ve
haysiyet, kudret ve kuvvetini müdrik ve hukukunu muhafaza için mevcudiyetini
tehlikeye ilka etmeye (atmaya) de hazır ve âmâdedir.''
PAUL HERRIOT
(Hâkimiyet-i Milliye'den: 2 Ocak 1923)
16.
MUSTAFA KEMAL'İN İZMİT'TE İSTANBUL
GAZETECİLERİNE VERDİĞİ MÜLÂKAT
İzmit - Gâzi Başkumandınımız vaziyet-i hariciye ve dahiliye, müstakbel
faaliyet-i milliye (gelecekteki ulusal faaliyetten) hakkında kendilerinden
beyanat telâkki etmek üzere İzmit'e giden sabah gazeteleri muharrirleri ile
(Akşam) muharririni kabul ederek berveçhiâti (aşağıdaki) beyantta
bulunmuşlardır:
''- Bu maksadı temine medar olabilecek (yarayabilecek) iki mufassal
(ayrıntılı) mülâkat yapılmıştır. Bittabi ben de İstanbul'un kıymetli erkân-ı
matbuatı (basın mensupları) ile böyle bir temasa mazhar olduğundan dolayı
suret-i mahsusada memnun bulunuyorum. Memnuniyetimin en mühim sebebi, bence de
tabiî olarak şayan-ı arzudur ki enim ve bilcümle rüfekay-ı mesaimin (çalışma
arkadaşlarımın) vaziyeti dahiliye ve hariciyeyi nasıl görmekte olduğumuzu ve
âtiye (geleceğe) ait mesail-i millîyemizin (ulusal sorunlarımızın) nasıl olması
lâzım geleceği tasavvurunda bulunduğumuzu bütün millet ve cihan bir an evel
bilsin. Bunu teminde bilcümle matbuatın olduğu gibi, çok mühim olan İstanbul
matbuatının ifa edeceği hizmetin derecesi suhuletle (kolaylıkla) takdir
olunabilir. Vuku bulan mülâkatlarda mezkûr üç esaslı zemin üzerinde çok teferruatlı
ve hattâ münakaşalı müdavele-i efkâr (fikir alışverişi) edildi. Ve benim arzu
ettiğiniz her nokta ve bütün teferruat üzerindeki beyanatımı dinlediniz, bu
suretle muttali olduğunuz (öğrendiğiniz) hususatın birkaç kelime ile hülâsasını
yapmak lâzım gelirse denilebilir ki:
1- Millet üç buçuk seneden beridir iktiham ettiği (göğüslediği)
müşkülât ve fedakârlığın mütebariz (belirgin) ve müsbet metayicini (olumlu
sonucunu) görmekle, takip olunan hatt-ı hareketin mutlaka hedef-i saadete
(mutluluk hedefine) vüsulünden (ulaşacağından) emindir. Bugünkü muvaffakıyatı
behemehal tespit ve teyit ettirmek için lüzum gösterilirse, şimdiye kadar
olduğundan daha vâsi (geniş) bir azim ve itmi'nanla (güvenle) fedakârlığını ve
gayretini idameye müheyyadır (hazırdır). Milletin mutlaka sulh veya mutlaka
harp arzusu gibi, başlı başına bir ifade-i kat'iyesi yoktur. Millet an'anesinin
bâriz bir şiarının ifadesini kullanmaktadır: ''Hayırlı olanı isteriz!'' Hayırlı
olan, bizi şimdiye kadar hayır ve selâmete isal edenlerin hükmedecekleri
tarzdır. Milletin bu ifade ile kasdettiği Türkiye Büyük Millet Meclisi ve onun
hükûmetidir. Bunların düşündüğü behemehal sulhü istihsal etmektir.
(sağlamaktır).
Buna milletin ve memleketin ihtiyacı olduğu kadar bütün cihan-ı
medeniyetin kat'î ihtiyacı vardır. Bir kere hal-i harbi (savaş durumu) idame
etmekle (sürmekle) evvelâ arzuy-u millîyi yerine getirememek, saniyen cihani
medeniyetin huzur ve sükûnuna mâni olmak gibi mesuliyetlerin faili olmak doğru
olmadığı gibi bilhassa buün bütün gayreti samimî olarak istihsal-i sulh (barışı
elde etmek) için her türlü tedbire tevessül etmektir. Ve bütün kalbini bilâ
istisna cihana açık olarak göstermeyi temine çalışmaktır. İtilâf devletlerinin
bu hakikati anlamamalarına ihtimal vermemektedir. Eğer devletlerin ve
milletlerin konferanstaki mümessilleri bu içtimaın hilâfına harekete devamda
ısrar gösterirler ve cihan-ı insaniyet ve medeniyetin tehalükle (can atarak)
intizar eylediği (beklediği) sulhün akdini akim (sonuçsuz) bırakırlar ise
Türkiye Büyük Millet Meclisi ve hükûmeti bundan çok müteessir olacaktır. Bu
insanî teessürü kendisini elbette zaaf ve tereddüd-ü kalbe düçar edemez. Üç
buçuk seneden beri istihsâli (elde edilmesi) uğrunda ihtiyar olunmadık
fedakârlık kalmayan hukuk-u asliye-i milliyesini (en esaslı millî hukukunu)
behemehal istihsal ve teminden ibaret olan vazifesini, yine bütün milletin
kaabiliyetine, kudretine, azmine ve kendisine olan emniyet ve itimadına
istinaden şimdiye kadar olduğundan daha büyük bir faaliyetle ifaya (yerine
getirmeye) devam edecektir.
Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin muzaffer orduları yeni zaferler
istihsali aşkından müstağni (kanıksamış) değildirler. fakat bu zafer aşkı
milletin selâmet ve saadetini temin aşkından münbaistir (doğmaktadır).
İkincisinin husulü, birinciyi hasıl telâkki ettirebilir.
2- Hükûmet hal-i harb ve hal-i intizarın devamına rağmen milleti,
şimdiden yeni usulümüzde idarenin mütekeffil olduğu (üzerine aldığı) menafi-i
hakikiyeden (hakiki menfaatlerden) müstefit edebilmek (faydalandırabilmek) için
lüzumu veçhile çalışmakta, yeni bir teşebbüs almakta veya yeni bir teşebbüsün
esaslarını düşünmektedir. Memleketin en ücra köşelerinde bile huzur ve asâyiş-i
halk o derece temin edilmiştir ki bunu zaman-ı sâbıkın (geçmiş zamanın) en
sâkin bir devresindeki hâl ile mukayese etmek nabemahal (yersiz) olur. Herkes
emniyetle ve bilhassa çok büyük ümitlerle tarlalarında veya sanatları başında
faaliyete geçmiş bulunuyor. Ve sa'y ve amellerinin (çalışma ve gayretlerinin)
kendilerinden gasbedilmeyecek semerelerinin iktitafından (devşirilmesinden)
emindirler. İktisaf, amarif işleri, muavenet-i içtimaiye (sosyal yardım)
himmetleri şimdiden kabil-i temas (dokunulabilir) yeni neticeler vermiştir.
Ziraat mektepleri mevcut olanlardan maada (başka) Bursa'da, Balıkesir'de,
İzmir'de, Adana'da, Erzincan'da beş mektebe malik olmakla tezyit edilmiştir
(arttırılmıştır). Harbin ve inkılâbatın atalete (durgunluk) koyduğu ziraat
bankaları yeniden hal-i faaliyete vazedilmiş (konmuş) ve birçok şube ihdas
ederek (açarak) halkın muavenetine şitap etmeye (koşmaya) başlamıştır. Birçok
mülteci ve muhacirler refah ile mütenasip yerlere sevk ve iskân edilmiştir.
Bunun daha iyi temini iin hususî muavenet bankaları tesis edilmek üzeredir.
Köylülere mühim miktarda (2 buçuk milyon liralık) alât ve edevat-ı ziraiye
tevzi edilmiş ve bu husustaki tevziata devam edilmektedir. Ayrıca köylülere
alât ve edevat-ı ziraiye vermek ve bunları icabında tamir etmek için sermayenin
yüzde yetmişine iştirâk edeceğimiz bir şirket ile anlaşılmak üzeredir. Bu,
çiftçilerin çok memnuniyetini ve menfaatini mucip olacaktır. Nafia
(bayındırlık) teşebbüsatı kariben (yakında) fiile münkalip olabilecek
(çevrilebilecek) ümitbahş (ümit verici) bir zemindedir. Bunun neticesinde
memleketin hüüçümle merakiz-i mühimmesi (önemli merkezleri) yekdiğerine az
zamanda şimendüferle kesb-i irtibat edecektir (bağlanacaktır). Mühim hezain-i
madeniye (maden hazineleri) açılacaktır.
Memleketimizin baştan nihayete kadar harap manzarasını mâmureye tahvil
etmekten (bayındır duruma çevirmekten) ibaret olan gayenin temel taşları her
yerde gözleri tesrir edecektir (sevinç içinde bırakacaktır). Çalışmak ve mesut
olmak ihtiyacında bulunan bütün halkımız için, ameleler için geniş ve emin
çalışma sahaları davetlerini yapmakta gecikmeyecektir. Memleketi mâmur ve milleti
mesut etmek için tasavvur ve teşebbüs edilen bütün bu işlerde takip olunacak
programın esas noktalarına fiilen tevessül edilmiş (girişilmiş) addolunabilir.
Bilhassa faaliyet-i iktisadiyeyi istinat ettireceğimitz esaslar her türlü
vukufla beraber bilhassa doğrudan doğruya memleketimizin topraklarını
koklayarak ve bu topraklarda bizzat çalışan insanların sözlerini işiterek
tespit olunacaktır. Sanayi ve ticaretimiz için dahi aynı mütalâa yapılacaktır.
Bunun içindir ki şubatın on beşinde İzmir'de belki beş bin kişinin
toplanabileceği bir kongre yapılacaktır. Bu kongre bizzat millete ve bir
taraftan da diğer milletlere anlatacaktır ki yeni Türkiye devleti temellerini
süngü ile değil, süngünün dahi istinat ettiği iktisadiyatla kuracaktır. Yeni
Türkiye devleti cihangir bir devlet olmayacaktır. Fakat yeni Türkiye devleti
bir devlet-i iktisadiye olacaktır ve bu devleti en kuvvetli temeller üzerinde
çok az zamanda kurmak hususunda Japonlardan az müstait olmadığını bilfiil isbat
edecektir.
Bu saydığım teşebbüsat-ı iktisadiye ve sınaiye içinde bahsettiğim
şirketlerin, istiklâl ve hâkimiyeti milliyemize hürmetkâr milletlerin emniyetle
hükûmetimizle temas eylemleri ve kanunlarımız dairesinde anlaşmaları ile
faaliyete geçebileceklerini söylemeye hâcet yoktur. Filhakika memleketimizi az
bir zamanda mâmur etmek için milletimizin gayri kâfi sermayesi karşısında
haricin sermayesinden, vesaitinden, ihtisasından istifade etmek hakikî
menfaatimizin iktizasındandır. Hükûmetimiz, izahına lüzum olmayan esasatın
riayetkârı kalacak olan her devlet ve millete karşı bu hususta emniyet ve
samimiyetle ahz-ı mevki edecektir (durum takınacaktır.)
3- İçinde bulunduğumuz vaziyette çok kuvvetli olduğumuzu temin ve
teşebbüsat-ı müstakbelemizde behemehal muvaffak olacağımızı bize vaadeden
keyfiyet, milletin inkılâp ile ve mücadele ile tesis etmiş olduğu bugünkü
hükûmetimizin şekli ve mahiyetidir.
Hükûmetimiz Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmeti millîdir, tamamıyla
maddîdir, hakikatperesttir. Mevhum (boş) mefkûreler arkasında o mefkûrelere
(ülkülere) vâsıl olmak için değil, fakat isâl etmek (ulaştırmak) hulyasıyla
milleti kayalara çarparak, bataklara batırarak, en nihayet kurban ederek
mahvetmek gibi cinayetten hazer eden (çekinen) bir hükûmettir. Türkiye Büyük
Millet Meclisi'nin bütün programlarının umdesi şu iki esastır:
1- İstiklâl-i tam, 2- Bilâ kayd-ü şart hâkimiyet-i milliye.
Birinci umdesinin ifadesi ''Misak-ı Millî''dir. 2'nci ve hayati olan
umdesinin beyanı ''Teşkilât-ı Esasiye Kanunu''dur. Millet, Misak-ı Millî'nin
medlûlünu (anlamını) güzide evlâtlarından teşkil ettiği kahraman ordularıyla
fiilen istihsal eylemiştir.
''Teşkilât-ı Esasiye Kanunu''nun ruh-u aslisî ise bu kanunun kitaplara
geçmesinden evvel, milletin dimağında ve vicdanında temerküz eylemiş
(toplanmış) olmasıyla ve ancak bunun ifadesi olmak üzere tesis ettiği Meclise
verdiği vazife-i asliye ile ve senelerden beri ahkâmını fiilen tatbik
edegelmekte olmasıyla ve en nihayet kanun şeklinde enzar-ı cihana (cihanın
gözleri önüne) vazeylemesiyle (koymasıyla) tahakkuk eylemiştir. Hâkimiyet bilâ
kayd-ü şart milletindir.
Hâdisat ve tecarib-i tarihiyemiz (tarihî tecrübelerimiz) bize milleti
koyun sürüsü halinde kiyfin, arzu ve ihtirasların ve hiçbir suretle tatmin
edilemeyen menfaatlerin istihsâline sürüklemekle mahvını münteç (neticeye varmış)
mahiyete inkılâp eden idare tarzlarının artık memleketimizde mahall-i tatbiki
kalmadığını göstermiştir. Millet hâkimiyetini değil, hâkimiyetin bir zerresini
dahi âhıra (başkasına) terk ve feragın mucib olabileceği felâketin, izmihâlin
(yıkıntının) hüsranın elemini her an kalp ve vicdanında hissetmektedir. Zaten
iradenin ve hâkimiyetin gayri kabil-i tecezzi (parçalanamaz) ve taksim
olunduğunu ilmen ve hakikaten düşündükten sonra böyle bir nazariyenin fiile
tatbikine kalkışmak ancak nazarî ve sun'i bir işe bizzarur tevessül etmekten
başka bir suretle kabil-i tefsir değildir. Millet ve memleketimiz için ise bu
zaruret mündefi olmuştur (ortadan kalkmıştır). Çünkü milleti hâkimiyetten
mahrum eden hâil (engel) milletin galeyan ve tuğyanıyla (coşmasıyla) biraz
zahmetli ve fakat binnetice muvaffakıyetli surette ortadan kaldırılmıştır.
Madumun (yok olmuşun) ihyasına kalkışmak ise bittabi gayri mümkünün mümkün
olduğu zehap ve butlanında (zan ve saçmalığında) temerrüt (inat) olur. Bu,
mütemerritlerin (dik kafalıların) ki milletin hüsranına bilerek veya bilmeyerek
taliptirler, nedamet-i hakikiyesini (hakiki pişmanlıklarını) ve hüsran-ı
elemini mucip olmaktan başka bir netice vermez.
Artık millete karşı namuskârane, açık, kat'i ilân-ı hakikat edenler
çoktur. Milletimiz ise hakayikı hüsnü telâkiye ve icabâtını tatbika çok müsait
ve müstaittir. (yatkındır). Bu istidadı isbat için yakın tarihin bile
verebileceği misaller mebzuldür. (boldur). Felâketini müdrik milletimiz ne
şeyh-ü-islâmların muktezay-ı dindir, diye irticaa davet eden fetvalarına, ve ne
de halife ve padişahın camilerden çalınan âyât ve ehâdisi nebeviye ile müzeyyen
(ziynetlenmiş) ve müzehhep (yaldızlanmış) sancakları başlarında taşıyan hilâfet
ordularına ve ne de mücadele-i milliyye devamınca hiçbir şey istihsâl
edilemedikten başka büsbütün mucib-i mahv ve izmihlâl (yıkıntı ve çöküntünün
sebebi) olacağını beyan ile milleti istiklâl ve hâkimiyetinde müsamahakâr
kılmaya sarf-ı makderet eden (kudret sarfeden) Babıâli ricalinin mesai-i
fafilane (hatalı çalışması) cahilânesine ve en nihayet tayyarelerile halife ve
padişahın beyannamelerini muharip (savaşan) ordumuz saflarına atan ave halife
namına hareket ettiğini söyleyen Yunan ordusunun iğfalâtına (aldatmalarına)
zerre kadar iltifat göstermedi; gösteremez ve göstermeyecektir. Bilhassa bundan
sonra kat'iyyen gösteremeyecektir.
Çünkü bu millet asırlardan beri bu gibi mürtecilerin, cahillerin,
riyâkârların, menfaatperestlerin, serserilerin, sözlerine inanmak saffetini
gösterdiğinden dolayıdır ki bugün çamurdan ve sazdan izbelerde oturmaya mahkûm
çıplak ayaklarıyla ve çıplak vücutlarıyla çamurların, karların, yağmurların
biaman (amansız) şamarları altında yeniden aklını başına toplamak
mecburiyetinde kalmıştır.
4- Türkiye Büyük Millet Meclisi ve hükûmeti, memleketin bütün vicdanlı
ve namuskâr münevveranı (aydınları), millete ve memlekete karşı evvelâ bu
millet ve memleketin birer evlâdı olmak itibarıyla, saniyen (sonra) mensup
oldukları heyet-i içtimaiyenin cihan-ı medeniyette kadr-ü menziletini
(derecesini) yükselttikçe bunun kendileri için ne derece mucib-i şeref ve
bahtiyarî (bahtiyarlık) olacağını düşünmekle kendilerine müteveccih vazifenin
memleketi ve milleti medeniyeti hâziranın ve icabat-ı insaniyenin (insanlık
icaplarının) zarurî kıldığı mertebe-i tekemmüle (olgunlaşma mertebesi) getirmek
için bütün mevcudiyetleriyle her türlü şuabat-ı mesaide (çalışma şubelerinde)
en doğru yolları aramak ve bulmak, bunun en doğru olduğunu millete anlatmakla
beraber üzerinde seri ve geniş hatvelerle (adımlarla) yürümeyi ve bütün milleti
yürütmeyi temin etmektir. Bunda muvaffakıyetin istilzam eylediği (gerektirdiği)
evsafı düşünerek, bu evsaftan mevcut olanlarını mevki-i istifadeye koymak ve
mevcut olmayanlarını istihsale çalışmak hususundaki gayretin ne kadar ciddî
olması lâzım geleceğini takdir ederiz. Hedef-i millî malûm olmuştur. Ona isâl
edecek (ulaştıracak) yolları bulmak müşkül değildir, mühim olan, çetin olan o
yollar üzerinde çalışmaktır. Denilebilir ki hiçbir şeye muhtaç değiliz. Yalnız
bir tek şeye ihtiyacımız vardır: Çalışkan olmak! Emraz-ı içtimaiyemizi (sosyal
hastalıklarımızı) tetkik edersek asıl olarak bundan başka, bundan mühim bir
maraz (hastalık) keşfedemeyiz, maraz budur. O halde ilk işimiz bu marazı esaslı
surette tedavi etmektir, milleti çalışkan yapmaktır. Servet ve onun netice-i
tabiiyesi (tabii sonucu) olan refah ve saadet yalnız ve ancak çalışkanların
hakkıdır.
5- Bilâ istisna bizim efrad-ı milletimiz çalışmaya hahişkerdir
(isteklidir). Fakat sarfolunan mesaiden âzami istifade, sa'yde tatbik olunan
usul ile mütenasiptir. Evvelâ usullerimizi en çok semerebahş tarçz-ı medenide
tesbit etmeliyiz. Bir de mesai müteferrik çalışma çeşitli) oldukça netaciyi
(sonuçları) o mesainin muhassala halinde vereceği neticeden çok dündur
(aşağıdır). Bunun için milletin ihtiyacat-ı içtimaiyesini ve mazideki
zararlarını tatmin ve telâfi edebilecek (giderebilecek) en mâkul programı
tesbit etmeye mecburuz. Program bütün milletçe tatbik olunmalıdır. Bu ancak bir
teşekkül-ü siyasî ile mümkün olur.
İşte bu hakikatin istilzam (gerektirmesi) ve icbarı (zorlaması)
üzerinedir ki, bütün sunufu (sınıfları) yekdiğerine lâzım-ı gayr-i müfarik
)(ayrılması kabil olmayan) olan çünkü menfaatleri yekdiğerinden tehalüf
eylemeyen (ayrılmayan), halkımızın müşterek ve umumî olan menafi ve saadetini temin
için ''Halk Fırkası'' namı altında bir fırka teşkili tasavvur edilmektedir.
Fakat millî maksatlarımızdan ziyade şahsi menfaatler esasına müstenit (dayanan)
siyasî teşekküllerden ve bu teşkilâtın iğfallerinden, müsademelerinden tevellüt
etmiş (doğmuş) olan tarzların elân cezasını çekmekte olan milletin aynı
mahiyette birtakım bisud (faydasız) iştigallere sevketmek kadar kebairden
(büyükten) günah yoktur.
Mondros mütareke ahkâmının haksız ve adaletsiz bir surette fiilen
bozulmuş olmasından bütün memleket için çok felâketler tevellüt etmiştir. Bu
felâketlerin en feciine sahne olan yerlerden biri de İstanbul'dur. İstanbul
yalnız ğcanibin (yabancıların) tecavüzüne, tazyikına ve tezliline
(aşağılatmasına) göğüs germemiştir. İstanbul aynı zamanda asırlardan beri
milletin başında taşıdığı bir tâcidarın ve onun vesaitinin dahi verdiği
elemlerle giryan (ağlamalı) olmuştur.''
17.
MUSTAFA KEMAL'Nİ İZMİR GAZETECİLERİNE VERDİĞİ MÜLÂKAT
İzmir - (Hususî muhabirimizden):
Başkumandanımız Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri dün akşam 30
Kânunusani (Ocak) 1923 salı günü akşamı saat 7'de kayın pederleri Uşakizade
Muammer Beyefendi'nin hanelerinde İzmir gazetecilerini kabul buyurarak
gazetecilerle uzun boylu hasbıhalde bulunmuşlardır.
Gazeteciler ittifakla paşa hazretlerinden aşağıdaki suallere cevap
vermesi lütfunda bulunmalarını temenni eylemişlerdir. Lozan Konferansı'nın
inkıtaa uğraması (duraklaması) ihtimali var mıdır? Ve intıkadan ne gibi netayiç
(sonuçlar) tevellüt edebilir (doğabilir), bu baptaki (husustaki) fik-i devletleri:
''- Biz de Lozan konferansını dikkatle takip ediyoruz. Çünkü
biliyorsunuz ki konferansa davet olunduğumuz zaman ordularımız bütün cihanı
hayrete ve takdire mecbur edecek çok parlak ve çok kat'i bir muzafferiyetin
âmili bulunuyordu. Harekât-ı askeriyemizi tehir edebilecek (geciktirebilecek)
karşımızda hiçbir mâni kalmamıştı. Buna rağmen İtilâf devletlerinin hüs-ü
niyetine (iyi niyetine) ve teklilerinin samimiyetine inanarak, ordularımızı
tevkif ederek (durdurarak) pek insanî hislerle heyet-i murahhasımızı Lozan'a
gönderdik. Bizim bu harekâtımızı tenkid eden dostlarımıza İtilâf devletlerinin
artık hüs-ü niyetlerine emniyet edilebileceği kanaatini beyan ettik. Maatteesüf
bütün samimiyetimize ve ciddiyetimize rağmen bugüne kadar uzayıp gelen
konferansın son safhası henüz İtilâf devletlerinin zihniyetinde tebeddül
(değişme) olmadığını, hâlâ eski Osmanlı devletini boğazlayan ve milletimiz için
en şedit (şiddetli) ve en kahhar (kahredici) bir darbe-i intibah (uyanma
darbesi) olan sabık tavır ve harekâtı başka şekil ve surette yeni Türkiye
devletine kabul ettirmek istiyorlar. Son dakikaya kadar İtilâf devletlerinin
hakkı ve hakikatı teslim etmelerine intizarla beraber bütün cihan-ı medeniyetin
temayül-ü samimiyesine rağmen harbi idame etmek mesuliyetinden çekinmezlerse
hükûmetimiz vatan ve millete karşı taahhüt eylediği vazifeyi hüs-ü ikmal
edebilmek (iyi bir şekilde tamamlamak) için tevessüle (girişmeye) mecbur olduğu
tedbirleri düşünmekten ve almaktan bir an geri kalmamıştır.
Yeni Türkiye ricali miskin ve mütevehhim (kuruntulu) değildir. Kendini
bildiği kadar muhataplarını da bilir. Kendi yapacağını takdir ettiği kadar
muhataplarının da yapabileceğini nazarı dikkate alır.''
- Ötedenberi harekâtı milliyeyi Fransa Hariciye Nezareti'nin nim resmî
(yarı resmî) vasatı-i neşr-i efkârı (fikirlerinin yayın organı) olan ''Temps''
ve daha bâzı Fransız gazeteleri terviç ettikleri (doğru buldukları) halde
Lozan'da Fransız heyet-i murahhasasının mütalebat-ı meşruamızın (meşru
isteklerimizin) adem-i kabulü (kabul edilmemesi) hususunda gösterdiği harekât-ı
mütenakıza (çelişmeli hareketler) hakkında ne düşünüyorsunuz?
''- Filhakika Fransız heyeti murahhasasının tavır ve hareketine
bakılırsa bu heyetin Fransız milletinin tercüman-ı efkâr ve hissiyatı
(fikirlerinin ve hislerinin tercümanı) olmadığına zahip olunur. Bunun sebebini
bulmak güç değildir. Hattâ sühuletle herkes tahmin edebilir. İtiraf etmek
lâzımdır ki bir Fransız heyet-i murahhasasından bu yolda bir harekete intizar
eylemezdik.''
- İtilâf devletleri müzâkeratı katederlerse faaliyet-i askeriye olur
mu? Yoksa vesait-i diplomatikiye ile bir çare-i halli aramakla mı vakit
geçirilir?
''- Uzun müddet atalette (hareketsizlikte) kalmayı istilzam edecek olan
diplomasi tarika şimdiye kadar mücerrep (tecrübe edilmiş) olduğuna göre hiçbir
semere vaadetmez.''
C.S.
(Akşam'dan: 6 Şubat 1923)
18.
MUSTAFA KEMAL'İN AHMET ŞÜKRÜ'YE
VERDİĞİ MÜLÂKAT
Reisicumhur hazretleri, Ankara'yı ziyaret eden Tercüman-ı Hakikat
başmuharriri Ahmet Şükrü Bey'e âtideki (aşağıdaki) beyanatta bulunmuşlardır:
''- İstanbul'un saf, samimî ve mütevazi kütlesine minnettarım. En
müşkül dakikalarımızda kalbimiz onlarla beraber çarpmıştır. İstanbul ahalisi
son senelerde çok elemli ve felâketli dakikalar geçirmişlerdir. Her zaman mâsum
insanları baştan çıkarmak için uğraşanlar olmuştur. Böylelerinin sözlerine
kulak asmamak, onlara tertip olunacak en iyi cezadır. Mücadele hayatımızda elim
dakikalar yaşadık. Emin olunuz ki hiç kabahati olmayan masumların duçar-ı gardr
olması (gadre uğraması) kadar beni müteessir eden bir hâdise yoktur.
Cumhuriyet serbesti-i efkâr (fikirlerin serbestliği) taraftarıdır.
Samimi ve meşru olmak şartıyla her fikre hürmet ederiz. Her kanaat bizce
muhteremdir. Yalnız muarızlarımızın insaflı olmazı lâzımdır.
Memleketimize şöyle pamuk ipliğine bağlanmış bir intizam ve âsâyiş
değil, en müterakki (gelişmiş) addolunan memleketlerdeki sükûn gelecektir. Bu
noktada Fransa'ya veya İngiltere'ye gıpta etmeyecek bir hale behemehal
geleceğiz.
Memleket behemehal asrî, medenî ve müteceddit (yenilik taraflısı)
olacaktır. Bizim için bu, hayat davasıdır. Bütün fedakârlığımızın semere
vermesi buna mütevakkıftır (bağlıdır). Türkiye ya yeni fikirle mücehhez
(donanmış) namuslu bir idare olacaktır veyahut olamayacaktır. Halk ile çok
temasım vardır. O saf kütle bilmezsiniz, ne kadar tecerrüd (yenilik)
taraftarıdır. İcraatımızda hiçbir zaman, menavi (engeller) bu kesif tabakadan
gelmeyecektir. Halk müreffeh, müstakil, zengin olmak istiyor. Komşularının
refahını gördüğü halde fakir olmak pek ağırdır. İrticakâr fikirler perverde
edenler (besleyenler) muayyen bir sınıfa istinat (dayanabileceklerini)
zannediyorlar. Bu, katiyyen bir vehimdir, bir zandır. Terakki yolumuz önüne
dikilmek isteyenleri ezip geçeceğiz, teceddüt vâdisinde duracak değiliz. Dünya
müthiş bir cereyanla ilerliyor. Biz bu ahengin haricinde kalabilir miyiz?''
(Hâkimiyet-i Milliye'den: 4 Aralık 1923)
AHMET ŞÜKRÜ
19.
MUSTAFA KEMAL'İN GRACE ELLİSON'A (*)
VERDİĞİ MÜLÂKAT
Yazı masalarının birinin üzerinde Napolyon'a ait bazı kitapları
görünce, ''Sadece büyük bir zafer hakkında tebriklerim yerine, 'Küçük
Korsikalı' hakkında bir kitapg etirmediğime'' teessüf ettim, dedim.
''- Böyle bir şey düşünmeyiniz, o beni büyük bir general olarak
alâkadar eder, fakat...''
- Ben zannediyordum ki sizin ona karşı alâkanız hayranlık derecesine
varır, öyle diyorlar.''
''- Ne garip bir rivayet! Tabii ben bütün büyük sevkülceyişleri tetkik
ederim; fakat Sakarya'yı Austerlitz'e benzetmek büyük bir kompliman değildir.
Napolyon ihtirası her şeyden öne koydu. O kendisi için döğüştü. Gaye için
değil. Neticede mukadder (kaçınılmaz) olan inhidam (yüklü) geldi.''
- Muvaffakıyetten hiçbir an şüphe ettiniz mi?
''- Hayır! aslâ. Ben bütün plânı en başlangıçtan beri olduğu gibi
gördüm, (hiç cephanemiz kalmadığı zamanlar bile) ve neticeyi bildim. Biz kan
akmasına ve harabiyete mâni olmak için uzun zaman geciktik. Fethi Bey, son bir
tedbir olmak üzere Londra'ya gitti. Çünkü biz kanla değil, mürekkeple yapılmış
bir muahede istiyorduk.''
Gözüm Paşanın yazı masasının üzerinde asılı duran güzel yüzlü bir Türk
hanımının portresine ilişti.
- Ne güzel bir yüz! diye haykırdım.
Paşa, göze çarpan bir gurula ''Anam'' dedi.
- Onu görmenin büyük zevkine varabilir miyim! dedim.
''- Çok hastadır. Doktorlar gece gündüz yanındadırlar. Heyhat,
korkuyorum artık iyi olmayacak.''
Sonra merdivenden çıkıp hastanın dairesine gittik. Onu bir divan
üzerinde yastıklara dayanıp oturuyor görünce şaştım. İlk önce onun ölüme bu
kadar yakın olduğuna inanmak güçtü.
''- ''Yazık!'' dedi Mustafa Kemal, ''Onun ıstırabı benim yüzümdendir.
Benim sürgün kaldığım yıllar esnasında çektiği ıstırap ve döktüğü gözyaşlarının
hesabını şimdi veriyor.'' O çok söyleyemeyecek kadar meyustu (üzgündü), sesinde
keder vardı.
- ''Şimdi siz de onun zaferine iştirâk edebilirsiniz,'' dedim,
''Oğlunuzla kimbilir ne kadar iftihar ediyorsunuz. Onun yaptıkları
fevkalâdedir. Ben yalnız onun eserini görmüş olmak ve onunla konuşmuş olmakla
iftihar ediyorum.''
Bana heyecanla teşekkür etti ve dedi ki: ''Allahın bana bu oğulu vatanı
kurtarmak için gönderdiğine inanıyorum.''
(Yücel Mec. Mart 1940, sayı:61)
20.
MUSTAFA KEMAL'İN MAURICE PERNO'YA
VERDİĞİ MÜLÂKAT
Maruf Fransız muharriri Maurice Perno, Gazi Mustafa Kemal Paşa ile icra
ettiği mühim bir mülâkatı ''Revue de monde'' mecmuasında berveçhidti (aşağıda
olduğu şekilde) naklediyor:
*
Mustafa Kemal Paşa, bütün eşyası bir kanape, iki koltuktan ibaret olan
bu küçük odada elini masaya dayamış, ayakta duruyordu.
Bana elini uzattı, oturmak için yer gösterdi ve bir sigara verdi,
nazikâne bir tavırla beni dinlemeye âmâde olduğunu ihsas etti (sezdirdi).
Derhal mevzua geçerek Fransa'nın, istiklâlini kaybetmektense ölüme karar vermiş
olan bir milletin azim ve cehdini (çabasını) nasıl muhabbetli bir alâka ile
takip ettiğini hatırlattım. Mustafa Kemal Paşa:
''- Türkler; memleketinizin muhabbetine itimat edebileceklerini
bilirler. Her zaman Fransa hürriyet için kahramanâne mücadelede dünyaya misal
teşkil etmiştir.'' dedi.
- Fakat, dedim; zat-ı asilânelerine itiraf ederim ki son aylar zarfında
Fransızların Türklere hissiyatı daha az umumi idi. Türkiye'nin hasımları
vatandaşlarımın muhabbetini Türkiye'nin üzerinden çekip almaya çalıştılar. Ve
evvelâ Türk hükümetinin Türkiye'de mekteplerimizin, lisanımızın, nüfuzumuzun
inkişafına mâni olacak tedabir ittihaz edeceğini, sonra Türk milliyetperverlerinin
güya ecnebi düşmanı olduklarını ileri sürdüler. Bu iki nokta hakkında zat-ı
asilâneleri bana tavzihatta (açıklamalarda) bulunabilirler mi?
Mustafa Kemal Paşa bir saniye düşündü gözleri uzaklara daldı, dedi ki:
''- Mektepleriniz için bu, biraz da eski bir hikâyedir. Fransız
mektepleri Türk milletine büyük hizmetler etmiştir. Biz, hepimiz Fransa'nın
hars (kültür) membaından (kaynağından) içtik. Ben bile çocukken bir müddet
Fransız mektebine gittim. Fakat bazan ecnebi mekteplerinin vazife hudutlarını
geçtiğini, rollerinden çıktıklarını, gayri fennî propaganda gayeleri takip
ettiklerini ve bunun için halkımızın Türk olmayan unsurlarına istinat
ettiklerini gördük.''
Bu ithamı derhal kaydettim:
- Bu şikayet belki bazı ecnebi mektepleri için vârid olabilir.
Merzifon'daki Amerikan mektebini kapattığınız için kimsenin size bir diyeceği
yoktur. Fakat Türkiye'de bir Fransız mektebine karşı gerek siyasi gerek dini
herhangi bir propaganda isnat edildiğini bilmiyorum.
Paşa hafifçe güldü ve cevap verdi:
''- Fransız mekteplerinin ekserisi rahipler ve hemşireler tarafından
idare edilmektedir. Şu halde meslekî bir mahiyeti vardır. Binaenaleyh dinî bir
propaganda bulunduklarından endişe edebiliriz. Maamafih istiyoruz ki
mektepleriniz kalsın. Fakat Türkiye'de bizim mekteplerimizin bile hazır
olmadıkları imtiyazata (ayrıcalığa) ecnebi mekteplerinin malik olması gayri
kabil-i kabuldür (kabul edilemez). Müesseseleriniz, aynı sınıfta Türk
müessesatına mevzu olan kanun ve nizamata riayet ettikçe bâki kalabilir. Zaten
bu mesele Ankara murahhısları ile Fransa mümessilleri arasında müzakere ve
esaslı prensipler üzerinde itilâf (anlaşma) hâsıl olmuştur.''
Bu sırada bir fasıla-i sükût oldu. Mustafa Kemal Paşa sıcaktan
başındaki astragan kalpağı çıkardı. Karşımda büsbütün başka bir adam gördüğümü
zannettim. Sarışın ince saçları kalpak altında göremediğim geniş ve taazzuv
etmiş (biçimlenmiş) alnını açık bırakıyordu. Kendi kendime karşımda bir Türk
mü, yahut bir Slav mı mevcut olduğunu düşündüm. Yavaş yavaş evvelâ bilâ ihtiyar
kapalı duran bu çehre canlandı, sesteki ihtizazlar (gönül rahatlığı) değişti.
Paşa devam etti:
''- İkinci ecnebi düşmanlığı noktasına gelince: Şu bilinsin ki, biz
ecnebilere karşı herhangi hasmâne (düşmanca) bir his beslemediğimiz gibi
onlarla samimâne münasebatta bulunmak arzusundayız. Türkler bütün medenî
milletlerin dostlarıdır. Ecnebiler memleketimize gelsinler, bize zarar
vermemek, hürriyetlerimizi müşkülât irâsına (çıkartılmasına) çalışmamak
şartıyla burada daima hüs-ü kabul göreceklerdir. Maksadımız yeniden mukarenet
(yakınlık) peydâ etmek, bizi başka milletlere bağlayan revabıtı (bağları)
tezyit etmektir (arttırmaktır). Memleketler muhteliftir, fakat medeniyet birdir
ve bir milletin terakkisi için de bu yegâne medeniyet birdir ve bir milletin
terakkisi için de bu yegâne medeniyete iştirâk etmesi lâzımdır. Osmanlı
İmparatorluğu'nun sukutu (düşmesi), Garba karşı elde ettiği muzafferiyetlerden
çok mağrur olarak kendisini Avrupa milletlerine bağlayan rabıtaları kestiği gün
başlamıştır. Bu bir hatâ idi, bunu tekrar etmeyeceğiz.
Memleketimizi asrîleştirmek istiyoruz. Bütün mesâimiz (çalışmamız)
Türkiye'de asrî, binaenaleyh garbî bir hükûmet vücuda getirmektir. Medeniyete
girmek arzu edip de Garbe teveccüh etmemiş (yönelmemiş) millet hangisidir? Bir
istikamete yürümek azminde olan ve hareketinin, ayağında bağlı zincirlerle
işkâl edildiğini (güçlük çıkarıldığını) gören insan ne yapar? Zincirleri kırar,
yürür.
Fakat tahaddüs eden (ortaya çıkan) vekayi, Türkiye'nin bilâ kayd-ü şart
hâkimiyet-i müstakillesine sahibolması neticesine vardı. Bundan sonra
memleketimize gelecek ecnebiler, samimiyetle bizi hüküm ve esaretlerine
almaktan feragat ederlerse hüsn-ü kabul göreceklerdir. İlga edilen (kaldırılan)
uhud-u atika (eski ahidler) Türk milletinin bir hezimeti neticesi değildi. Bu
Türkiye'ye zorla kabul ettirilmiş bir boyunduruk değil, padişahımızın birkaç
ecnebi devlete kemal-i lütf ve mürüvvetle (tam bir lûtuf ve insanlıkla) takdim
ettikleri bir hediye idi. Devletler bu hediyeden aleyhimize istifade ettiler.
Uhud-u atîka memleketimizi fakra (yoksulluğa) düşürdü, harabetti. Eğer ecnebi
düşmanlığından, o kadar pahalı elde edilen bir istiklâle halel (bağımsızlığa
zarar) verecek her şeyden nefret manası çıkarılıyorsa, evet, bizim ecnebi
düşmanı olduğumuz söylenebilir. Size açıkça söyledim ve sonuna kadar açık sözlü
olacağım. Henüz emniyetimiz yerinde değildir, evvelce Türkiye'de ecnebi
teşebbüsatının, ecnebi maksatlarının bize telkin ettiği endişeler kâmilen zâil
olmuş (tam olarak ortadan kalkmış) değildir. Eğer bazan ihtiyatkâr hareket
ediyorsak, ifrat (aşırı) derecede şüpheli davranıyorsak, bize çok pahalıya mal
olan hürriyetimizi kaybetmek hususundaki korkumuzdandır.''
Bu son sözler nazar-ı dikkatimi celbeden bir samimiyet ve bir azimle
söylendi.
Mustafa Kemal Paşa yeni bir suale intizar ediyordu. Dinî mesele
hakkındaki fikirlerini dinlemek merakında idim. Bu vadide ittihaz edilen
(alınan) bazı tedabirden ne maksat takibedildiğini izah etmesini rica ettim.
''- İttihaz ettiğimiz (aldığımız) bütün tedbirler bir cümle ile hülâsa
edilebilir (özetlenebilir): Hâkimiyet-i milliyeyi ilân ettik. Kelimeler
üzerinde oynamıyalım. Bugünkü Türk hükümeti az çok cumhuriyettir (1). Bu bizim
hakkımızdır; fenalık nerede? Menşelerimizi hatırlayınız. Tarihimizin en mes'ut
devresi hükümdarlarımızın halife olmadıkları zamandır. Bir Türk padişahı,
hilâfeti her nasılsa kendisine mal etmek için nüfuzunu, itibarını, servetini
istimal etti. Bu sırf bir tesadüf eseriydi. Peygamberimiz tilmizlerine dünya
milletlerine İslâmiyeti kabul ettirmelerini emretti, bu milletlerin hükûmeti
başına geçmelerini emretmedi. Peygamberimizin zihninden aslâ böyle bir fikirk
geçmemiştir. Hilâfet demek, idare, hükûmet demektir. Hakikaten vazifesini
yapmak, bütün Müslüman milletlerini idare etmek isteyen bir halife, buna nasıl
muvaffak olur? İtiraf ederim ki bu şerait dahilinde beni halife tâyin etseler
derhal istifamı verirdim...
Fakat tarihe gelelim, hakayıkı (gerçeği) tetkik edelim, Araplar
Bağdat'ta bir hilâfet tesis ettiler, fakat Cordou'da bir hilâfet daha vücude
getirdiler. Ne Acemler, ne Afganlılar, ne Afrika Müslümanları İstanbul
halifesini aslâ tanımadılar. Bütün İslâm milletleri üzerinde ulvî vazife-i
ruhaniyesini ifa eden yegâne halife fikri hakikaten değil, kitaplardan çıkmış
bir fikirdir. Halife hiçbir zaman Roma'daki Papanın Katolikler üzerindeki
kuvvet ve iktidarını gösterememiştir.
Son ıslahatımızın sebep olduğu tenkitler, gayr-ı hakikî mevhum bir
fikirden, ittihad-ı islâm (islâm birliği) fikrinden mülhemdir. Bu fikir aslâ
hakikat olmamıştır.
İlâve edelim ki İslâm âleminde Türkler halifenin maddî ihtiyaçlarını
fiilen temin eden yegâne millettir. Cihanşümûl bir hilâfeti terviç edenler
(üzerlerine alanlar), şimdiye kadar her türlü iştirakten mücanebet etmişlerdir
(uzak kalmışlardır). O halde ne iddia ediyorlar? Yalnız Türkler bu müessesenin
hamulesine (yüküne) tahammül etsinler ve yine yalnız onlar halifenin nüfuz-u
hâkimanesine riayet etsinler... Bu iddia müfritanedir (aşırıdır).''
- Şu halde yeni Türkiye'nin siyasetinde dine mugayir (aykırı) hiçbir
temayül ve mahiyet olmayacak demek? ''- Siyasetimizi dine mugayir olmak şöyle
dursun, din nokta-ı nazarından eksik bile hissediyoruz.''
- Zat-ı asilâneleri, düşündüklerini bendenize daha iyi izah buyururlar
mı?
''- Türk milleti daha dindar olmalıdır, yani bütün sadeliği ile dindar
olmalıdır, demek istiyorum. Dinimiz -bizzat hakikate nasıl inanıyorsam buna da
öyle inanıyorum- şuura (akla) muhalif, terakkiye (ilerlemeye) mâni hiçbir şey
ihtiva etmiyor. Halbuki Türkiye'ye istiklâlini veren bu Asya milleti içinde
daha karışık sun'î, itikadat-ı bâtıladan (bâtıl inanışlardan) ibaret bir din
daha vardır. Fakat bu cahiller, bu âcizler sırası gelince tenevvür edeceklerdir
(aydınlanacaklardır).
Eğer ziyaya (ışığa) takarrüp edemezlerse (yaklaşamazlarsa) kendilerini
mahv ve mahkûm etmişler demektir. Onları kurtaracağız.''
MAURİCE PERNO
(Akşam'dan: 11 Şubat 1924)
21.
MUSTAFA KEMAL'İN MADAME TITIINA'YA
VERDİĞİ MÜLÂKAT
Bu dinç, mümtaz, centilmen ve 1919 senesinden beri muhabbet-ı umumiyeyi
(genel sevgiyi) kazanmış olan şahsiyet ile karşı karşıya bulunuyorduk.
Müşarünileyhten kıymettar dakikalarını izaa (ziyan) etmemek üzere, derhal
mülâkatın mevzuuna girişmekliğim için müsaadesini talep ettim ve dedim ki:
- Reisicumhur Hazretleri, Meclisi millîde memleketim için o samimî
beyanatta bulunduğunuz zaman Ankara'ya vasıl olmuştum...
Daha ben cümleyi bitirmeye vakit bulamadan Paşa sözlerimi keserek:
''- Bu hususta daha sarih ve vâzıh (açık ve açıklayıcı) olmak
istiyorum. Karilerinize (okurlarınıza) söyleyiniz ki, Türkiye ile Fransa'nın
arasındaki münasebatın muhabbet ve meveddetle (sevgi ile) meşbu (dolu) olmuş
bulunması, hissî bir muhabbet ve teveccühten ve iki milletin zevk-i selimindeki
iştirâkten neşet ediyor (yayılıyor). Türkiye kendini idrak ettiği ve anladığı
bu günlerde bu eski muhabbet ve meveddete (sevgi ve sevgi göstermeye) bir
yenisi munzam oluyor (ekleniyor). Bu meveddet, şahsen daha sıkı bir hale sokmak
istediğim iki Cumhuriyet arasındaki münasebat-ı dostaneyi (dostça ilişkileri)
daha ziyade takviye edecektir.
- Filhakika bu münasebat, gazetelerin Fransa'ya yapacağınızı yazdıkları
seyahatle sıkı bir şekle inkılâp edecektir.
''- Fransa'ya seyahatim mi? Filhakika Mösyö Mojen ile görüştüm ve Türk
toprağından dışarıya ayak attığım zaman en evvel Fransa'yı ziyaret edeceğimi
vâdettim. Arzum'da 15 sene evvel tanımış olduğum memleketinizi ziyaret etmek
merkezindedir. Memleketinizi memnuniyetle tekrar göreceğim.''
- Ne vakit?
''- Bunu tayine imkân yok. Elyevm (önce), muhtac-ı hal (çözümü gereken)
birçok meseleler vardır. Herşey ahval ve vaziyete tâbidir. Betaetle terâkki
etmekte bulunduğumuz serzenişinin bize atfedildiğini işitmişsinizdir. Fakat
genç Türkiye Cumhuriyeti'nin bir sene evvel doğmuş bulunduğunu ve daha
bidayette (başlangıçta) her şeyi muhtac-ı ıslah ve tanzim bir memleket dahilinde
muazzam bir iş karşısında bulunduğunu unutuyorlar.
- Sizin ve hükümetinizin tamamen ahrarane (özgürce) olan efkârı
Fransa'da malûm olmakla beraber hilâfetin ilgası (kaldırılmış) bir nebze
hayreti mucip olmuştur.
''- Bu, mükerren bana irad edilmiş olan bir sualdir. Ben bu suale daima
aynı saffet (temiz duygular) ve samimiyetle cevap vereceğim. Hilâfet,
zamanımızda artık yeri olmayan mazinin bir efsanesinden ibarettir. Tunuslular,
Mısırlılar, Hintliler ve diğer Müslümanlar İngiliz ve Fransız hâkimiyeti altında
bulunuyorlar. Yeni bir halife yakında Kahire'de tayin olunacaktır.
Her halde Türkiye dinî mazisinden kemal-i sarahat (bütün açıklıkla) ve
kat'iyetle kat'ı alâka (ilgisini kesmiş) etmiş ve her nevi müşkülØttan azade
olarak tarik-i terakkide (ilerleme yolunda) yürüyor.''
(İkdam'dan: 30 T. sani (Kasım) 1924)
22.
MUSTAFA KEMAL'İN FALİH RIFKI VE
MAHMUT BEY'E VERDİĞİ MÜLÂKAT (*)
Umumi Harp Başlangıcında
''- Arıburnu'nu Anafartalar'ı yapmış bir kumandan idim. Zannediyordum
ki, ve bilâhare dost düşman herkesin tarz-ı telâkkisi de benim bu zannımı teyit
etti (doğruladı), memlekette bir hizmette bulunmuştum, o hareketle bilhassa
payitahtı kurtarmıştım. İnsanlık hali, bu nâçiz (değersiz) hizmeti ifa etmiş
olmaktan memnun olabileceğini tahmin ettiğim Osmanlı ricâl-i mühimmesini (mühim
şahsiyetlerini) ziyaret ediyordum ve bu ziyaretleri daha mühim bir vazife
hissinin sevkiyle yapıyordum. İlim, fen, san'at ve hâdiseler itibarıyla,
memleketim için ve milletimin mevzuubahs olmak lâzım gelen hayat ve mematı
(ölümü) için düşüncelerim vardı, başta bulunanlara onları söylemek istiyordum.
Hariciye nazır-ı muhterimini de görmek ve kendisiyle konuşmak faydalı olur
itikadına (inancına) saptım. Nezaretin bir müsteşar muavini vardı, Sofya
sefaretinden tanırdım: Halil Bey... Evvelâ bu güzel kalbli adamı makamında
buldum. Nazır Beyefendi'ye, kendilerini ziyaret için geldiğimi söylemesini rica
ettim, intizar (bekleme) emri geldi. Bekledim, bilmem ne kadar sürdü, fakat
intizar epey uzun oldu, bu aralık muhterem nazır bey çok enteresan zairleri
(ziyaretçileri) kabul etmekle meşgul idi. Farkına vardım ki, ben geldikten ve
haber verdikten sonra, gelmiş olanlar dahi nazır bey tarafından kabul
olunmaktadır. Canım sıkılmadı değil, müsteşar muavinine:
- Beyefendi hazretleri galiba beni unuttular, dedim.
Muavin benim intizarda bulunduğumu tekrar hatırlattı.
- Beklesin, buyurmuş. Kemal-i sükûn ile muavin beyin yanında oturdum.
Kendisine dedim ki:
- Sizin nazırınız bütün zamanını böyle manasız ziyaretleri kabul
etmekle mi geçirir?
Terbiyeli ve halûk (iyi) muhatabım sualime cevap vermedi. Bir aralık
nazır beyefendinin bürosunu salonla birleştiren kapı açıldı ve bir odacı:
- Buyurun efendim, dedi.
Muavin beyle ciddî bir mevzu üzerinde konuşuyordum:
- Nedir o? dedim.
Odacı:
''- Nazır beyefendi hazretleri sizi kabul buyuracaklar...'' cevabını
verdi.
- Beklesinler, dedim.
Gazi devam etti:
''- Filhakika müsteşar muavini ile olan mükâlememizin biraz uzatılmış
safhasının neticesine kadar nazır beyefendinin davetine icabet edemedim.
Nazır beyefendinin muhteşem bürosuna girdiğim vakit, müşarünileyh beni
ayakta ve mültefitâne kabul etti ve bana vaziyet-i askeriyenin, vaziyet-i
dahiliyenin, vaziyet-i umumiye-i siyasiyenin çok parlak olduğundan parlak bir
lisanla bahsetti. Nezaketen teşekkür ettim: Yalnız bazı mütalâat ve mülâhazatta
(düşünce ve görüşlerde) bulunup bulunamayacağımı istizah ettim:
- Hay hay efendim, dedi.
Dedim ki, -Ben vaziyeti hiç de sizin gördüğünüz gibi görmüyorum.
Vaziyet-i umumiyemizin sizin izah ettiğiniz gibi olmasını çok temenni ederdim.
Fakat ben en çetin ve en müşkül netice alınabilen bir harp sahasından ve o
sahanın kumandanı olarak İstanbul'a geliyorum. Eğer lûtfeder de beni bir saniye
dinlerseniz minnettar olurum.
- Lütfen efendim, buyurdular. Devam ettim:
- Beyefendi, vaziyet sizin gördüğünüz gibi parlak değildir. Siz ki
devletin idaresi mes'uliyetlerinden bir kısmını üzerine almış bir zatsınız,
eğer şunun bunun ifadesine itimat ederek (güvenerek) siyaset kullanmakta devam
ederseniz, mevcut tehlike umumî tahminin de fevkinde (üstünde) olur.
Cevap verdi: Beyefendi, (bunu telâffuz ederken pek ciddî bir âmir tavrı
takındı) ne demek istediğinizi anlayamadım.
Mütevazi bir lisanla izah ettim:
- Siz her şeyi biliyorsunuz da beni yabancı ve acemi bir adam telâkki
ederek, bu acı hakikatler üzerinde benimle açık konuşmaktan tevakki ediyorsunuz
(sakınıyorsunuz). Muktedir bir nazıra yaraşan da budur. Fakat ben o adamım ki,
benimle her şey konuşulur, müsaade buyurunuz, teati edeceğimiz (görüşeceğimiz)
fikirler aramızda kalacaktır, sizi diğer bir noktada tenvir edeyim
(aydınlatayım): Hakikati konuşmaktan korkmayınız. Hakikat sizin dedikleriniz
değil benim dediklerim.
Çok sert ve ciddî tavırla şu mukabelede (karşılıkta) bulundu:
- Kumandan bey, biz size hürmet ettik, çünkü bize dediler ki Arıburnu
ve Anafartalar kumandanı Mustafa Kemal hizmet etti, bunun için zat-ı âlinizin
hüsn-ü kabul etmek istemiştim, fakat bugün bana bahsettiğiniz şeylerin başka
manada olduğunu hisseder gibi oluyorum. Beyefendi, bu mübahase ve tenkidatın
makam ve muhatabı ben değilim. Ben ordu başkumandanına, onun erkân-ı
harbiyesine, bütün heyet-i vükelâ ile beraber derin ve sarsılmaz itimat taşıyan
bir nazırım. Sizin tereddütleriniz olabilir; sizin vâkıf olmadığınız hakikatler
bulunabilir. Ben size bunları izah etmekte mazurum. Eğer siz buraya şüphe ve
tereddütlerinizi izah etmekte mazurum. Eğer siz buraya şüphe ve
tereddütlerinizi hal için gelmişseniz yanlış yere geldiğinizi ihtar etmek
mecburiyetindeyim. Başkumandanlığa ve erkân-ı harbiyesine müracaat ediniz. Hiç
şüphe etmem, ki orada sizi lüzumu kadar, ihtiyacınız kadar tenvire muktedir
zevat vardır.
- Bana yol göstermek nezaketinde bulunduğunuz için size teşekkür
ederim. Yalnız müsaadenizle şunu arzedeyim ki, evvelâ ben Türk ordusunun
yabancısı bir adam değilim; ben ordu ile çok küçük zabitlikten beri derinden
temasa geçmiş bir askerim. Ben hâdisatın sevki ile ordunun içinde zabit,
nihayet kumandan olarak iş görmüş ve zannıma göre muvaffak olmuş bir
kumandanım. Türk ordusunu, onun faziletini, kıymetini ve bu ordu ile neler yapılabileceğini
benim kadar anlayan az olmuştur. Beni acemi bir zabit, tesadüfle kumandan olmuş
bir adam gibi telâkki ettiğiniz için müteessirim. Maamafih sizi mazur
görüyorum, zira bütün hayatınızda, hattâ şimdiki vaziyet-i mühimme-i
siyasiyenizde (mühim siyasî durumunuzda) henüz hakikatle, temasa gelmiş bir zat
değilsiniz. Bana bir şey tavsiye ettiniz ki ben onu yapamam, Başkumandanlık
Vekâletine erkân-ı harbiyesine müracaat etmek, tereddütlerimi orada izale etmek
(gidermek)... Beyefendi; farkında değil misiniz ki artık bu memlekette millî
bir erkân-ı harbiye heyeti yoktur, bir Alman erkân-ı harbiyesi vardır; o Alman
erkân-ı harbiyesi ki, Türk ordusunda ilk icraat olarak benim gibi âsi bir
askeri tardetmek (uzaklaştırmak) kararına vardı, beni o heyete mi gönderiyorsunuz?''
Büyük Adam Kimdir?
''- Arkadaşlar, Selânik'te Hürriyet meydanı denilen bir meydan vardır,
maruf bâzı yerler de meydanı ihata eder (kuşatır): Olimpos Palas, Kristal,
Yonyo, vesaire...
Bir gece Yonyo'nun mahşer gibi kalabalık, büyük salonunun bir
köşesinde, ufak merdivenle çıkılır; bir de hususî oda olduğunu haber aldım ve
oraya çıktım. Ufak, zarif bir salondu ve ağız ağzına dolu idi. Salonda bir
masaya yaklaştığımı hatırlarım; bu masada ihtilâlci zevat (kişiler) varmış.
Rakı ve bira içildiğine dikkat ettim; masayı işgal edenler çok vatanperverâne
konuşuyorlardı. İnkılâp yapabilmek için büyük adam olmaktan bahsolunmakta idi.
Herkeste büyük adam olmak hevesi vardı. Fakat büyük olabilmek için insan nasıl
ve kimin gibi olmalı?
İçlerinden biri bağırdı ''Cemal Paşa gibi olmak isterim..'' Sofrayı
işgal edenlerden hepsi: ''Bravo, dediler, Cemal gibi...'' Sonra hiçbirini
yakından tanımadığım bu zevat hep birden bana döndüler. Ben durgun ve sabit bir
nazarla kendilerine baktım. Benim tavrımdaki ve durgunluğumdaki manaya dikkat
eden yoktu. Benim onlardan daha çok, her gün ve her gece temas etmekte olduğum
Cemal Bey hakkındaki nokta-i nazarlarını teyit etmekliğime muntazır idiler
(beklemekte idiler). Ben bilmem neden, bu zevatı tatmin edecek bir işarette bulunamadım.
Fakat içimden şu mülâhaza geçti: ''Bir adam ki büyük olmaktan bahseder, benim
hoşuma gitmez. Bir adam ki memleketi kurtarmak için evvelâ büyük adam olmak
lâzımdır, der, ve bunun için bir de nümune intihap eder (örnek seçer), onun
gibi olmayınca memleketin kurtulamayacağı kanaatinde bulunur, bu, adam
değildir.''
Bu mülâhazada (görüşlerde) bulunurken, sofra arkadaşlarımı memnun
edemediğimi hissettim. Hiç şüphe etmem, ki bana dair hükümleri menfi (olumsuz)
olmuştur; ve bu hükümlerini mâkul bir surette izah edebilmek için demiş olsalar
gerekir ki:
"- Bu acemî efendi, galiba kendini o kadar büyük görüyor, ki ve bu
sebepten daire-i rüyeti (görüş alanı) o kadar daralmıştır, ki artık büyüklüğü
göremez hale gelmiştir. Bu adam arkadaşımız olamaz.''
Bu gece, o sofranın mahmurluğu etrafında iki telâkki tebellir etti
(belirdi): Biri müsbet, biri menfi.
Bir telâkkiye (anlayışa) göre evvelâ büyük adam olmak, sonra memleketi
kurtarmak lâzımdır. Diğer telâkkiye göre büyük adam lâfla olmaz, evvelâ
memleketi kurtarmalı, ondan sonra dahi büyüklük mevzuu bahis değildir.
Arkadaşlar size bu hikâyeyi bugünkü duygumla, bugünkü tecrübemle
söylemiyorum. ''Yonyo''nun hususî odasındaki müşahedemin bana ihlam ettiği
fikir, bu idi.''
Bir Makalenin Münakaşası
''- Bir gün Cemal Bey Selânik gazetelerinden birine imzasız bir
başmakale yazmış; beraber çalıştığımız daireden çıkıp tramvaya binmiş.
Olimpos'a gidiyorduk. Cemal Bey'in elinde o gazete vardı, bana uzatıp dedi ki:
- Bu başmakaleyi okudunuz mu?
- Hayır.
- Oku... dedi.
Okudum: ''- Nasıl?'' diye sordu.
- Alelâde bir gazetenin alelâde bir yazısı, dedim.
- Amma yaptın ha, bunu, ben yazdım.
Cevap verdim: ''Afedersiniz, bilmiyordum, yazmamış olmanızı temenni
ederdim. Ve ilâve ettim: ''Cemal Bey, şu ve bu tarzda siz birtakım kuş beyinli
kimselere kendinizi beğendirmek hevesine düşmeyiniz, bunun hiçbir kıymeti ve
ehemmiyeti yoktur. Siz içinde bulunduğunuz vaziyeti mütalâa ediniz. Ve evvelâ
kabul ediniz ki, biraz feragat sahibi olmak lâzımdır. Eğer şunun bunun
teveccühünden kuvvet almaya tenezzül ederseniz, halinizi bilmem, fakat âtiniz
(geleceğiniz) çürük olur. Çünkü bizim hakikatle hiç temasa gelmemiş vâsi
(geniş) muhitlerimiz vardır; bu muhitlerde henüz acemkâri hayalât ile meşbu
(dolu) olanlar çoktur. Büyüklük odur ki, hiç kimseye iltifat etmeyeceksin, hiç
kimseyi aldatmayacaksın, memleket için hakikî mefkûre neyse onu görecek, o
hedefe yürüyeceksin, herkes senin aleyhinde bulunacaktır. Herkes seni yolundan
çevirmeye çalışacaktır. İşte sen bunda mukavemetsûz (muvakemet yakan, direnmeyi
yok eden) olacaksın. Önüne namütenahi (sonsuz) mânialar (engeller)
yığacaklardır, kendini büyük değil küçük, zayıf, vasıtasız, hiç telâkki ederek,
kimseden yardım gelmeyeceğine kaani olarak (kanısına vararak) bu maniaları
(engelleri) aşacaksın. Ondan sonra sana büyüksün derlerse, bunu diyenlere de
güleceksin.''
Cemal Bey sözlerimi sükûnetle dinledi, bana hak verdi. İmzasız
makalesini tenkid ettiğim için hâsıl olan teessürü zâil olmuş (üzüntüsü gitmiş)
göründü.''
Müstakil Yaşamak İsterim
''- Çocukluğumdan beri bir tabiatım vardır. Oturduğun evde ne ana, ne
kız kardeş, ne de ahbap ile beraber bulunmaktan hoşlanmazdım. Ben yalnız ve
müstakil bulunmayı, çocukluktan çıktığım zamandan itibaren daima tercih etmiş
ve sürekli olarak öyle yaşamışımdır. Tuhaf bir halim daha var, ne ana -babam
çok erken ölmüş-, ne kardeş, ne de en yakın akrabamın kendi zihniyet ve
telâkkilerine göre bana şu veya bu tavsiye ve nasihatte bulunmasına tahammülüm
yoktu. Aile arasında yaşayanlar pekâlâ bilirler ki sağdan soldan, pek saf ve samimî
itiraflardan mahsun bulunamazlar. Bu vaziyet karşısında iki tarz-ı hareketten
birini intihab etmek (seçmek) zaruridir. Ya itaat, yahut bütün bu ihtar ve
nasihatleri hiçe saymak. Bence ikisi de doğru değildir. İtaat nasıl olur, en
aşağı benimle yirmi, yirmi beş yaş farkı olan anamızın ihtarlarına itaat maziye
ric'at (dönüş) demek değil midir. İsyan etmek, faziletine, hüsn-ü niyetine,
yüksek kadınlığına kaani olduğum anamın kalbini; telâkkilerini alt üst
etmektir. Bunu da doğru bulmam.''
Yedi Evliya Kuvvetindeki Padişah
''- Maahaza (bununla beraber) size bu münasebetle anamın ve kız
kardeşimin inkilâp işlerinde bana inandıklarını ve hizmet ettiklerini de
zikretmeliyim. Biz Selânik'te tahmin edeceğiniz tarihlerde; zahirî manası ne
olduğunu bilmem, fakat fedakârane komitecilik yapıyorduk. Meşrutiyetin
ilânından çok evvel, bir gece bizim evde bir içtima (toplantı) yapmıştık. Bu ev
Selânik'te mektep karşısında, pembe boyalı büyücek bir evdir. İşte bu evin bir
odasında birtakım arkadaşlar toplanmıştık. Bu arkadaşlardan biri, ki şehit oldu
veya vefat etti, kemal-i hürmetle yâdederim, Kâmil Bey isminde bir süvari
zabiti idi, şişmanca bir zat... Çok paralar toplamışlardı, liralar, mecidiyeler
ve gümüş madenî paralar... Bizim müzakere yaptığımız odaya bakan hizmetçi,
anama bunu haber vermiş. Yukarıda paralar, bahisler, münakaşalar ve plânlar
var, manasında birtakım sözler söylemiş, anam, hasta, ihtiyar, yatağından
kalkmış, bizim bulunduğumuz odanın kapısına kadar gelmiş ve kısmen ne
konuştuklarımızı dinlemiş, tekrar odasına gitmiş..
İttihaz olan mukarrerattan sonra arkadaşlar beni terkettiler,
müteakıben, uyumakta olduğunu zannettiğimiz anam yanıma geldi, bana dedi ki:
''- Çocuğum, bir şey anlamak istiyorum, sen ve senin arkadaşların yedi evliya
kuvvetindeki padişaha isyan mı ediyorsunuz?''
Anama ne düşündüğümü, ne yaptığımızı söylemek istemiyordum. Fakat bizim
o akşamki içtimaımızı görmüş, her şeye vâkıf olmuş olduktan sonra, artık
annemden ve kardeşimden hakikatı gizlemeye lüzum görmedim, bilâkis onları
tenvir eteği (aydınlatmayı) tercih ettim:
- Evet anne, dedim, senin yedi evliya kuvvetinde farzettiğin adam
hiçbir kuvvete malik değildir. Biz burada toplanan insanlar memleketi bu
zalimlerden kurtarmak istiyoruz. Senin aklın buna ermeyebilir, yahut evlâdın
olduğumu unutarak gider, evliyalara kavuşursun!''
Anam o vakit dedi ki:
- Evlâdım, siz acemisiniz, madem ki böyle şeylerle uğraşıyorsunuz, beni
yaptığınız işlerden haberdar ediniz ve gizli şeylerinizi bana veriniz. Çok
dikkat etmelisiniz. Muvaffak olmak zordur; mahvolmak daha tabiî kabul edilmek
lâzım gelir. Ne yapayım, yegâne erkek evlâdımsın, senin mahvolmanı istemiyorum,
bu gücüme gidiyor.
''- Anne, dedim, bu işler almış yürümüştür. Ben namuskâr bir adam
olarak bu işlerin içinde bulunmak mecburiyetindeyim. Beni bundan meneder
misiniz?''
- Hayır evlâdım, bir gün bu işler olduktan sonra, seni namus ve
haysiyet sahibi olanlarla beraber görmezsem, işte o zaman meyus (üzgün) olurum.
Ben senin kadar okumadım, senin kadar bilmem, senin gördüğün, anladığın şeyleri
yapmaktan menetmeye kalkışmam. Yalnız dikkat et, esas muvaffak olmaktır,
muvaffak olmaya çalışınız.
Falih Rıfkı-Mahmut
(Milliyet'ten: 13 Mart 1926)
23.
MUSTAFA KEMAL'İN MC. ARTHUR'E
VERDİĞİ MÜLÂKAT (*)
Washington 7 kasım 1951 (T.H.A.)
Yarın neşredilecek olan ''The Caucasus'' mecmuası Atatürk'le Mc. Arthur
arasında bundan 20 sene evvel yapılan görüşmenin aşağıdaki şayan-ı dikkat
tafsilâtını açıklayacaktır.
Avrupa'nın vaziyeti hakkında ne düşündüğünü kendisine soran Mac
Arthur'e Atatürk şu cevabı vermişti:
''- Versailles muahedesi Birinci Dünya Harbi'ne sebebiyet vermiş olan
âmillerden hiçbirini bertaraf edemediği gibi, bilâkis dünün başlıca rakipleri
arasındaki uçurumu büsbütün derinleştirmiştir. Zira, galip devletler,
mağlûplara sulh şartlarını zorla kabul ettirirlerken, bu memleketlerin etnik,
geo-politik ve iktisadî hususiyetlerini aslâ nazarı itibara almamışlar ve
sadece husumet (düşmanlık) hislerinden mülhem (esin) bulunmuşlardır. Böylelikle
bugün içinde yaşadığımız sulh devresi sadece mütarekeden ibaret kalmıştır. Eğer
siz Amerikalılar, Avrupa işleriyle alâkadar olmaktan vazgeçmeyerek, Wilson'un
programını tatbikte ısrar etseydiniz, bu mütareke devresi uzar ve bir gün
devamlı bir sulha müncer olabilirdi (varabilirdi). Bence, dün olduğu gibi yarın
da, Avrupa'nın mukadderatı Almanya'nın alacağı vaziyete bağlı bulunacaktır.
Fevkalâde mukadderatı Almanya'nın alacağı vaziyete bağlı bulunacaktır.
Fevkalâde bir dinamizme malik olan bu 70 milyonluk çalışkan ve disiplinli
millet, üstelik millî ihtiraslarını kamçılayabilecek siyasî bir cereyana
kendisini kaptırdı mı, ergeç Vesailles muahedesinin tasfiyesine tevessül
edecektir (girişecektir.)''
Atatürk, Almanya'nın, İngiltere ve Rusya hariç olmak üzere, bütün
Avrupa kıtasını işgal edebilecek bir orduyu kısa bir zamanda teşkil
edebileceğini, binaenaleyh harbin 1940-45 seneleri arasında başlıyacağını,
Fransa'nın kuvvetli bir ordu yaratmak için lâzım gelen hassaları artık
kaybettiğini ve İngiltere'nin adalarını müdafaa etmek için, bundan sonra
Fransa'ya güvenemeyeceğini söylemiş, İtalya hakkında da şöyle demişti:
''- İtalya Mussolini'nin idaresi altında şüphesiz büyük bir kalkınmaya
ve inkişafa mazhar olmuştur. Eğer Mussolini, müstakbel bir harbde, İtalya'nın
zahirî (yüzeyde görünen) heybet ve azametini, harp haricinde kalmak suretiyle,
lâyıkı veçhile istismar edebilirse, (gerektiği gibi kullanabilirse), sulh
masasında başlıca rollerden birini oynayabilir. Fakat, korkarım ki, İtalya'nın
bugünkü şefi Sezar rolünü oynamak hevesinden kendisini kurtaramayacak ve
İtalya'nın askerî bir kuvvet yaratmaktan henüz çok uzak olduğunu derhal
gösterecektir.''
Atatürk, Amerika'nın geçen harbde olduğu gibi bu harbde de tarafsız
kalamayacağını ve Almanya'nın ancak bu Amerikan müdahalesi dolayısıyla mağlûb
olacağını da ilâve etmiş ve âdeta kehanet mesabesinde (derecesinde) olan şu
şayan-ı hayret sözleri söylemiştir:
''- Avrupa devlet adamları, başlıca ihtilâf mevzuu olan mühim siyasî
meseleleri, her türlü millî egoizmlerden uzak ve yalnız umumun nef'ine
(yararına) olarak, son bir gayret ve tanı bir hüsnüniyetle ele almazlarsa,
korkarım ki felâketin önü alınamayacaktır. Zira Avrupa meselesi İngiltere,
Fransa ve Almanya arasındaki ihtilâflar meselesi olmaktan artık çıkmıştır.
Bugün Avrupa'nın şarkında bütün medeniyeti ve hattâ, bütün beşeriyeti tehdit
eden yeni bir kuvvet belirmiştir. Bütün maddî ve mânevî imkânlarını, topyekûn
bir şekilde cihan ihtilâli gayesi uğruna seferber eden bu korkunç kuvvet
üstelik Avrupalılar ve Amerikalılarca henüz malûm olmayan yepyeni siyasî
metotlar tatbik etmekte ve rakiplerinin en küçük hatalarından bile mükemmelen
istifade etmesini bilmektedir. Avrupa'da vuku bulacak bir harbin başlıca galibi
ne İngiltere, ne Fransa, ne de Almanya'dır. Sadece Bolşevizmdir. Rusya'nın
yakın komşusu ve bu memleketle en çok harp etmiş bir millet olarak, biz
Türkler, orada cereyan eden hâdiseleri yakından takibediyor ve tehlikeyi bütün
çıplaklığıyla görüyoruz. Uyanan şark milletlerinin zihniyetlerini mükemmelen
istismar eden, onların millî ihtiraslarını okşayan ve kinleri tahrik etmesini
bilben Bolşevikler, yalnız Avrupa'yı değil, Asya'yı da tehdit eden başlıca
kuvvet halini almışlardır.''
(Cumhuriyet'ten: 8 Kasım 1951)
24.
ATATÜRK'ÜN AMERİKALI KADIN GAZETECİ GLADİS BAKER'E VERDİĞİ MÜLÂKAT
Ankara, 20 (A.A.) - 1935
- Harp çıktığı takdirde Amerika, bitaraflık siyasetini muhafaza
edebilir mi!
''- İmkânı yok, Eğer harp çıkarsa, Amerika'nın milletler camiasında
işgal ettiği yüksek mevki her halde müteessir olacaktır. Coğrafi vaziyetleri ne
olursa olsun milletler birbirine bir çok rabıtalarla bağlıdırlar.
Bundan başka, Amerika büyük ve kuvvetli, ve dünyanın her yerinde
alâkası olan bir devlet olduğundan kendisinin siyaset ve iktisadiyat cihetinden
ikinci derecede bir mevkie düşmesine aslâ müsaade edemez.''
- Milletler Cemiyeti'nin, sulhun muhafazası için müessir bir vasıta
olduğunu zannediyor musunuz?
''- Milletler Cemiyeti, henüz kat'î ve müessir bir vasıta olduğunu
ispat etmemiştir. Diğer taraftan Milletler Cemiyeti bugün, bütün milletlerin,
müşterek gayenin tahakkuku için çalışabilecekleri yegâne teşkilâttır.
Şuna da kaaniim ki, eğer devamlı sulh isteniyorsa kütlelerin
vaiyetlerini iyileştirecek beynelmilel tedbirler alınmalıdır. İnsanlığın
heyet-i umumiyesinin refahı açık ve tazyikın yerine geçmelidir.
Dünya vatandaşları, haset, açgözlülük ve kinden uzaklaşacak şekilde
terbiye edilmelidir.''
- Türkiye'de Bolşevikliğin yayılmasından korkuyor musunuz?
''- Türkiye'de Bolşeviklik olmayacaktır. Çünkü Türk hükûmetinin ilk
gayesi, halka hürriyet ve saadet vermek, askerlerimize olduğu kadar, sivil halkımıza
da iyi bakmaktır.''
- Niye diktatör diye çağrılmaktan hoşlanmıyorsunuz?
''- Ben diktatör değilim. Benim kuvvetim olduğunu söylüyorlar. Evet bu
doğrudur. Benim arzu edip de yapamayacağım hiçbir şey yoktur. Çünkü ben zoraki
ve insafsızca hareket etmek bilmem. Bence diktatör, diğerlerini iradesine
râmedendir. Ben kalbleri kırarak değil, kalbleri kazanarak hükmetmek isterim.''
- Mes'ut musunuz?
''- Evet, çünkü muvaffak oldum.''
(Cumhuriyet'ten: 21 Haziran 1935)
25.
ATATÜRK'ÜN ANTONESKU'YA
VERDİĞİ MÜLÂKAT
Atatürk 17 Mart 1937'de, Ankara Palas salonlarında, Romanya Dışişleri
Bakanı Antonesku ile yaptığı bir sohbette, kendi hayat felsefesini ve ayrıca
şeflerin nasıl olması gerektiği hakkındaki düşüncelerini aşağıdaki şekilde
anlatmıştır:
Milletler gam ve keder bilmemelidir. Şeflerin vazifesi, hayatı neşe ve
şevkle karşılamak hususunda milletlerine yol göstermektir.
Vaktiyle kitaplar karıştırdım. Hayat hakkında filozofların dediklerini
anlamak istedim. Bir kısmı herşeyi kara görüyordu. ''Mademki hiçiz ve sıfıra
varacağız dünyadaki muvakkat (geçici) ömür esnasında neşe ve saadete yer
bulunmaz'' diyorlardı.
Başka kitaplar okudum, bunları daha akıllı adamlar yazmışlardı.
Diyorlardı ki: ''Mademki sonu nasıl olsa sıfırdır, bari yaşadığımız müddetçe
şen ve şâtr olalım.''
Ben kendi karakterim itibarıyla ikinci hayat telâkkisini tercih
ediyordum, fakat şu kayıtlar içinde:
Bütün insanlığın varlığını kendi şahıslarında gören adamlar
bedbahttırlar. Besbelli ki o adam fert sıfatıyla mahvolacaktır. Herhangi bir
şahsın, yaşadıkça memnun ve mes'ut olması için lazım gelen şey, kendisi için
değil, kendisinden sonra gelecekler için çalışmaktır. Makûl bir adam, ancak bu
suretle hareket edebilir. Hayatta tam zevk ve saadet, ancak gelecek nesillerin
şerefi, varlığı, saadeti için çalışmakta bulunabilir.
Bir insan böyle hareket ederken, ''benden sonra gelecekler acaba böyle
bir ruhla çalıştığımı farkedecekler mi?'' diye bile düşünmemelidir. Hattâ en
mesut olanlar, hizmetlerinin bütün nesillerce meçhul kalmasını tercih edecek
karakterde bulunanlardır.
Herkesin kendine göre bir zevki var. Kimi bahçe ile meşgul olmak, güzel
çiçekler yetiştirmek ister. Bazı insanlar da adam yetiştirmekten hoşlanır.
Bahçesinde çiçek yetiştiren adam bir şey bekler mi? Adam yetiştiren
adam da çiçek yetiştirendeki hislerle hareket edebilmelidir. Ancak bu tarzda
düşünen ve çalışan adamlardır ki memleketlerine ve milletlerine ve bunların
istikbaline faydalı olabilirler.
Bir adam ki memleketin ve milletin saadetini düşünür, o adamın kıymeti
birinci derecededir. Esas kıymeti kendine veren ve mensup olduğu millet ve
memleketi ancak şahsiyeti ile kaim gören adamlar, milletlerinin saadetine
hizmet etmiş sayılmaz. Ancak kendilerinden sonrakileri düşünebilenler,
milletlerini yaşamak ve ilerlemek imkânlarına nail ederler (kavuştururlar).
Kendi gidince terakki (ilerleme) ve hareket durur zannetmek gibi bir gaflettir.
Şimdiye kadar bahsettiğim noktalar ayrı ayrı cemiyetlere aittir. Fakat
bugün bütün dünya milletleri aşağı yukarı akraba olmuşlardır ve olmakla
meşguldürler. Bu itibarla insan mensup olduğu milletin varlığını ve saadetini
düşündüğü kadar bütün cihan milletlerinin huzur ve refahını düşünmeli ve kendi
milletinin saadetine ne kadar kıymet veriyorsa bütün dünya milletlerinin
saadetine hâdim olmağa elinden geldiği kadar çalışmalıdır.
Bütün akıllı adamlar takdir ederler ki bu vadide çalışmakla hiçbir şey
kaybedilmez. Çünkü dünya milletlerinin saadetine çalışmak, diğer bir yolda
kendi huzur ve saadetini temine çalışmak demektir. Dünyada ve dünya milletleri
arasında sükûn ve iyi geçim olmazsa, bir millet kendisi için ne yaparsa, yapsın
huzurdan mahrumdur. Onun için ben sevdiklerime şunu tavsiye ederim:
Milletleri sevk ve idare eden adamlar, tabii evvelâ kendi milletinin
mevcudiyet ve saadetinin âmili olmak isterler. Fakat aynı zamanda bütün
milletler için aynı şeyi istemek lâzımdır.
Bütün dünya hâdiseleri bize bunu açıktan açığa isabet eder. En uzakta
zannettiğimiz bir hâdisenin bize bir gün temas etmeyeceğini bilemeyiz.
Bunun için beşeriyetin hepsini bir vücut ve bir milleti bunun bir uzvu
addetmek icabeder. Bir vücudun parmağının ucundaki acıdan bütün âza müteessir
olur.
İşte bu sükûnet içinde bütün dünyayı mütalaâ etmek fırsatı bizdedir.
Dünyanın filân yerinde bir rahatsızlık varsa bana ne dememeliyiz. Böyle bir
rahatsızlık varsa tıpkı kendi aramızda olmuş gibi onunla alâkadar olmalıyız.
Hâdise ne kadar uzak olursa olsun bu esasdan şaşmamak lâzımdır. İşte bu
düşünüş, insanları, milletleri ve hükûmetleri hodbinlikten kurtarır. Hodbinlik
şahsî olsun, millî olsun daima fena telâkki edilmelidir.
O halde konuştuklarımızdan şu neticeyi çıkaracağım: Tabiî olarak
kendimiz için bütün lâzım gelen şeyleri düşüneceğiz ve icabını yapacağız. Fakat
bundan sonra bütün dünya ile alâkadar olacağız.
Kısa bir misal: Ben askerim. Umumî harpte bir ordunun başında idim.
Türkiye'de diğer ordular ve onların kumandanları vardı. Ben yalnız kendi
ordumla değil, öteki ordularla da meşgul oluyordum. Bir gün Erzurum
cephesindeki hareketlere ait bir mesele üzerinde durduğum sırada yaverim dedi
ki:
- Niçin size ait olmayan meselelerle de uğraşıyorsunuz?
Cevap verdim;
- Ben bütün orduların vaziyetini iyice bilmezsem kendi ordumu nasıl
sevk ve idare edeceğimi tayin edemem.
Bir devlet ve milleti idare vaziyetinde bulunanların daima gözönünde
tutmaları lâzım gelen mesele budur.
Bu münasebetle muhterem misafirimize şunu diyeceğim: ben düşündüklerimi
sevdiklerime olduğu gibi söylerim. Aynı zamanda lüzumlu olmayan bir sırrı
kalbimde taşımak iktidarında olmayan bir adamım. Çünkü ben bir halk adamıyım.
Yanlışım varsa halk tekzip eder. Fakat şimdiye kadar bu açık konuşmada halkın
beni tekzip ettiğini görmedim.''
(Yücel'den, Kasım 1939)
C'in
Kültür Hizmeti
Atatürk
c Atatürk'ün Yazdığı Yurttaşlık
Bilgileri
Bülent Tanör
c Kurtuluş (Türkiye 1918-1923)
c Kuruluş (Türkiye 1920
Sonraları)
Prof. Dr. Sina Akşin
c Ana Çizgileriyle Türkiye'nin
Yakın Tarihi I-II
Prof. Dr. Macit Gökberk
c Aydınlanma Felsefesi,
Devrimler ve Atatürk
Yunus Nadi
c Türkiye'yi Sokakta Bulmadık
Falih Rıfkı Atay
c Baş Veren İnkılapçı (Ali
Suavi)
Bâki Öz
c Kurtuluş Savaşı'nda
Alevi-Bektaşiler
Prof. Dr. Tarık Zafer Tunaya
c Devrim Hareketleri İçinde
Atatürkçülük
Sabahattin Selek
c Milli Mücadele (Büyük
Taarruz'dan İzmir'e)
İsmail Arar
c Atatürk'ün İzmit Basın
Toplantısı
Prof. Dr. Niyazi Berkes
c 200 Yıldır Neden
Bocalıyoruz I-II
Ceyhun Atuf Kansu
c Devrimcinin Takvimi
Paul Dumont-François
Georgeon
c Bir İmparatorluğun Ölümü
(1908-1923)
Ali Fuat Cebesoy
c Sınıf Arkadaşım Atatürk I-II
Abdi İpekçi
c İnönü Atatürk'ü Anlatıyor
Paul Dumont
c Atatürk'ün Yazdığı Tarih:
Söylev
Kılıç Ali
c İstiklâl Mahkemesi Hatıraları
Prof. Dr. Niyazi Berkes
c Batıcılık, Ulusçuluk ve
Toplumsal Devrimler I-II
S. İ. Aralov
c Bir Sovyet Diplomatının
Türkiye Hatıraları I-II
Sabahattin Selek
c İsmet İnönü'nün Hatıraları
Nurer Uğurlu
c Atatürk'ün Yazdığı Geometri Kılavuzu
George Duhamel
c Yeni Türkiye Bir Batı Devleti
Bülent Tanör
c Türkiye'de Yerel Kongre İktidarları
Prof. Dr. Suna Kili
c Atatürk Devrimi-Bir Çağdaşlaşma Modeli
Falih Rıfkı Atay
c Atatürk'ün Bana Anlattıkları
Reşit Ülker
c Atatürk'ün Bursa Nutku
Prof. Dr. Tarık Zafer Tunaya
c İslamcılık Cereyanı I-II-III
M. Şakir Ülkütaşır
c Atatürk ve Harf Devrimi
Kılıç Ali
c Atatürk'ün Hususiyetleri
Mustafa Kemal
c Anafartalar Hatıraları
Ecvet Güresin
c 31 Mart İsyanı
Doğan Avcıoğlu
c 31 Mart'ta Yabancı Parmağı
Metin Toker
c Şeyh Sait ve İsyanı
Süleyman Edip Balkır
c Eski Bir Öğretmenin Anıları
Yunus Nadi
c Birinci Büyük Millet Meclisi
Kemal Sülker
c Dünyada ve Türkiye'de İşçi Sınıfının Doğuşu
Prof. Dr. Neda Armaner
c İslam Dininden Ayrılan Cereyanlar: Nurculuk
Fazıl Hüsnü Dağlarca
c Destanlarda Atatürk / 19 Mayıs Destanı
Yunus Nadi
c Mustafa Kemal Paşa Samsun'da
İsmet Zeki Eyuboğlu
c İrticanın Ayak Sesleri
Nuri Conker
c Zâbit ve Kumandan
Mustafa Kemal
c Zâbit ve Kumandan ile Hasbihal
İsmet Zeki Eyuboğlu
c İslam Dininden Ayrılan Cereyanlar: Nakşibendilik
Ord. Prof. Dr. Yusuf Hikmet
Bayur
c Ermeni Meselesi I-II
Talât Paşa
c Hatıralar
Prof. Dr. Tarık Zafer Tunaya
c Hürriyet'in İlanı
İsmet İnönü
c Lozan Antlaşması I-II
Sami N. Özerdim
c Yazı Devriminin Öyküsü
Nurer Uğurlu
c Atatürk'ün Askerlikle İlgili Kitapları
c Atatürk'ün Askerlikle İlgili Çeviri Kitapları
Halide Edip Adıvar
c Türkün Ateşle İmtihanı I-II-III
Prof. Dr. Muammer Aksoy
c Atatürk ve Tam Bağımsızlık
Prof. Dr. Şerafettin Turan
c Atatürk ve Ulusal Dil
Johannes Glasneck
c Kemal Atatürk ve Çağdaş Türkiye I-II-III
İsmet İnönü
c Cumhuriyet'in İlk Yılları I-II
Gâzi Mustafa Kemal
c Yarın Cumhuriyet'i İlan Edeceğiz (Nutuk'tan)
c Yarın Cumhuriyet'i İlan Edeceğiz (Söylev'den)
Fazıl Hüsnü Dağlarca
c Gâzi Mustafa Kemal Atatürk
Eylemde/10 Kasımlarda
Ruşen Eşref Ünaydın
c Atatürk'ü Özleyiş I-II
Prof. Dr. Cavit Orhan Tütengil
c Atatürk'ü Anlamak ve Tamamlamak
Prof. Dr. A. Afetinan
c M. Kemal Atatürk'ten Yazdıklarım
Falih Rıfkı Atay
c Zeytindağı
Prof. Dr. Suat Sinanoğlu
c Türk Hümanizmi I-II-III
Prof. Dr. Tarık Zafer Tunaya
c Batılılaşma Hareketleri I-II
Charles N. Sherrill
c Bir ABD Büyükelçisinin Türkiye
Hatıraları/Mustafa Kemal I-II
İsmet Zeki Eyuboğlu
c Karanlığın Ayak Sesleri / Kadirilik
Dr. Bernard Caporal
c Kemalizmde ve Kemalizm Sonrasında
Türk Kadını I-II
Dr. Bernard Caporal - Neşe Doster
c Kemalizmde ve Kemalizm Sonrasında
Türk Kadını III - Kronoloji
Ruşen Eşref Ünaydın
c Anafartalar Kumandanı Mustafa Kemal ile Mülâkat
Kurt Steinhaus
c Atatürk Devrimi Sosyolojisi I-II
Bahir Mazhar Erüreten
c Türkiye Cumhuriyeti Devrim Yasaları
Sabahattin Eyuboğlu
c Köy Enstitüleri Üzerine
Ord. Prof. Dr. Hıfzı Veldet
Velidedeoğlu
c İlk Meclis
Prof. Dr. A. Afetinan
c M. Kemal Atatürk'ün Karlsbad Hatıraları
Yunus Nadi
c Cumhuriyet Yolunda
Falih Rıfkı Atay
c Mustafa Kemal'in Mütareke Defteri ve 19 Mayıs
Gâzi Mustafa Kemal
c 1919 Yılının Mayısının 19'uncu Günü Samsun'a Çıktım
Nadir Nadi
c 27 Mayıs'tan 12 Mart'a
Ord. Prof. Dr. Yusuf Hikmet
Bayur
c Balkan Savaşları / Birinci
Balkan Savaşı I-II-III
Tayfur Sökmen
c Hatay'ın Kurtuluşu İçin Harcanan Çabalar
Dr. Abdurrahman Melek
c Hatay Nasıl Kurtuldu
Ord. Prof. Dr. Yusuf Hikmet
Bayur
c Balkan Savaşları / İkinci
Balkan Savaşı I-II
Gâzi Mustafa Kemal
c Erzurum Kongresi
Sabahattin Selek
c Millî Mücadele (Erzurum'da Gergin Günler)
Yaşar Nabi
c Balkanlar ve Türklük I-II
Ceyhun Atuf Kansu
c Bağımsızlık Gülü
General Fahri Belen
c Büyük Türk Zaferi (Afyon'dan İzmir'e Kadar)
Gâzi Mustafa Kemal
c Sivas Kongresi I-II-III-IV
Doç. Dr. Suat Yakup Baydur
c Dil ve Kültür
Kadriye Hüseyin
c Mukaddes Ankara'dan Mektuplar
Berthe Georges-Gaulis
c Kurtuluş Savaşı Sırasında Türk Milliyetçiliği
Ord. Prof. Enver Ziya Karal
c Tanzimat-ı Hayriye Devri
Falih Rıfkı Atay
c Çankaya I-II-III-IV-V
Liman von Sanders
c Türkiye'de Beş Yıl I-II-III
İsmet İnönü
c Hatıralar (Birinci Dünya Harbi)
Arnold J. Toynbee
c Türkiye I-II-III - Bir Devletin Yeniden Doğuşu
İlhami Bekir
c Altın Destan Mustafa Kemal Atatürk I-II
Prof. Dr. Mahmut Âdem
c Atatürkçü Düşünce Işığında Eğitim Politikamız
John Grew
c İlk ABD Büyükelçisinin Türkiye Hatıraları
Atatürk ve İnönü
Dr. Bernard Caporal
c Kemalizm Sonrasında Türk Kadını I-II-III (1923-1970)
Dagobert von Mikusch
c Avrupa ile Asya Arasındaki Adam
Gazi Mustafa Kemal I-II-III-IV
Prof. Dr. Erol Manisalı
c Dünden Bugüne Kıbrıs
Hiç yorum yok :
Yorum Gönder