André Comte-Sponville (12 Mart 1952) 1998 yilina kadar Sorbonne üniversitesinde profesörlük yapmis bir fransiz filozoftur. Bugün yazar olarak calismalarini sürdürmektedir.
Asagida yazmis oldugu "Büyük Erdemler Risalesi" adli kitabinin derlemesini bulacaksiniz.
Derleyen: Halit YILDIRIM 09
Mayıs 2014
SUNUŞ
Büyük
Erdemler Risalesi (1) Fransa’da çok satanlar listesinde yer almış bir kitap. Bu satışta, yakın
dönemde morale duyulan ilgideki artışın payı kuşkusuz büyüktür. Ama kitabın
yazarı Andre Comte-Sponville bu ilgiyi ve moralin, büyüsünü yitiren
politikanın yerine geçmeye aday oluşunu da sorgulayan bir felsefeci.
A.Comte-Sponville,
bir söyleşisinde belirttiği gibi, dışarıdan fundamantalizmin (2),
içeriden ise nihilizmin (3)
kemirdiği bir Avrupa’nın materyalist, tanrıtanımaz bir düşünür olarak, değerler
ve erdemler üzerine yazmak gibi zor bir işi yapıyor bu kitapta.
Bugün
felsefi bir moral üzerine kaleme alınmış bir kitabı anlamak için ilk sormamız
gereken soru, yazarın tercih ettiği filozofun kim olduğu sorusudur.
Comte-Sponville’in filozofu, insanı erdeme iten gücün istek olduğunu söyleyen
Aristoteles ve “istek insanın özüdür” diyen Spinoza’dır.
Büyük
erdemler, küçük erdemler... Şefkat, ılımlılık, içtenlik, yardımseverlik,
dürüstlük, cesaret...Binlerce yıldır burada olan ve bir süre gözden düştükten
sonra yeniden hayatımıza, dilimize dönen (ve bizim hayatımızla, dilimizle
yaşadığımız büyük kopuştan, büyük travmadan dolayı, bazılarını Türkçe’ye
çevirmekte zorlandığımız) erdemler... Kendi kültürel büyük kopuşumuz üzerine
düşünmemize ilham kaynağı oluşturabilecek bir kitap bu aynı zamanda.
Kuşkusuz,
“Sınır Tanımayan Hekimler”, “Yoksullar için aşevleri”, (bizdeki Ramazan
çadırları), “Irkçılığa karşı S.O.S” hareketleri, hepsi saygı değer girişimler.
Ama bu girişimlerin iyi bir politikanın yerine geçeceği düşüncesi, tıpkı bir
zamanlar iyi bir politikanın zaten moral olacağı düşüncesi gibi bir yanılsama. Çünkü
“göçmen işçilerin Fransızların işini elinden aldığını” söyleyerek, onları
“evlerinde olmaları koşuluyla” sevdiğini söyleyen Le Pen’e karşı, onların da
insan olduğu şeklindeki moralist bir söylem, apolitik olduğu için, seçimlerde
etkisiz olmaya mahkûm.
Comte-Sponville’e
göre, Tanrı’nın toplumsal açıdan ölmesiyle, (bazı uzmanlarca tartışılır olsa
da) bağlamak anlamına gelen, dinin toplumda bıraktığı boşluğu günümüzde moral
doldurmaya çalışıyor. Eskiden “ne yapmalıyım?” sorusuna Tanrı, kilisesiyle,
buyruklarıyla, rahipleriyle cevap veriyor; bu cevaplar, “bir doğum hediyesi
paketi” şeklinde bireye hayatının başından itibaren sunuluyordu. Şimdi Tanrının
verdiği cevaplar-en azından toplumsal açıdan-işitilmiyor ve herkes, “ne
yapmalıyım?” sorusuyla baş başa buluyor kendini. İşte bu nedenle, morale her
zamankinden çok ihtiyaç duyuyoruz. Çünkü Batı uygarlığı, kendisini 3000 yıldır
olmadığı kadar uzaklaşmış buluyor Tanrıdan.
Hannah
Arendt’in bir eserinde Machiavelli’den yaptığı şu alıntı, belki daha zarif bir
üslupla aynı görüşü dile getirmekteydi: “Bu dünyadan ayrılırken, ardında
daha iyi bir dünya bırakmayı, iyi biri olmuş olmaya tercih ederim”. Arendt,
Machiavelli’nin bu cümlesiyle, yalnızca politikanın otonomisine değil, aynı
zamanda onun insanı yücelten eylem olduğuna dikkatimizi çekiyor. (Tülin BUMİN)
ÖNSÖZ
Erdem,
eğer benim düşündüğüm gibi öğrenilebilir bir şeyse eğer-ki ben bu kanıdayım
-kitaplardan çok, örneklerden öğrenilir. O halde, bir erdemler risalesi ne işe
yarar? Belki şuna: Ne yapmamız ya da ne olmamız gerektiğini, ne yaşamamız
gerektiğini anlamaya çalışmak ve bu çabadan yola çıkarak, yapmamız ya da
olmamız gereken şeyden bizi ayıran yolu, en azından entelektüel olarak
ölçebilmek. Mütevazı bir amaç, yetersiz bir amaç, ama gerekli bir amaç.
Filozoflar öğrencidir (yalnızca bilgeler hocadır) ve öğrencilerin de kitaplara
ihtiyacı vardır: İşte bu nedenle, kimi zaman, ellerinin altındaki kitaplar
onları tatmin etmediğinde ya da o kitapların altında kaldıklarında kendileri de
yazarlar. Bu durumda, herkes için, bir ahlak risalesinden daha acil bir kitap
olabilir mi? Ve ahlak konusunda erdemlerden daha ilgiye değer ne olabilir?
Erdem nedir? Harekete geçen ya da geçebilen
bir güçtür. Örneğin, bir bitkinin ya da ilacın erdemi iyileştirmektir,
bıçağınki kesmek, insanınki insanca istemek ya da davranmaktır. Yunanlardan
gelen bu örnekler işin özünü yeterince ifade etmektedir: Erdem güçtür, ama
özgül güç.
Bir
varlığın erdemi onun değerini oluşturan şeydir, başka deyişle kendine özgü
yetkinliğidir: İyi bıçak en iyi kesebilendir, iyi reçete tedavide çok başarılı
olandır, iyi zehir öldürmede çok başarılı olandır...
Katilin
elindeki bıçak aşçının elindekinden daha az erdemli olamaz, hayat kurtaran
bitki zehirleyen bitkiden daha erdemli değildir. Bu, kuşkusuz, bu adamın hiçbir
normatif[4]
boyutu olmadığı anlamına gelmez: kimin elinde olursa olsun ve kullanılışlarının
çoğunda, en iyi bıçak en iyi kesen bıçak olacaktır. Bıçağın işini yapması
yeterlidir, o bu işi yargılamaz, değerlendirmez ve bu nedenle de onun erdemi
bizim erdemimiz değildir. Mükemmel bir bıçak, kötü bir adamın eline düştü diye
mükemmelliğinden bir şey yitirmez. Erdem güçtür ve güç de erdeme yeter.
Ama
insana yetmez. Ama ahlaka yetmez. Bir insanın arzusu bir atın arzusundan
farklıdır, eğitimli bir insanın arzuları da bir vahşininkinden ya da cahil
birininkinden farklıdır.
Erdem, genel anlamda, güçtür; tikel
anlamda ise, insani güç ya da insanlık gücüdür. Ahlaki erdemler diye
adlandırılan şey de budur. Bu erdemler, Montaigne’in dediği gibi, bir insanın
bir diğerinden daha çok insana benzemesini ya da ondan daha mükemmel olmasını
sağlar; bu erdemler yoksa, Spinoza’nın dediği gibi, insanlık dışı
nitelendirmesini hak ederdik.
Aristoteles’den
beri bilmekteyiz ki, erdem, edinilmiş bir iyilik yapma yeteneğidir. Ama
dahasını da söylemek gerekir: Erdem, iyiliğin kendisidir, ruhtaki ve
hakikatteki iyiliktir.
Elinizdeki
bu kitap tümüyle pratik ahlak, yani moral olma iddiasındadır. Erdem, daha
doğrusu erdemler (çünkü erdem birden çoktur, çünkü erdemlerin tümü teke
indirgenemeyeceği gibi içlerinden biriyle de yetinilemez) bizim ahlaki
değerlerimizdir, böyle diyebiliriz, ama-elimizden geldiğince-ete kemiğe
bürünmüş değerlerimizdir, yaşanmış, edim halindeki değerlerimizdir: Her zaman
tekildir tıpkı bizler gibi; her zaman çoğuldurlar mücadele ettikleri ya da
doğru yola soktukları zayıflıklar gibi.
Nasıl
bir yöntem izledim? Varlığı sayesinde bir bireye verdiğim ahlaki değeri artıran
ve tersine, yokluğunda da bu değeri azaltan yürek, ruh ya da karakter
özelliklerinin neler olduğunu kendime sordum. Otuz kadar erdemden oluşan bir
liste çıktı ortaya. Örneğin iyilik ile cömertlik, dürüstlük ile adalet gibi iki
kez kullanılmış olabilecekleri ve ille de ele alınması gerekmediğini
düşündüklerimin hepsini eledim. Geriye on sekiz erdem kaldı, yani baştan hayal
etmiş olduğumdan çok daha fazlası kaldı, ama artık daha fazlasını eleyemezdim.
Kitabın
bütününün, henüz ahlak olmayan terbiyeyle başlaması ve artık ahlak olmayan
aşkla bitmesi elbette kasıtlı bir tercihtir.
2.500
yıldır-daha fazla bile diyebiliriz-en parlak zekâlar erdemler üzerinde
düşünmektedir: Ben onların çabalarını sürdürmek istedim yalnızca; kendi
tarzımda, kendi imkânlarımla ve her gerektiğinde onlara yaslanarak...
Her
erdem iki ahlak bozukluğu arasında bir zirve, iki uçurum arasında bir doruk
hattıdır: Örneğin korkaklık ile gözü karalık arasında cesaret, yaltaklanma ile
bencillik arasında haysiyet ya da öfke ile duygusuzluk arasında yumuşaklık... Ama
kim her zaman zirvede yaşayabilir?
Erdemler
üzerine düşünmek insanı erdemli kılmaz, hiçbir zaman buna yeterli olamaz. Yine
de bu düşünmeyi geliştirmek bir erdemdir: Bu alçakgönüllülüktür; konunun ve
geleneğin zenginliği karşısında entelektüel alçakgönüllülük olduğu kadar, bu
erdemlerin hemen hemen hepsinden, hemen hemen her zaman yoksun oluşumuz, ama
yine de onların yokluğuna razı olamayışımız ve-bizim zayıflığımız olan-onların
zayıflığından kendimizi muaf tutamayışımız gerçeği karşısında kelimenin tam
anlamıyla ahlaki bir alçakgönüllülüktür.
Bu işten aldığım heyecan verici zevk, benim için yeterli bir doğrulama oldu. Okurların alacağı zevk ise, eğer alırlarsa, fazla bir şeydir: Çalışma değil lütuftur. Dolayısıyla minnettarlığım okurlaradır. (Andre Comte-Sponville)
NEZAKET
Nezaket
ilk erdemdir, belki de tüm erdemlerin kökenidir. Aynı zamanda en yoksul, en
yapay, en tartışma götürür erdemdir: Hatta erdem olup olmadığı bile
sorulabilir.
Nezaket
ahlakla, ahlak da nezaketle alay eder. Nezaket bir değerse eğer ki bu inkar
edilemez, muğlak bir değerdir, kendi
içinde yetersizdir-en iyiyi de en kötüyü de içerebilir-ve bu niteliğiyle
neredeyse kuşku vericidir.
Nezaket,
kötü kişiyi daha da iğrençleştirir, çünkü nezaket ondaki bir eğitimin
göstergesidir, bu olmasa o kişinin kötülüğü bir anlamda bağışlanabilir olurdu.
Nezaket gösteren adi adam, yabaninin tersidir ve yabanilere kızılmaz. Vahşinin
tersidir ve vahşiler bağışlanır.
Nezaket
karşısında ilk önemli olan, kanmamaktır. Nezaket bir erdem değildir ve hiçbir
erdemin yerini tutamaz. Ama o halde niçin ilk erdemin o olduğunu, hatta belki
de tüm diğerlerinin kökeni olduğunu söylüyoruz?
Erdemlerin
kökeni tek bir erdem olamaz (çünkü o zaman o erdemin de bir kökeni olması
gerekir ve bu olamaz) ve belki de ilk erdemin erdemli olmaması erdemlerin
özüdür. Niçin ilk? Zaman sırasına göre ve birey için konuşuyorum. Yeni doğan
bebeğin ahlakı yoktur, olamaz da zaten. Dahası, süt çocuğunun, uzun süre
boyunca da küçük çocuğun ahlakı olamaz. Buna karşılık onun keşfettiği şey, hem
de çok erkenden keşfettiği şey, yasaktır. “Bunu yapma: Bu kirli, bu kötü, bu
çirkin, bu yaramazlık...” Ya da: “tehlikeli” ve o kötü olan şey (hata) ile
kötülük veren şey (tehlike) arasındaki farkı hemen görecektir.
Yapılması
gereken şeyi olup biten şeyden çıkarsayamayız, der Kant. Yine de çocuk ilk
yılları boyunca buna mecburdur ve yalnızca bu sayede insan olur. “İnsan,
ancak eğitim yoluyla insan olur; eğitim onu ne hale soktuysa odur insan.” Kant
bunu zaten kabul etmektedir. Dahası, “hayvanlığı insanlığa dönüştüren” şey
öncelikle disiplindir.
Gelenek
ve görenek değerden önce gelir, itaat saygıdan, taklit ise görevden önce gelir.
Eğer
nezaket başlangıçta verili değilse bu ahlak nasıl ortaya çıkar? Yapmacık
tavırlar iyi eylemlerden önce gelir ve bunlara yol açar. Ahlak bir ruh
terbiyesi gibidir, (özellikle öteki söz konusu olsa bile) kişinin kendisiyle
ilişkisinin muaşeret kuralıdır, davranış bilgisidir, içsel yaşamın bir
etiketidir, görevlerimizin kodudur, özün törenselliğidir.
“Adil şeyler yapa yapa adil insan, ölçülü davrana davrana ölçülü,
yiğitçe davrana davrana da yiğit insanlar oluruz,”
diye devam ediyordu Aristoteles. Ama, adil insan olmadan nasıl adil
davranabiliriz? Ölçülü biri olmadan nasıl ölçülü davranabiliriz? Yiğit biri
olmadan nasıl yiğitçe davranabiliriz?
Aristoteles
sanki, alışkanlık yoluyla, der gibidir, ama bu cevap elbette yetersizdir:
Alışkanlık, alışılan şeyin önceden varlığını varsayar ve dolayısıyla bu durumu
açıklayamaz. Kant bizi daha fazla aydınlatır. O, bu ilk erdem taklitlerini
disiplinle, yani dış zorlamayla açıklayacaktır: Çocuğun, içgüdüleriyle
yönlendirilmediği takdirde kendi kendine yapamayacağı şeyi “başkalarının onun
için yapması gerekir” ve böylece “bir kuşak diğerini eğitir”.
“Nezaket,”
diyordu La Bruyere, “her zaman iyiliğin,
hakkaniyetin, hatır sayarlığın, minnettarlığın hazırlayıcısı olamaz; en azından
bunların görüntülerini verir ve insanın içi nasıl olmalıysa dışını da öyle
gösterir.” Bu nedenle yetişkinde nezaket yetersiz kalır, çocukta ise
gereklidir.
Sanat
nasıl doğayı taklit ediyorsa, nezaket de ahlakı taklit eder, ahlak da onu. Biz
ahlaklı olabiliyorsak-ve ahlakın, hatta ahlaksızlığın mümkün olabilmesi için
bile bizim ahlaklı olmamız gerekir-bu, erdem sayesinde değil eğitim
sayesindedir, iyilik için değil biçim içindir, ahlak yoluyla değil nezaket
yoluyladır-değerlere değil, göreneklere gösterilen saygı sayesindedir! Ahlak
önce yapmacıklık, sonra da yapılan şeydir. Nezaket, ahlaktan öncedir ve ahlakı sağlayan
şeydir.
Demek
ki nezaket, ahlakın doğması ve hatta bir yanıyla da, serpilip gelişmesi için
gerekli koşulları yaratarak, ahlakı döngüden kurtarır (nezaket olmasaydı
erdemli olmak için erdemli olmak gerekirdi). Nezaketin her şey olmadığını, işin
özü hiç olmadığını gayet iyi anlıyorum. Yine de gündelik dilde kullanılan iyi
yetiştirilmiş olmak deyişi öncelikle nazik olmaktır; bu bile çok şeyi ortaya
koyar.
Çocukları
yetiştirmek için sevgi yetmez, onları seven ve sevilen insanlar yapmaya da
yetmez. Nezaket de yetmez, işte bu nedenle, her ikisi de gerekir. Kötü
yetiştirilmiş bir çocuktan daha kötüsü, kötü bir yetişkin değil midir? Oysa biz
artık çocuk değiliz. Sevmeyi, yargılamayı, istemeyi biliyoruz... Erdem sahibi
olabiliriz, dolayısıyla sevme yeteneğimiz var; nezaket sevmenin yerini tutamaz.
Kaba saba ama cömert birini, nazik bir bencile her zaman tercih ederiz.
Medeniyetten yoksun ama dürüst bir insan, ince zevklere sahip ama anasının gözü
bir insana her zaman tercih edilir.
Hayat,
adabı muaşeretten ibaret değildir; nezaket ahlak değildir. Ama yine de nezaket
hiç her şey demek değildir. Nezaket küçük bir şeydir, büyük şeyleri hazırlar.
Bir ritüeldir, ama Tanrı’sız; bir tören kuralıdır, ama ibadetsiz; bir
etikettir, ama hükümdarsız.
Zeki
ve erdemli insanların nezaketten yoksun olmadığı yine de aşikârdır. Aşk bile
biçimsel nezaket kurallarından tümüyle vazgeçemez.
SADAKAT
Geçmiş
artık yoktur, gelecek ise henüz yoktur: Unutkanlık ve hazırlıksızlık doğaya
özgüdür. Her gelişinde ilkbahardan daha hazırlıksız ne olabilir? Doğa Tanrı
olmayı unutur ya da Tanrı kendini doğanın içinde unutur. Eğer evrenin bir
tarihi varsa-ki elbette vardır-bu kaotik[5]
ya da şansa kalmış bir doğaçlamalar dizisidir, (doğaçlamak için bile olsa)
projesiz ve belleksizdir.
Aziz
Augustinus’un “geçmişin şimdiki zamanı” diye
adlandırdığı şey budur ve bu bellektir. Geleceğin belleği olan kaygı kendini
bize yeterince anımsatır.
Bir
geleceği olduğunu-bilgeler ya da deliler hariç-kim unutabilir? Ve kötüler
dışında kim yalnızca kendi geleceğinden kaygı duyar? İnsanlar bencildir,
elbette, ama çoğu zaman sanıldığından kesinlikle daha az bencildirler: Çocuksuz
bile olsalar, gelecek kuşaklar için kaygı duyarlar ve bu kaygı güzeldir. Tıpkı
içtiği sigaralardan rahatsız olmazken ozondaki bir delikten kaygı duyan kişi
gibi.
Geçmiş
daha yoksundur. Gelecek bizi endişelendirir, gelecek bize musallat olur:
Geleceğin gücünü oluşturan, hiçliğidir. Tersine, geçmiş artık bizi neredeyse
hiç endişelendirmez, geçmişten bekleyecek hiçbir şeyimiz yoktur ve bu da
kuşkusuz tamamen yanlış değildir. Geçmişi, kökünden silip atmayalım. İnsanın
tüm saygınlığı düşüncededir; düşüncenin tüm saygınlığı bellektedir. Unutkan
düşünce, belki yine düşüncedir, ama tinden yoksundur. Unutkan arzu, arzudur
kuşkusuz; ama istençten yoksundur, kalpsizdir, cansızdır.
İnsan
ancak bellek sayesinde tindir; ancak sadakat sayesinde insanidir.
Sadakat
diğer değerler gibi bir değer, başka erdemler gibi bir erdem değildir:
Değerlerin ve erdemlerin neden, niçin ve neler dolayısıyla var olduğunu
gösteren şeydir. Adil kişilerin sadakati olmasa adalet olur mu? Barış yanlısı
kişilerin sadakati olmasa barış olur mu? Özgür düşünceli insanların sadakati
olmasa özgürlük olur mu? Dahası, doğru sözlü kişilerin sadakati olmadan hakikat
olur mu? Kuşkusuz bu durumda hakikat hakikat olmaktan çıkmaz, ama değersiz
hakikat olur, hiçbir erdem bu hakikatten doğamaz.
Her
erdem iki aşırılığa karşı durur, diye hatırlatır bir Aristotelesçi: Kararsızlık,
değişkenlik bunlardan biridir; dediğim dediklik de bir diğeri;
sadakat her ikisini de eşit ölçüde reddeder. Tam orta mıdır sadakat?
O
halde sadakat kendi içinde mi değerlidir? Kendisi için mi değerlidir? Yoksa
kendisi dolayısıyla mı değerlidir? Hayır; ya da yalnızca bu değil. Özellikle
sadakatin nesnesi, konusudur onun değerini yaratan. Sadakat her şeyi
bağışlamaz: Kötüye sadık kalmak onu inkar etmekten daha kötüdür. SS’ler
Hitler’e sadakat yemini ediyorlardı; bu suça sadakat suçtu. Kötülüğe sadakat
kötü sadakattir. Ve “aptallığa sadakat,” diye saptar Jankelevitch, “bir
aptallık dahadır.”
Sadakat ve sadakatsizlik, hatırlamanın, biri
erdemli diğeri erdemsiz iki karşıt biçimidir. Sadakat “Aynı’nın erdemi”dir,
diyordu yine Jankelevitch; ama her şeyin değiştiği bir dünyada-dünya da budur
zaten-ancak bellek ve istenç dolayısıyla aynı vardır. Kimse iki defa aynı
ırmakta yıkanamaz, ne de aynı kadını iki defa sevebilir.
Mademki
bugün dünkünün aynısı değilim, önceki gün verdiğim sözü niçin tutayım ki?
Niçin? Sadakat nedeniyle. İşte bu, Montaigne’e göre, kişisel kimliğin gerçek
temelidir: “Varlığımın ve kimliğimin temeli tamamen ahlakidir: Kendi kendime
yemin ettiğim inanca sadakattedir bu temel.” Nasıl ki sadakat belleğin
erdemiyse sadakatsizlik de (eksikliği ya da yanlışı olmaktan çok) hatasıdır.
Düşünceye
sadık kalınması yeterince açıktır. İnsan rasgele bir şeyi düşünemez, çünkü
rasgele bir şeyi düşünmek düşünmek olmaz. Her düşünce, diye saptar Marcel
Conche, “onu korumak için çaba
göstermezsek sürekli olarak kaybolma riski taşır.” Bu demektir ki, sadakat
olmadan düşünce olamaz: Düşünmek için, yalnızca anımsamak yetmez (bilincin ve
tüm bilincin düşünce olmamasını da sağlamaz), anımsamayı istemek de gerekir.
Sadakat bu istençtir, daha doğrusu bu istencin edimi ve erdemidir.
Düşünceye
sadık olmak fikir değiştirmeyi reddetmek (dogmatizm) değildir, ne fikirleri
kendilerinden başka bir şeye (iman) tabi kılmaktır, ne de onları mutlak olarak
kabul etmektir (fanatizm); düşünceye sadık kalmak, sağlam ve güçlü nedenler
olmaksızın onları değiştirmeyi reddetmektir ve-her zaman incelenemeyeceğine
göre- bir kez için açıkça ve sağlam olarak değerlendirilmiş olan şeyi, yeni bir
sınamaya kadar doğru kabul etmektir. Demek ki, ne dogmatizm, ne de vefasızlık.
Fikir değiştirme hakkı vardır; ama yalnızca bu bir görev olduğunda. Öncelikle
hakikate sadakat, sonra da hakikatin anısına (korunan hakikatinkine) sadakat:
Sadık düşünce, yani düşünce budur.
Hangi
fizikçi Newton’u tekrar okur? Ama Aristoteles’i tekrar okumayan filozof var
mıdır? Bilim ilerler ve unutur; felsefe derin düşüncelere dalar ve hatırlar.
Felsefe, düşünceye aşırı bir sadakat değilse nedir ki?
Büyük
mantıkçı olan Cavailles bir ahlak akılcı olmalıdır, kuşkusuz, çünkü evrensel
(her koşulda evrenselleştirilebilir) olmak zorundadır; ama hiçbir akıl buna
yetmez: Biraz güçlü bir eğilim karşısında, çelişmezlik ilkesi bir şey yapamaz,
en parlak gerçeklikler bunun karşısında donuk kalır.
Ama
akıl ile ahlak yine de iki ayrı şeydir ve birbirlerine indirgenemezler. Ahlak,
başka deyişle, hakikat değildir, ama değerdir: Bilginin değil (en azından
ahlakın bilgisi ahlakın değerini gösterebilecek durumda değildir), istencin
konusudur. Zaman dışı değil tarihseldir. Önümüzde değil, ardımızdadır. Ahlakın
temeli yoksa da, olamayacaksa da, sadakat bu temelin yerini tutan şeydir. Ahlak
nezaketle başlar, doğasını değiştirerek sadakatle devam eder.
Herkes,
daha doğrusu her çift: Hakikat tekelcilikten daha yüksek bir değerdir ve aşk
bana kalırsa aşktan (öteki aşktan) çok yalandan ihanet görür. Kimileri tersini
düşünür, belki benim de tersini düşündüğüm zamanlar olmuştur. İşin özü, bence,
burada değildir. Öyle özgür çiftler vardır ki sadıktırlar; kendi tarzlarında
(aşklarına sadık, sözlerine sadık, ortak özgürlüklerine sadık...). Ve öyle
başka çiftler vardır ki, birbirlerine sözün dar anlamında sadıktırlar, her
ikisinin de aslında öyle olmamayı tercih edecekleri hüzünlü bir biçimde
sadıktırlar, her ikisi de sadık olmamayı tercih eder... Burada sorun oluşturan
sadakatten çok kıskançlıktır, aşktan çok ıstıraptır. Sadakat merhamet değildir.
Bunlar iki erdem midir? Kuşkusuz öyledir, ama tam olarak bunlar iki ayrı
şeydir. Istırap vermemek bir şeydir; ihanet etmemek başka bir şey ve sadakat
denen de budur.
Çift
sözcüğü, benim ele aldığım anlamda, hem aşkı hem de süreyi gerektirir.
Dolayısıyla sadakati gerektirir, çünkü aşk ancak tutkuyu (bir çift oluşturmak
için çok kısa, onu bozmak için tam yeterli!) bellek ve istenç aracılığıyla
sürdürme koşuluyla sürer. Evlilik kuşkusuz bu anlama gelir ve boşanma da bunu
kesintiye uğratır.
Sadakat,
sadık aşktır, demiştim ve çift de böyledir, ister “modern” olsun ister “özgür”.
Sadakat, gerçekleşmiş olan şeyin süren aşkıdır, aşkın aşkıdır, söz konusu
durumda, geçmiş aşkın şimdiki (ve gönüllü, gönüllü olarak sürdürülen) aşkıdır.
Sadakat sadık aşktır ve öncelikle aşka sadıktır.
Hep
seni seveceğime ve başka kimseyi sevmeyeceğime nasıl yemin edebilirim? Kim
kendi duyguları için yemin edebilir? Artık aşk yoksa, aşkın hayalini,
yükümlülüklerini ya da taleplerini sürdürmek yoksa, aşkın hayalini,
yükümlülüklerini ya da taleplerini sürdürmek neye yarar? Şimdiki zamanı sevmek
için geçmişe ihanet etmek zorunda mıyız? Sana yemin ederim; seni her zaman
seveceğime değil, ama yaşadığımız bu aşka her zaman sadık kalacağıma...
Sadakatsiz
aşk, özgür aşk demek değildir: Unutkan aşktır, dönme aşktır, sevdiğini unutan
ya da sevdiğinden tiksinen aşktır, dolayısıyla kendini unutan ya da kendinden
tiksinen aşktır. Bunun hala aşk olduğu söylenebilir mi?
BASİRET
Nezaket
erdemlerin kökenidir; sadakat, ilkesi; basiret ise koşuludur. Basiretin kendisi
bir erdem midir? Geleneksel düşünce bu soruya ‘evet’ cevabını verir. Öncelikle
açıklanması gereken de budur.
Basiret,
Antik çağın ve Ortaçağ’ın dört temel erdeminden biridir. O, belki de en fazla
unutulan erdemdir. Kant basireti bir erdem olarak görmüyordu: “Aydınlanmış
ya da becerikli benlik sevgisidir bu”, diye açıklıyordu; kuşkusuz mahkûm
edilmesi gerekmez, ama ahlaki değeri yoktur ve şartlı olmak dışında bur buyruğu
yoktur.
Sağlığa
dikkat etmek basirettir, ama bunu bir değer olarak görebilir miyiz? Basiret,
ahlaki olamayacak kadar lehte bir durumdur; görev ise basiretli olamayacak
kadar mutlaktır.
Sorumluluk etiği yalnızca niyetlerimize ya da ilkelerimizin hesabını
vermemizi değil, aynı zamanda, öngörebildiğimiz ölçüde, edimlerimizin
sonuçlarına da hesabını vermemizi gerektirir. Bu bir basiret etiğidir ve
geçerli olan tek etik budur. Gestapo’ya bir Yahudi’yi ya da direnişçiyi teslim
etmektense yalan söylemek yeğdir. Ne adına? Basiret adına; bu, insan için,
insan tarafından, daha iyi olanın tam olarak belirlenmesidir...Bu, uygulamalı
ahlaktır, uygulanmayan bir ahlak ne işe yarar ki? Basiret yoksa diğer
erdemler, cehennemin kendi iyi niyetleriyle döşedikleri kaldırım taşları
olurlar.
Nedir söz konusu edilen?
Ya
da zekâ diyebiliriz, ama erdemli olmalıdır. Bu nedenle basiret tüm diğer
erdemlerin koşuludur: Basiret olmadan hiçbiri ne yapmak gerektiğini bilemez,
hedeflediği amaca (iyilik) nasıl erişeceğini de bilemez. Aziz Thomas, dört
temel erdemden biri olan basiretin diğer üçünü yönlendirmesi gerektiğini gayet
iyi göstermişti: Ölçülülük, yiğitlik ve adalet, basiret olmadan, ne yapmak gerektiğini,
nasıl yapmak gerektiğini bilemez; kör ya da belirsiz erdemler olur bunlar,
basiret de bu diğer erdemler olmadan bir işe yaramaz ya da ancak bir yetenek
olur.
Adil olmak için adaleti sevmek yetmez, barışçı olmak için de barışı
sevmek yetmez: İyi düşünüp taşınmak, iyi karar vermek, iyi eylemde bulunmak
gerekir. Basiret buna karar verir, yiğitlik de bunu sağlar.
Stoacılar,
basireti bir bilim olarak görüyorlardı (“yapılacak ve yapılmayacak şeyler
bilimi” diyorlardı). Basiret bir bilim değildir; o, bilimin eksik olduğu yerde
onun yerini tutan şeydir.
İyi
bir baba olmak için kendi çocuklarını sevmek yetmez, onların iyiliklerini
istemek de yetmez. Mutluluk, erdemli olmaya yetmediği gibi erdem de mutlu
olmaya yetmez. Yine de basiretli olmak hem erdem hem de mutluluk için
gereklidir, hatta bilgelik bile bundan vazgeçemez. Basiretsiz bilgelik, delinin
bilgeliği olur ve buna da bilgelik denmez.
Belki
de işin özünü Epikuros söylemektedir: Hangi arzuların, hangi araçlarla
karşılanmasının uygun olduğunu seçen basiret, “felsefeden bile daha değerlidir”
ve “tüm diğer erdemler ondan kaynaklanır.”
Zevkler
daha büyük bir sıkıntıya yol açacaklarsa çok sayıda zevki reddettiğimiz olur,
ya da daha beter ıstıraplardan uzak tutacaksa, daha canlı ya da daha kalıcı bir
zevk elde etmeyi sağlayacaksa herhangi bir ıstırabı aradığımız da olur, diye
açıklar Epikuros.
Çünkü
basiret, gelecekle yüz yüze gelmek bize bağlı oldukça, geleceği dikkate alır
(bu nedenle, ümitten değil, istençten kaynaklanır). Demek ki, her erdem gibi,
şimdiki zaman erdemi, ama öngörülü ya da önceleyen erdem. Basiretli insan
dikkatlidir, yalnızca olup bitene değil, olabilecek olana da dikkatlidir:
Romantikler
müşkülpesenttir, onlar kendi düşlerini tercih ederler. Eylem adamları ise,
tersine, olanaksızı ya da istisnai olanı gerçekleştirmek için bile olsa başka
yol olmadığını bilirler. Basiret, eylemi itkiden, kahramanlığı gözü
karanlıktan ayıran şeydir.
Basiret, insanda, hayvanlardaki içgüdünün yerini tutar-ve diyordu Ciceron, tanrılardaki inayetin, koruyuculuğun yerini
tutar.
Basiret,
ancak saygın bir amacın hizmetinde erdemli olabilir; tıpkı bu amacın da ancak
uygun araçları hizmetine almışsa tamamen erdemli olması gibi. Bu nedenle,
diyordu Aristoteles, “aklı başındalıktan [basiretten] bağımsız asıl anlamda iyi
olmak ve karakter erdeminden bağımsız aklı başında [basiretli] olmak
olanaksızdır. Basiret erdem için yeterli değildir. Ama hiçbir erdem bundan
vazgeçemez.
Uygulamalı
ahlak, demiştim; hem de terimin iki anlamında: Basiret, soyut ya da teorik bir
ahlakın karşıtıdır, ama aynı zamanda ihmalci, umursamaz bir ahlakın da
karşıtıdır. Kısacası, ahlak, erdem için yeterli değildir: Aynı zamanda zekâ
ve aydınlık bilinç de gerekir. Mizahın hatırlattığı ve basiretin öngördüğü
şey işte budur. Yalnızca ahlakı dinlemek basiretsizliktir ve basiretsiz
olmak ahlaksızlıktır.
ILIMLILIK (İTİDAL)
Gücü
yettiği kadar her şeyi kullanmak ve her şeyden haz duymak (tiksinti derecesine
kadar gitmemek şartıyla ki, bu artık haz almak demek değildir) bilge bir
kimsenin şanıdır.
Ilımlılık,
tiksintinin ya da buna yol açan şeyin tersidir: Daha az haz almak değil, daha
iyi haz almak söz konusudur. Tensel arzularda ölçülü olmak olan ılımlılık, daha
katışıksız ya da daha eksiksiz bir hazzın da teminatıdır.
Ilımlılık, zevklerimizin kölesi olmak yerine,
onların hakimi olmamızı sağlayan bu ölçülülüktür. Özgür bir hazdır ve yalnızca
daha iyi haz verir: Çünkü kendi özgürlüğünden de haz alır. Vazgeçilebildiği
zaman sigara içmek ne büyük zevktir! Alkolün esiri olunmadığında içki içmek ne
büyük zevktir! Arzunun esiri olunmadıkça sevişmek ne büyük zevktir! Bunlar daha
katışıksız zevklerdir, çünkü daha özgürdürler.
Epikuros
birazcık peynir ya da kurutulmuş balıkla kendine bir ziyafet çekebiliyordu.
Açken yemek yemek ne büyük mutluluktur! Ve yalnızca doğaya tabi olmak ne büyük
özgürlüktür! Ilımlılık bağımsızlık için bir yoldur, tıpkı bağımsızlığın da
mutluluğun yolu olması gibi. Ilımlı olmak azla yetinebilmektir; ama önemli olan
şey, az değildir: Yapabilme gücü ve memnuniyettir.
Ilımlılık-tıpkı
basiret gibi ve belki de tüm erdemler gibi-haz alma sanatından kaynaklanır:
Arzunun kendi üzerindeki, canlının kendi üzerindeki çalışmasıdır bu.
Sınırlarımızı aşmayı değil, onlara saygı göstermeyi hedefler.
Düşlerimiz
midemizden daha büyükken, biz de kalkıp midemizin küçüklüğünden saçma bir
şekilde şikâyet ederiz! Tersine, bilge kişi, “kaygıya olduğu kadar arzuya da
sınır koyar”. Bunlar bedenin ve ılımlılığın sınırlarıdır.
Ilımlılık,
eğer haz varsa, onun hazzını yoğunlaştırır, haz yoksa hazzın yerini tutar.
Demek ki o her zaman, hemen hemen her zaman her şeyi kavrar: Yaşıyor olmak ne
büyük bir zevktir! Bir şeylerden yoksun olmamak ne büyük bir zevktir! Kendi
hazzının efendisi olmak ne büyük bir zevktir.
Ilımlılık
tüm zamanların erdemidir, ama zaman uygun olduğunda daha da gereklidir.
Yiğitlik gibi istisnai bir erdem değildir, (tersine, koşullar güçleştikçe daha
da gereklidir), sıradan ve alçakgönüllü bir erdemdir: İstisnai değil, kural
olan bir erdemdir, kahramanlığın değil ölçünün erdemidir.
Ilımlılık,
Spinoza’nın dediği gibi, yaşam itkisinin gönüllü olarak düzenlenmesidir, var
olma gücümüzün sağlıklı bir şekilde kendini göstermesidir ve özellikle de
duygulanımlarımızın ya da iştahlarımızın akıldışı itkileri üzerinde ruhumuzun
gücünün sağlıklı bir şekilde kendini göstermesidir. Ilımlılık bir duygu
değildir: Bir güçtür, yani bir erdem. Alain’in deyişiyle, “her türlü sarhoşluğu aşan erdemdir” ve demek ki erdem sarhoşluğunu
ve kendini de aşması gerekir-bu noktada alçakgönüllülüğe varır.
YİĞİTLİK (CESARET)
YİĞİTLİK (CESARET)
Tüm
erdemler içerisinde yiğitlik hiç kuşkusuz genel olarak en çok hayranlık
duyulanıdır. Korkaklık her yerde küçümsenir; her yerde yiğitliğe değer verilir.
Her uygarlığın kendi korkuları, her uygarlığın kendi yiğitlikleri vardır. Ama
değişmeyen şey, ya da pek az değişen şey, korkunun üstesinden gelme kapasitesi
olarak yiğitliğin, kendini korkuya teslim eden korkaklıktan ya da ödleklikten
daha değerli olduğudur. Yiğitlik, kahramanların erdemidir; kahramanlara hayran
olmayan var mıdır?
Hem,
güzelliğe de hayran olunur, ama o bir erdem değildir; tatlılığı, yumuşaklığı
küçümseyen bir yığın insan vardır, oysa bu bir erdemdir. Ahlakın, ilkesinin
evrenselleştirilebilir olması, başarısının evrensel olduğunu kanıtlamaz. Erdem
bir gösteri değildir, alkış peşinde koşmaz.
Bir
katilin ya da bir SS’in yiğitliğine hayran olunabilir mi, bu onları nasıl
erdemli kılabilir? Biraz daha korkak olsalardı, daha az kötülük yaparlardı.
Kötülüğe hizmet edebilen bu erdem nasıl bir erdemdir? Değerlere ilgisiz gözüken
bu değer nasıl bir değerdir?
“Yiğitlik bir erdem değildir,” diyordu Voltaire, “vicdansız
hergelelerle büyük insanların ortak özelliğidir.”
Bencil
yiğitlik, bencilliktir. Tersine, ateist bir terörist hayal edelim: O yaşamını
feda ediyorsa, aşağı, alçak motivasyonları olduğunu nasıl varsayabiliriz? Çıkarsız
yiğitlik, kahramanlıktır ve bu durum eylemin değerine dair bir şey kanıtlamasa
da, en azından kişinin değerine dair bir şeyleri belirtir.
Kısacası,
psikolojik ya da sosyolojik açıdan her zaman değerli olsa da, yiğitlik, en
azından kısmen, ötekinin hizmetinde olduğunda, doğrudan bencil çıkardan az çok
kurtulduğunda ahlaki olarak gerçekten değerlidir.
Kendini sevmek, diyordu Kant, “her zaman
suçlu olmasa da, tüm kötülüklerin kaynağıdır.” Ben de şunu seve seve
ekleyebilirim: Ve öteki sevgisi, tüm iyiliklerin kökenidir. Ama bu, onları
ayıran mesafeyi iyice artırmak olur. Kuşkusuz, ötekini, ancak kendimizi severek
sevebiliriz (bu nedenle, Kutsal Kitap bize, tam da, komşunu “kendin gibi” sev
der) ve belki de, kişi kendini, ancak öncelikle başkasından alınan ve
içselleştirilen sevgiyle orantılı olarak sevebilir.
Özünde her zaman ahlaki olmayan
yiğitlik eğer yoksa kuşkusuz, tüm ahlak imkânsız ya da sonuçsuz kalır. Tamamen
korkuya kapılmış biri, görevlerini nasıl yerine getirebilir? Bu nedenle,
yiğitlik, tamamen fiziksel ve hatta bencilce bir eylemin hizmetinde bile olsa,
bir tür insani değer-buna, ahlak-öncesi, hatta kısmi ahlak diyebilirim-konusu
olarak kalır. Yiğitlik saygıya zorlar.
Tehlikeli
bir büyülenme kuşkusuz (çünkü yiğitlik, ahlaki olarak, hiçbir şey kanıtlamaz);
ama bu durum belki şununla açıklanır, yiğitlik en azından içgüdülerin ya da ani
korkuların katışıksız oyunundan kurtulma yetisini gösterir; o kendine ve kendi
korkusuna hakim olmaktır diyebiliriz, her zaman ahlaki olmasa da en azından tüm
ahlaklılığın-yeterli olmayan ama gerekli-koşulu olan yeti ya da hakimiyettir.
Banka
soymak tehlikesiz bir iş değildir, dolayısıyla yiğitlikten yoksun değildir.
Yine de ahlaki değildir ya da en azından ahlaki olabilmesi için çok özel
koşullar gerekir. Erdem olarak ise, tersine, yiğitlik her zaman için bir
çıkarsızlık biçimi, başkasını düşünme ya da cömertlik biçimi gerektirir.
Kuşkusuz, korkuya karşı belli bir duyarsızlığı, hatta korkudan belli bir zevk
almayı dışlamaz. Ama bunları ille de gerektirmez. Bu yiğitlik korku yokluğu
demek değildir: Korkuyu, var olduğunda, daha güçlü ve daha cömert bir istençle
aşma kapasitesidir.
Basiretsiz ve korkak kişiler gerçekten adil olamazlar. Her erdem
yiğitliktir: Her erdem basirettir. Korku, yiğitliğin ya da basiretin yerini
nasıl tutabilir? Aldatıcı bir tehlikeye karşı yiğitlik gösterilebilir; aldatıcı
değilse, apaçık bir tehlikeye karşı da yiğitlik gösterilmeyebilir. Korku
emreder. Korku yeterlidir. Korkunun varlığı doğrulanmış olabilir de olmayabilir
de, haklı ya da haksız olabilir, akla uygun ya da akıldışı olabilir.
Cahil
kahraman ne kadar çoktur! Korkak bilgin ne kadar da fazladır! Ya bilgeler?
Tamamen bilge olsalardı hiçbir şeyden korkmazlardı ve yiğitlik onlar için
tümüyle gereksiz olurdu. Ya filozoflar? Düşünmek için onlara yiğitlik gerektiği
açıktır; ama düşünce onlara yiğitlik vermeye asla yetmedi. Bilim ya da felsefe
kimi zaman, korku nesnelerini ortadan kaldırarak korkuları silebilir; ama
yiğitlik, tekrarlayalım, korku yokluğu demek değildir: Korkuya karşı koyabilme,
ona hakim olabilme, onu aşabilme kapasitesidir, ki bu korkunun var olduğunu ya
da var olması gerektiğini varsayar.
Her akıl evrenseldir; her yiğitlik tekil. Her
akıl anonimdir; her yiğitlik kişisel. İşte bu nedenle kimi zaman düşünmek için
yiğitlik gerekir, tıpkı katlanmak ya da mücadele etmek için de gerekli olduğu
gibi: Çünkü kimse bizim yerimize düşünemez-ne de bizim yerimize katlanabilir ya
da bizim yerimize mücadele edebilir-, çünkü akıl yeterli olmaz, hakikat yeterli
olmaz, çünkü titreyen ya da direnen her şeyi, güven verici bir yanılsamayı ya
da kaygıdan uzak bir yalanı tercih eden her şeyi kendi içimizde aşmak gerekir.
Yiğitliğin
(gayretin) bir başlangıç erdemi olduğundan emin değilim, en azından yalnızca bu
olduğuna, ya da esas olarak bu olduğuna emin değilim: Devam etmek ya da olduğu
yerde kalmak için de yiğitlik gerekir, hatta kimi zaman başlangıçtakinden daha
fazlası gerekir. “Demek ki, yiğitlik yoluyla korkudan kurtulmak gerekir,”
diyordu Alain; “ve her bir eylemimizde başlayan bu hareket, aynı zamanda,
engellendiğinde de, her bir düşüncemizin doğuşunda yer alır.”
Yiğitlik
(gayret) korku üzerinde zafer kazanır, en azından bunu dener ve denemek zaten
cesaret (yiğitlik) vericidir. Başka türlü nasıl erdem olur? Başka türlü nasıl
yaşam olur? Başka türlü nasıl mutluluk olur? Ruhu güçlü bir insan, diye
okuyoruz Spinoza’da, “iyilik yapmaya ve sevinç içinde kalmaya çaba sarfeder”:
Çok sayıda engellerle karşı karşıya geldiğinde bu çaba yiğitliğin ta
kendisidir.
Her erdem gibi yiğitlik de ancak şimdiki zamanda var olabilir. Yiğitlik
göstermiş olmak ilerde de göstereceğini kanıtlamaz, ne
de şu an yiğit olunduğunun kanıtı olur.
Hayali
kahramanlar, gerçek ödlekler. Bu sözü aktaran Jankelevitch, “yiğitlik, anlık
olarak yiğitlik gösterme niyetidir” diye ekler haklı olarak; yiğitlik anı,
burada, “yakın gelecekle temas noktamız”dır, kısacası, yarın ya da birazdan
değil, “derhal” cesur olmak gerektiğini belirtir Jankelevitch.
Kısacası,
yiğitlik yalnızca gelecek zamanla, korkuyla, tehditle ilişkili değildir: Şimdiki
zamanla da ilişkilidir ve ümitten çok istençten kaynaklanır; her zaman için.
Stoacılar bunu biliyordu ve bunu bir felsefe haline getirdiler. Yalnızca bize
bağlı olmayan şey umulur; yalnızca bize bağlı olan şey istenir. Bu nedenle ümit,
yalnızca inananlar için bir erdemdir, oysa ki yiğitlik, her insan için
bir erdemdir.
“En tehlikeli ve en ümitsiz işlerdedir ki biz en fazla yüreklilik ve en
çok yiğitlik gösteririz,” diye yazıyordu Descartes ve bu, Descartes’ın yine
söylediği gibi, ümidi dışlamasa da, bu, ümidin ve yiğitliğin konusunun aynı
olduğunu ya da iç içe geçtiğini dışlar.
Gerçekten
de ümit yiğitliği pekiştirdiğine göre özellikle ümidin olmadığı durumlarda
cesur olmak gerekir ve hakiki kahraman yalnızca riske karşı durmayı bilen
değil-risk her zaman vardır-gerektiğinde ölümün kesinliğine, hatta-bu da
olabilir-nihai yenilginin kesinliğine karşı koymayı bilendir. Mağlupların
yiğitliğidir bu ve bu yiğitlik galiplerinkinden ne daha az büyüktür, ne de daha
az değerlidir; tam tersine.
Aristoteles’in
açıkça gösterdiği şey, her koşulda yiğitliğin ölçüsüz olmadığıdır. Kuşkusuz,
kimse çok yiğit olamaz ya da çok aşırı bir tehlikeye karşı durulamaz demek
değildir bu. Bunun anlamı şudur ki, alınan risklerin hedeflenen amaçla orantılı
olması gerekir: Soylu bir amaç için yaşamını riske atmak iyidir, ama bunu
önemsiz şeyler için ya da yalnızca tehlikenin göz kamaştırıcılığı için yapmak
akılsızlıktır.
Yüreklilik,
aşırı bile olsa, demek ki, ancak basiret sayesinde ölçülü kılındığında erdemli
olur: Korku buna yardım eder, akıl bunu donatır. “Özgür bir insanın erdemi,
tehlikelere karşı muzaffer olduğu kadar, tehlikelerden kaçındığı zaman da büyük
görünür,” der Spinoza, “başka deyişle özgür insan aynı Ruh metinliği ile veya zekâ
uyanıklığı ile savaş kadar kaçmayı da seçer.”
ADALET
“Adalet, ancak yaratılırsa var
olacaktır. İşte insani sorun budur.” Çok iyi-ama hangi
adalet? Ve, adaletin ne olduğu ya da ne olması gerektiği bilinmeden nasıl
adalet yaratılabilir?
Dört
ana erdem içinde adalet kuşkusuz mutlak anlamda iyi olan tek erdemdir. Basiret,
ılımlılık ya da yiğitlik ancak iyiliğin hizmetinde erdem olurlar ya da onları
aşan ya motive eden değerlere-örneğin adalet-bağlı olarak erdem sayılırlar.
Kötülüğün ya da adaletsizliğin hizmetinde olduklarında, basiret, ılımlılık ve
cesaret erdem olamaz; Kant’ın dediği gibi, zekânın ya da mizacın basit yeti ya
da nitelikleri olmaktan öteye gitmezler.
Adalet,
diğer erdemler gibi bir erdem değildir. Hepsinin ufkudur adalet ve onların
birlikte var olmalarının yasasıdır. “Eksiksiz erdem” diyordu
Aristoteles. Her değer adaleti gerektirir; her insanlık onu talep eder. “Çünkü eğer adalet yok olursa,” der
Kant, “insanların yeryüzünde yaşıyor
olmasının bir değeri kalmaz.”
İnsanlık
bile, mutluluk bile, sevgi bile, adalet olmadan, mutlak olarak değer taşımaz.
Adaletin yokluğunda değerler değer olmaktan çıkar ya da hiçbir değer
taşımazlar. Adalet iki anlamda kullanılır: Hukuka uygunluk olarak (Latince jus)
ve eşitlik ya da orantı olarak.
Adil
kişi, ne yasayı ne de ötekinin meşru haklarını ihlal eden, ne hukuku ne de
haklarını ihlal eden kimsedir; kısacası iyiliklerden ve kötülüklerden kendi
payına düşeni alan kişidir, diye açıklar Aristoteles.
Adalet,
diye okuyoruz Platon’da, herkesin payını, yerini, işlevini koruyan, böylece
bütünün hiyerarşik uyumunu sağlayan şeydir. Herkesin ihtiyaçları ya da
yetenekleri farklıyken, herkese aynı şeyleri vermek adil olur mu? Herkesin
kapasitesi ve yükümlülükleri farklıyken herkesten aynı şeyi istemek adaletli
olur mu? Peki, o halde eşitsiz insanlar arasında eşitlik nasıl sağlanır? Ya da
eşitler arasında özgürlük nasıl sağlanır? Yunan’da bu tartışılıyordu; her zaman
da tartışılmaktadır. En güçlü olan baskın çıkar ve politika diye adlandırılan
da budur: “Adalet tartışma konusudur. Güç pek tanınabilir ve tartışmasız bir şeydir.
Adalete güç verilemedi, çünkü güç adaleti yalanladı ve onun haksız olduğunu,
kendinin haklı olduğunu söyledi. Böylece, haklı olan güçlü kılınamadığından,
güçlü olan haklı kılınmış oldu ancak.”
Haksız yere mahkûm edilen Sokrates, kaçarak kurtulma önerisini
reddetti, “yasaları ihlal ederek yaşamaktansa,” diyordu, “onlara
saygı göstererek ölmeyi tercih ederim.” Bu, bana kalırsa, adalet sevgisini
biraz aşırıya kaçırmaktır, daha doğrusu adaleti yanlış yere yasallıkla
karıştırmaktır.
Adalet
kimseye, hiçbir kampa, hiçbir partiye ait değildir: Ahlaki olarak herkes onu
savunmak zorundadır. Yanlış ifade ediyorum. Partilerin ahlakı yoktur. Adalet,
partilerin değil, onları oluşturan ya da onlara direnen bireylerin koruması
altındadır. Adalet onu savunacak adil kişiler olduğu sürece bir değerdir,
vardır.
Eşitlik
her şey demek değildir. Tüm sanıkları aynı cezaya çarptıran yargıç adil olur
mu? Tüm öğrencilerine aynı notu veren öğretmen adil olur mu? Cezaların ya da
notların eşit olmaktan çok, suçla ya da liyakatle orantılı olması gerektiği
söylenecektir. Kuşkusuz, ama buna kim karar verecek? Ve hangi ölçüye göre? Bir
hırsızlığın cezası ne kadardır? Tecavüzün cezası ne kadar? Cinayetinki ne
kadar? Hangi koşullarda?
Pascal’dan
yeniden alıntı yapmanın tam yeri burası: “İki tür insan vardır yalnızca,
birileri adildir ama günahkâr olduklarına inanırlar, ötekiler günahkârdır ama
adil olduklarına inanırlar. Ama bu kategorilerden hangisinde yer aldığımızı
asla bilemeyiz: Bildiğimizde de, çoktan öteki kategoriye geçmişizdir!
Adalet
eşitliktir, ama haklarda eşitliktir; ister hukuksal olarak yerleşmiş olsun,
ister ahlaki bakımdan talep edilir olsun.
“Evrensel
bir yasa uyarınca, her bir kişinin başkasının özgürlüğüyle birlikte yaşama
özgür iradesini sağlayan her eylem ya da ahlaki kural adildir,” diyordu Kant.
Hobbes
için olduğu gibi Spinoza için de adil ve adaletsiz “dıştan gelen kavramlar”dır,
“tek başına yaşayan insanla değil, toplum halinde yaşayan insanla ilgili
nitelikleri” tarif ederler. Bu, adaletin aynı zamanda bir erdem olmasını
elbette engellemez, ama bu erdem ancak hukukun ve mülkiyetin yerleştiği yerde
mümkündür. Ve ancak bireylerin özgür ya da zorunlu rızasıyla mümkün olabilir?
Adalet ancak insanlar ortak bir onayla isterlerse ve yaparlarsa varolur. Demek
ki doğal halde adalet yoktur, doğal adalet de yoktur. Her adalet insanidir, her
adalet tarihseldir: Terimin hukuksal anlamında yasa olmadan adalet yoktur,
ahlaki anlamda kültür olmadan da adalet yoktur-toplum olmadan adalet yoktur.
Aristoteles’in
güzel ifadesini hatırlayalım: “Dostlar olduktan sonra adalete bile gerek
yok, ama adil olanlar dostluğa gereksinim duyarlar.” Bu, dostlara karşı
adaletsiz olunduğu anlamına gelmiyor, adaletin-fazlasını yapabilen azını da
yapabilir-bu durumda doğal olarak varolacağı, dostluğun içinde bulunduğu ve
dostluğun en yumuşak gereklilikleri içinde adaletin asılmış olduğu anlamına
gelir.
Adalet
yoksa, der Hume, “belli bir eşitlik derecesi olmadan” toplum da yoktur. Çok
doğru; ama söz konusu eşitliğin olgusal bir eşitlik ya da bir güç eşitliği
olmadığını, hak olarak eşitlik olduğunu eklemek koşuluyla! Haklara sahip olmak
için, potansiyel olarak bile var olsa ve kendini savunmak ya da saldırmak için hiçbir
güç olmasa bile bilinç ve akıl yeter. Yoksa çocukların hakları olmazdı,
sakatların da olmazdı ve sonuç olarak (hiçbir kişi kendini her zaman etkin
olarak savunacak kadar olamadığına göre) kimsenin hakkı olmazdı.
Pascal,
çoğu zaman kiniktir[6]-hatta
Hume’dan daha çok. Ama o işin özünden ödün vermez: “Güçsüz adalet, güçsüzdür;
adaletsiz güç zorbalıktır.” Galip gelenler en adiller değil, en güçlülerdir her
zaman. Ama, düş görmeyi yasaklayan bu durum, mücadele etmeyi yasaklamaz. Adalet
için mi? Eğer adaleti seviyorsak, niçin olmasın? Güçsüzlük ölümcüldür; tiranlık
iğrençtir. Demek ki, “adalet ile gücü birleştirmek” gerekir: Politika buna
hizmet eder ve bunu gerekli kılar.
“Hakkaniyet,”
diye açıklar Aristoteles, “doğru olan olmakla birlikte, yasaya göre doğru olan
değil, yasal adaletin düzelticisidir”; bu, yasanın genelliğini, koşulların
değişen karmaşıklığına ve somut durumların indirgenemez tekilliğine uyarlamayı
sağlar. Hakkaniyet sahibi insan adildir ama burada artık adalet yalnızca bir
yasaya uygun olmanın ötesinde bir değer ve bir gerekliliktir. “Hakkaniyet,”
diyordu yine Aristoteles, “yazılı yasadan bağımsız olarak ele alınan doğrudur.”
Hakkaniyet;
zeka olmadan, basiret olmadan, cesaret olmadan, sadakat olmadan, cömertlik
olmadan, hoşgörü olmadan da olamaz... Bu noktada adaletle buluşur; ama burada
ele aldığımız gibi tikel bir erdem olarak adaletle değil, genel ve eksiksiz
erdem olarak, tüm diğerlerini içeren ya da varsayan erdem olarak,
Aristoteles’in pek hoş biçimde ifade ettiği gibi, “erdemlerin en kusursuzu olarak ve ne akşam yıldızı ne de sabahyıldızı
böylesine harika bir şeydir,” dediği adaletle birleşir.
CÖMERTLİK
Cömertlik,
bağışlama, verme erdemidir. “Cömert olmadan önce adil olmak gerekir,”
diyordu Chamfort, “tıpkı dantellerimiz olmadan önce gömleklerimizin olması
gerektiği gibi.” Kuşkusuz. İki erdem de farklı kapsamda olduğundan, sorunun her
zaman, hatta çoğu zaman bu terimlerle ortaya konacağı kesin değildir. Kuşkusuz,
adalet de cömertlik de bizim diğeriyle ilişkimizi içerir; ama cömertlik daha
özneldir, daha tekildir, daha duygusal, daha kendiliğindendir. Adalet ise,
uygulandığında bile, daha nesnel, daha evrensel, daha entelektüel ya da daha
düşünülüp taşınılmış bir şeyi içinde korur. Cömertlik daha ziyade kalple ya da
mizaçla ilgili olmalıdır; adalet ise, zekâyla ya da akılla ilgili olmalıdır.
Paranın
her şey demek olmadığını iyi biliyorum. Ama mali olmayan ya da
nicelendirilebilir olmayan alanlarda hangi mucizeye bağlı olarak daha cömert
olalım ki? Yüreğimiz niçin cüzdanımızdan daha açık olsun ki?
Tersi
gerçeğe daha yakındır. Verdiğimiz o pek az şeyin de gerçekten cömertlik mi,
yoksa manevi rahatımızın bedeli mi, yoksa küçük iyi niyetlerimizin küçük
karşılığı mı olduğunu nasıl bilebiliriz? Kısacası cömertlik, her birimizde çok
zayıf olduğu için, bencillik her zaman çok güçlü olduğu için, cömertlik çoğu
zaman ancak yokluğu yüzünden parıldadığı için bunca büyük ve bunca övünülen bir
erdemdir. “İnsan kalbi ne kadar kof ve çöple dolu” diyordu Pascal. Bunun
nedeni, neredeyse her zaman yalnızca kendiyle dolu olmasıdır.
Ama
benim yaptığım gibi, sevgi ile cömertliği ayırmak, hatta birbirine karşıt hale
getirmek gerekir mi? “kuşkusuz, cömertlik sevgi dolu olmayabilir,” diye kabul
ediyordu Jankelevitch, “ama sevgi
neredeyse kaçınılmaz olarak cömerttir, en azından sevilen kişi karşısında ve
sevildiği süre içinde.” Demek ki cömertlik sevgiye indirgenmediğinde, “en
yüksek zirvesinde” sevgiyle iç içe geçme eğilimi gösterir: “Çünkü her ne
kadar sevmeden verilebiliyorsa da, vermeden sevmek hemen hemen imkânsızdır.”
Olabilir. Ama bu durumda o sevgi midir, cömertlik mi?
“Cömertlik
bağış erdemidir”, demiştim. Para bağışlama (burada eli açıklıkla
bağlantılıdır), kendini bağışlama (burada gönül yüceliğiyle, hatta kendini feda
etmeyle bağlantılıdır). Ama ancak sahip olunan şey, o şey tarafından sahip
olunmamak koşuluyla verilebilir.
Cömertlik
hem kendi özgürlüğünün (ya da özgür ve sorumlu olarak kendinin) bilincindedir,
hem de bunu iyi kullanmanın kesin kararlılığının bilincindedir. Bilinç ve
güven, demek ki: Özgür olma bilinci ve bu özgürlüğün kullanılışına güven. Bu
nedenle cömertlik kendine saygı üretir, bu ise daha ziyade, ilke olmaktan çok
sonuçtur (Kartezyen cömertliği Aristotelesçi gönül yüceliğinden ayırt eden
budur).
Cömert
insan kendi duygulanımlarının ya da kendinin esiri değildir: Tersine, kendinin
efendisidir ve bu nedenle özürsüzdür ve özür aramaz. İrade ona yeter. Erdem ona
yeter.
Cömertlik,
bencilliğin tersidir, tıpkı yüce gönüllü olmanın bayağılığın tersi olması gibi.
Bu iki erdem birdir, tıpkı bu iki kusur gibi. Cömert olmak kendinden kurtulmuş
olmaktır, kişinin küçük alçaklıklarından, küçük sahiplenmelerinden, küçük
öfkelerinden, küçük kıskançlıklarından kurtulması demektir...
Cömertlik
mutluluğu, diyordu yine Descartes, “antik düşünürlerin en karşıt ve en ünlü iki
görüşünü” uzlaştırır. Bu iki görüş Epikuroscular’ın düşüncesi (onlara göre en
üstün iyilik hazdır) ile Stoacılarınkidir (onlara göre ise erdemdir).
Sevginin yeterli olması elbette tercih edilebilir. Ama eğer yeterli
olsaydı, cömert olmaya ihtiyaç duyar mıydık? Sevgi bizim elimizde olan bir şey
değildir, olamaz da. Sevmeyi kim seçebilir? İrade bir duygu üzerinde ne
yapabilir? Sevgiye emredilemez; cömertliğe emredilir: İstemek yeter. Sevgi bize
bağlı değildir, en büyük esrardır, bu nedenle erdemlerden kaçar, bu nedenle o
bir erdemdir, bu nedenle sevgiden farklıdır, sevgiye benzediği bu bağış
ediminde bile sevgiden farklıdır.
O
halde, cömert olmak sevmeden vermek midir? Evet; eğer sevginin vermek için
cömert olmaya ihtiyaç duymadan verdiği doğruysa! Hangi anne çocuklarını
besliyor diye kendini cömert hisseder? Hangi baba onları hediyelere boğuyor
diye kendini cömert hisseder? Çocukları için bunları yaparken (sevgiyle mi?
Evet, ama sevgi her şeyi bağışlamaz), kendi çocuklarından daha bahtsız ya da daha
yoksul olsalar bile öteki çocuklar için pek azını yaptıklarından kendilerini
daha ziyade bencil hissederler... Severken vermek herkesin yapabileceği bir
şeydir. Erdem değildir: Etrafa saçılan lütuftur bu, yaşamla ya da sevinçle
fazlasıyla dolu olmaktır, mutluluk dolu sevgi gösterisidir, taşan kolaylıktır.
Gerçek dostlar, diye belirtiyordu Montaigne, “birbirlerine ne ödünç
verirler ne de bir şey bağışlarlar”, “onlar arasında ortak”tır her şey çünkü
aynı şekilde yasalar da, diyordu Montaigne, “karı ile koca arasında hibeyi
yasaklar, bundan çıkan sonuç, her şeyin her birinin olması gerektiği ve
paylaşacakları ve birlikte bölüşecekleri hiçbir şeyin olmadığıdır.” Karı koca
birbirine nasıl cömertlik gösterebilir?
Erdemli olmak, sanki seviyormuş gibi davranmaktır. Erdemli olamadığımız
için öyleymiş gibi yapıyoruz ve buna nezaket diyoruz. Sevmeyi bilmediğimiz için
seviyor gibi yapıyoruz, ahlak dediğimiz de budur. Çocuklar anne babalarını
taklit eder, onlar da kendi anne babalarını taklit etmişlerdir... Dünya bir tiyatrodur,
yaşam bir komedi, yine de her rol birbirinin dengi değildir, her oyuncu da denk
değildir.
Elbette, cömertlik bencilliğin
karşıtı değildir; bu karşıtlıktan anlaşılan şey bencillikten tamamen kurtulmuş
olmak ise hiç değildir. Bu nasıl mümkün olabilir? Niçin gerekli olsun?
“Akıl,
doğaya aykırı olabilecek hiçbir şey istemediğine göre,” der Spinoza, “herkesin kendi kendisini sevmesini, kendi
faydasını, kendisine gerçekten faydalı olan şeyi aramasını, insanı gerçekten
daha büyük bir yetkinliğe götüren her şeye karşı iştahı olmasını ve mutlak
olarak söylenirse, herkesin kendisinde bulunduğu kadar kendi varlığını korumaya
çalışmasını ister.”
Cömertlik sevgi arzusudur, sevinç ve paylaşım arzusudur ve sevincin
kendisidir, çünkü cömert kişi bu arzudan yararlanır ve en azından bu sevme
sevgisini sever. Spinoza’nın güçlü tanımını hatırlayalım: “Sevgi, bir dış
nedenin fikriyle birlikte bulunan bir sevinçtir.” Sevmeyi sevmek, sonuç
olarak, sevginin varolduğu ya da varolacağı fikrinden zevk almaktır; ama bu
aynı zamanda onun meydana gelmesi için çabalamaktır ve cömertliğin ta
kendisidir: Cömert olmak, diyebilirim rahatlıkla, sevmeye ve sonuç olarak
harekete geçmeye çabalamaktır. Cömertlik, kine de karşı durur (ve küçümsemeye
ve çekememezliğe ve öfkeye, ilgisizliğe de kuşkusuz...), tıpkı cesaretin
kaygıya karşı durması gibi, ya da genel olarak, ruh kararlılığının güçsüzlüğe
karşı durması ve özgürlüğün köleliğe karşı durması gibi.
Cömertliğin,
Hume’un düşündüğü gibi, doğal ve başlangıçta yer alan bir duygudan mı ya da
Spinoza’nın veya Freud’un düşüncesinde olduğu gibi arzunun ve ben sevgisinin
hazırlanma sürecinin sonucundan mı kaynaklandığı sorusuna gelince, buna
antropologlar karar verecektir ve bunun, ahlaki olarak pek önemi yoktur.
Cömertlik
bizi ötekilere doğru yükseltir-böyle diyebiliriz-ve kendi küçük ben’imizden
özgürleşmiş olan bize doğru yükseltir. Bitirirken şunu belirtelim ki cömertlik,
tüm erdemler gibi, çoğuldur, hem içeriğinde hem de ona verilen ya da onu
nitelemeyi sağlayan adlarda çoğuldur. Yüreklilikle birleşince kahramanlık
olabilir. Adaletle birleşince hakkaniyeti oluşur. Şefkatle birleştiğinde
iyilikseverlik olur. Acımayla birleştiğinde, karşımıza bağışlama çıkar. Ama
onun en güzel ismi, herkesin bildiği sırrındadır: Yumuşaklıkla (hilm) birleşince,
adına iyilik denir.
MERHAMET
Merhametin
ünü kötüdür: Kimse merhamet duymak ya da başkasının merhametine konu olmak
istemez. Bu durum merhameti örneğin cömertlikten çok net olarak ayırır.
Duygudaşlık [merhamet, şefkat] onunla birlikte ıstırap çekmektir ve her ıstırap
kötüdür. Merhamet nasıl olur da iyi olabilir?
Yine
de dil, bu sözcüğü hemen reddetmeyelim diye burada da bizi uyarır. Merhametin
karşıt anlamlarının, sertlik, acımasızlık, soğukluk, ilgisizlik, yürek
kuruluğu, duyarsızlık olduğunu okursuz sözlüklerimizde. Bu, merhameti, en
azından farklılık yoluyla sevimli kılar. Sonra, merhametin neredeyse
eşanlamlısı, her koşulda etimolojik ikizi olan sempati [meyil, alaka, hoşlanma,
iştirak] çıkar karşımıza.
Yunanca’daki
sempati’yle Latince’deki compassion tam olarak eşanlamıdır. Buna dikkat etmemiz
gerekir: Sempatinin bunca önemli rol oynadığı bir yüzyılda, merhamet nasıl olur
da, bunca kötü algılanıyor olabilir? Kuşkusuz duygular erdemlere tercih
edildiği için!
Ama öncelikle, sempati üzerine küçük bir şey söyleyeyim. Sempati hem
bir özellik (sempati teşvik edildiğinde, sempatik olunduğunda) hem de bir
duygudur (hissedildiğinde, sempati duyulduğunda). Ve bu nitelik ve bu duygu
birbirine denk düştüğünden, sempati, neredeyse tanım olarak iki kişi arasında
ve çoğu zaman iki yönde, mutlu bir karşılaşma şeklindedir. Bu bir yaşam
gülümsemesidir, tıpkı tesadüfün bir armağanı gibi.
Adi
biri sempatik olabilir mi? Elbette, ilk bakışta olabilir, hatta ikinci bakışta
bile. Ama adi bir adam, gördüğümüz gibi, nazik de olabilir, sadık, basiretli,
itidalli, yürekli de olabilir... Peki, niçin zaman zaman cömert ve fırsat
olduğunda adil de olmasın ki? Adi biri sadık ve yürekli olabilir; ama her zaman
adil ve cömert olsaydı, adi biri olmazdı artık.
Sempati nedir? Başkasının duygularına
duygusal olarak katılmaktır (sempati içinde olmak, birlikte ya da aynı
şekilde veya bir kişinin diğeri sayesinde hissetmesi, duyması, etkilenmesidir),
tıpkı sempatiden kaynaklanan haz ya da baştan çıkarma gibi.
“Birinin kötülük amacıyla
hissettiği sevinci paylaşmak, kini, kötülüğü, kötü yürekli sevinci paylaşmak
elbette ahlaki bir şey değildir.” Bu nedenle sempati,
kendi başına bir erdem olamaz.
Sempati
duymak, birlikte hissetmek ya da duymaktır. Başkasının kinine katılmak, kinci
olmaktır. Başkasının acımasızlığına katılmak, acımasız olmaktır. Örneğin,
işkenceciye sempati duyan kişi, onun sadist zevkine katılan, onun duyduğu
heyecanı duyan kişi, onun suçluluğunu da paylaşır ya da en azından onun
kötülüğünü paylaşır. Dehşete duyulan sempati: Korkunç sempati!
Hannah
Arendt’e kadar, merhamete ya da karşıtlarının genellikle kullandığı sözcükle
acımaya yönelik eleştiriler saymakla bitmez.
Üzüntü üzerine üzüntü yığmak, mutsuzluk üzerine mutsuzluk yığmak neye
yarar? Bilge kişi acıma duymaz, diyordu Stoacılar, çünkü onun üzüntüsü yoktur.
Spinoza.
“Başkalarının yardımına koşmak için ne
akılla ne acımayla hareket eden kimseye, doğrusu, insanca davranmayan kimse
denir, zira o hiç de insana benzer görünmüyor.” Öyle ki, acıma, bir erdem
olmaksızın “yine de iyidir”, utanç ya da pişmanlık gibi: Çünkü o iyi
yürekliliği ve insan severliği oluşturan bir öğedir.
“Elbette
acıma, adil olmayan ya da tamamen düşüncesiz, kaba bir insandaki duyarsızlıktan
daha değerlidir.” Bu onu henüz bir erdem yapmaz: Bu yalnızca üzüntü ve cefadır.
“Acıma öteye gitmez,” diyecektir yine Alain.
“Şefkat [misericordia], insanı başkasının iyiliğinden
rahatlık duyacak ve başkasının kötülüğünden kederlenecek surette
duygulandırması bakımından sevgidir.” Yaşam çok güçtür ve insanlar,
küçümsemenin gerekli ve doğrulanmış olamayacağı kadar mutsuzdurlar. Sık sık
dediğim gibi, sahte bir sevinçtense hakiki bir üzüntü yeğdir. Eklemek
gerek: Neşeli bir kin’dense üzüntülü bir sevgi-tam olarak merhamettir
bu-yeğdir.
Acıma, her zaman mutsuzluğun ardından gelir:
Acıma, hemcinsini acınacak durumdaysa sever, merhamet ise başkası mutsuz
olduğunda ona sempati duyar! Evrensel insan sevgisi ise kendiliğindendir.
Başkasının sefaletini keşfetmek için onu yırtık pırtık giysiler içinde görmeye
gerek duymaz; hemcinsimiz, sonuçta, mutsuz değilse bile sevilebilir ve
sevilmelidir...
Merhamet,
en büyük kötülük olan acımasızlığın ve tüm kötülüklerin ilkesi olan bencilliğin
karşıtıdır ve bizi herhangi bir dini buyruktan ya da filozofların herhangi bir
özdeyişinden daha emin olarak yönlendirir. Schopenhauer’in istediği gibi,
merhametten yola çıkarak adalet ve evrensel insan sevgisi gibi erdemlere kadar
varabilir miyiz? Bana kalırsa, asla varamayız. Bunlar nihai erdemlerdir, insanlığın
ya da uygarlığın önemli oranda gelişmesini gerektirirler. Acıma olmasaydı
bunlar olabilir miydi, kim bilir?
Demek
ki, merhamet, bizi yalnızca tüm insanlığa değil, tüm canlılara ya da en
azından acı çekenlere açan tek erdemdir. Merhamete dayalı ya da merhametten
beslenen bir bilgelik, Levi-Strauss’un görmüş olduğu gibi bilgeliklerin en
evrenseli ve en gereklisidir. Bu, Buda’nın bilgeliğidir, aynı zamanda da
Montaigne’inkidir ve hakiki bilgeliktir. Canlı bilgeliği; bunun yokluğunda tüm
insani bilgelik fazla insani, daha doğrusu pek az insani olur.
İnsanlık,
bir erdem olarak, neredeyse merhametin eşanlamlısıdır; bu durum, her ikisi
üzerine de çok şey söyler. Hayvanlar karşısında da insan olabilmek-ve bu bir
görevdir-insanlığın, buna layık kalma koşuluyla, kendine mal edebileceği en
açık üstünlüktür. Tamamen merhametten yoksun olmak, insanlık dışı olmaktır ve
yalnızca insan bunu olabilir.
Rousseau
merhametin bir erdem olmadan önce bir duygu olduğunu, “doğal duygu” olduğunu
söyler, kuşkusuz ‘ben’ sevgisinden (ötekiyle özdeşleşme yoluyla)
kaynaklandığından güçlü bir duygudur ve böylece, her insanda, “hemcinsinin acı
çektiğini görmekten doğuştan gelen bir tiksintiyle, kendi rahatı için
gösterdiği ateşli tutku”yu ılımlılaştırır.
Aristoteles’den beri bilinen beylik bir sözdür. Acıma,
izdüşümsel/yansıtıcı ya da aktarılır bir bencillikten başka bir şey değildir:
Aslında, “başkalarının maruz kaldıkları duruma acıma duymamıza yol açan
şey, kendimiz için duyduğumuz endişedir”, “aynı felaketin bizim başımıza da gelebileceğini” anlarız.
Bir
çocuğun ölümü karşısında anne babasının dayanılmaz ıstırabı, çocuksuz bir
yaşlıyı da merhamete getirir. Mutlak anlamda çıkarsız bir duygu mudur?
Bilmiyorum ve önemli de değil. Ama gerçek duygu ve gerçekten merhamet duyan bir
duygu.
Istırap
çekene, örneğin ciddi hasta olduğu için, merhamet ya da sempati payımızı
sunabiliriz. Ama ona acımamızı ifade etmeye cesaret edemeyiz, bu aşağılayıcı ya
da hakaret edici olarak değerlendirilir. Acıma, yukardan aşağıya hissedilir.
Merhamet ise, tersine, yatay bir duygudur: Ancak eşitler arasında anlam
taşır, daha doğrusu, ıstırap çekenle, onun yanında ve bundan böyle aynı
düzlemde, onun ıstırabını paylaşan arasında bu eşitliği gerçekleştirir. Bu
anlamda, bir küçümseme payı olmadan acıma olamaz; saygı olmadan da merhamet
olamaz.
Belki
Alain’in, “ruhta asla acıma yoktur ve olamaz da; onu yolundan saptıran
saygıdır” derken söylemek istediği buydu. Eğer bundan ruhun asla boyun
eğmeyeceği ya da şikâyet etmeyeceği anlaşılıyorsa, ruh acımasız olduğu için değil
elbette. Ama saygı duyduğu ya da yücelttiği şeye nasıl acıyabilir ki? Bu
nedenle, diyordu yine Alain, “acıma, bedendedir, ruhta değil”: Ruh
(saygı duyan ruh, sadık ruh) ancak merhamet duyabilir. Yine de dine ya da
tinselciliğe düşmeyelim. Kesin olarak ifade edersek, merhamet ya da saygı
duyan, ruh değildir: Ruhu oluşturan şey saygı ya da merhamettir. Ruh da
ıstıraptan doğar: Kendi ıstırabından-ve bu cesarettir-ve ötekinin
ıstırabından-bu da merhamettir.
Merhamet bir duygudur: Duygu olarak hissedilir ya da hissedilmez, ama
sipariş verilemez. Bu nedenle, Kant’ın bize hatırlattığı gibi, bir görev olmaya
yatkın değildir. Zaten duygular, ancak boyun eğilebilecek birer yazgı değildir.
Sevgiye karar verilmez, ama sevgi eğitilir. Merhamet için de böyledir: Merhamet
hissetmek bir görev değildir, ama diye açıklar Kant, kendi içinde bunu hissetme
yeteneğini geliştirmek bir görevdir. Bu nedenle merhamet de bir erdemdir, yani,
aynı zamanda bir çaba, bir kuvvet ve bir üstünlüktür.
En kolayından başlamak gerekir ve
bizler, ne yazık ki, neşeden çok üzüntüye öylesine yetenekliyizdir ki...
Herkese cesaret ve kendine karşı da merhamet! Ya da, başka türlü ifade edersek:
İsa’nın sevgi iletisi daha coşku vericidir; ama Buda’nın merhamet dersi daha
gerçekçidir. “Sev, sonra da ne istersen yap”,-ya da merhamet göster ve yapman
gerekeni yap.
BAĞIŞLAMA
Sözcüğü
kullandığım anlamıyla bağışlama, affetme erdemidir-daha doğrusu, onun
hakikatidir. Geçmiş, geri getirilemez ve her hakikat ezelidir: Tanrı bile, diye
saptıyordu Descartes, yapılmış olan şeyi olmamış gibi gösteremez.
Peki,
nedir o halde bağışlamak? Kin beslemeye son vermektir ve gerçekten de,
bağışlamanın tarifi budur: Haklı görülen hıncın, kinin, kızgınlığın,
intikam ya da cezalandırma arzusunun üzerinde zafer kazanan erdemdir (bu
nedenle adaletten de öteye gider). Demek ki, affetme erdemdir; ama hatayı ya da
hakareti ortadan kaldırmak değildir bu,-bunu yapamayız zaten-; bize hakaret
etmiş ya da zarar vermiş olan kişiye artık öfke duymamaktır.
Bir
an için bağışlamanın merhametten farkına geri dönelim. Gördüğümüz gibi merhamet
bir ıstıraba yöneliktir ve ıstırapların çoğu masumdur. Bağışlama ise hatalara
yöneliktir ve çoğu hata, yapana acı vermez. Bağışlama, hıncın tersidir ve hınç
bir kindir. Oysa amansızca ıstırap çektiği görülen kişiye kin duymak neredeyse imkânsızdır.
Bağışlama,
daha güç ve daha enderdir. Çünkü düşünmeyi gerektirir; acıma ise düşünmekten
kolaylıkla vazgeçer. Bağışlayan kişi neyi düşünür? Çok fazla günah işlemiş olan
kendini mi?
Affetmek,
kin duymaya son vermektir; intikamdan vazgeçmektir ve bu nedenle sevginin
affetmesine gerek yoktur, o zaten affetmiştir, hep affedecektir, sevgi bu
koşulla vardır. Hiç kin duymuyorsak kin duymaya nasıl son verebiliriz? Kişinin
kendi içinde yenmesi gereken hiçbir hıncı yoksa eğer nasıl affedebilir? Sevgi
bağışlayıcıdır, ama bu onun için soluk almak gibi bir şeydir, dolayısıyla kendi
içinde özgül bir erdem olamaz.
Oscar Wilde’ın Dorian Gray’ın Portresi’ndeki deyişini çok seviyorum: “Çocuklar başlangıçta anne babalarını
severler; büyüdüklerinde onları yargılarlar; kimi zaman ise, affederler.”
Anne babalarını affedebilen çocuklara ne mutlu: Bağışlayabilenlere ne mutlu!
Bağışlamak
merhametten daha güçtür. Eğer ne yaptıklarını bilmiyorlarsa, hataları bir suç
değil, bir yanlıştır: Bu durumda affetmek gerekir mi? Peki o halde bağışlama
neye yarar? Kimse kendi isteğiyle kötü olmaz, diyordu Sokrates: Sokratik
entelektüellik denen şey budur, buna göre kötülük yalnızca bir yanlıştır. Ama
kuşkusuz kötülüğe ilişkin bir yanlıştır.
Kötülük
iradededir, cehalette değil. Kötülük kalptedir, zekâda ya da ruhta değil.
Kötülük kindedir, aptallıkta değil. Kötülük, önemsiz bir şey olan yanlış
değildir: Kötülük bencilliktir, kötü yürekliliktir, merhametsizliktir... Zaten
bu nedenle affa gerek duyar, yanlışın afla alıp vereceği yoktur.
“Cahil biri mazur görülür, ama kötü biri affedilir.” Yalnızca irade suçludur, yalnızca o suçlu olabilir: Hıncın ve
dolayısıyla bağışlamanın tek meşru nesnesi iradedir. Yağan yağmura, ya da düşen
şimşeğe öfke duyamayız, sonuç olarak onlarda affedilecek hiçbir şey yoktur.
Kimse iradedışı kötü olamaz ve yalnızca kötüler affetmeyle ilişkili olabilir.
Af, yalnızca özgürlüğe hitap eder, tıpkı yalnızca özgürlükten doğabileceği
gibi: Özgür bir hata karşısında özgür bir lütuf.
Evet,
ama hangi özgürlük? Davranış özgürlüğü elbette: Suçlu olan iradedir ve bir
eylem ancak iradi olma koşuluyla suçlu olabilir. Dans ettiğiniz biri
ayaklarınıza istemeden basar: Kötülük değildir bu, beceriksizliktir. Sizden
özür diler, siz de seve seve kabul edersiniz: Bu af değildir, nezakettir. Ancak
bunu kasıtlı yaptığı söylenen kişi affedilir, istediği şeyi yapmış olan, başka
deyişle, özgürce hareket etmiş olan kişi affedilir. Eylem özgürlüğü: Özgür
olmak, bu anlamda, istediği şeyi yapmaktır.
Erdem herhangi bir metafizik teze bağlı olamaz. Yalnızca şunu
söyleyeceğim: Kötü kişi, kötü olmayı ister özgürce seçmiş olsun isterse de
zorunluluk sonucu (bedeni, çocukluğu, eğitimi, tarihi... nedeniyle) kötü olmuş
olsun, bu durum onun kötülüğünden bir şey eksiltmez ve en azından-iradi olarak
davrandığına göre-eylemlerinden kendisi sorumludur. Böylece, eğer gerekiyorsa
onu cezalandırabiliriz; hatta, istersek, ona kin de besleyebiliriz. Yine de
bunlar iki farklı şeydir. Ceza, toplumsal ya da bireysel yararlılığı açısından,
hatta belli bir adalet fikrinden dolayı haklı görülebilir. Ama kin? Bu, dahası,
üzüntü verir ve suçluya değil, kin duyana verir.
Bağışlama,
kini kindarlara bırakır, kötü yürekliliği kötü yüreklilere, hıncı kötülere
bırakır. Bağışlayanlar gerçekten kindar, kötü yürekli ya da kötü olamayacakları
için değil, ama böyle oldukları içindir bu. Spinoza’nın önemli fikrini
hatırlamak bana yeter, gerisi herkesin kendine kalmış: İnsanlar kendilerinin
özgür olduğunu hayal ettikleri ölçüde birbirlerinden nefret ederler, birbirlerine
mecbur ya da belirlenmiş olduklarını bildikleri ölçüde bu nefretleri azalır. Bu
nedenle akıl yatıştırır, bu nedenle bilmek bağışlayıcıdır.
Bağışlama, hatanın ortadan kalkmasına yol açmaz-hatta varlığını sürdürür; değer farklılıklarını da ortadan
kaldırmaz-bunları gerekli ve görünür kılar; mücadele gerekliliğini de ortadan
kaldırmaz-bunu da unutmamalı. Ama kini ortadan kaldırarak, kinin kendini
aklayacak şeyler bulmasının önüne geçer. Öfkeyi ve intikam arzusunu
yatıştırarak, adaleti ve gerektiğinde de serinkanlı bir cezayı mümkün kılar.
Asla
af dilememiş olanları affedebilir miyiz, bu gerekli midir? Hayır, cevabını
verir Jankelevitch: “Suçlunun pişmanlığı
ve özellikle vicdan azabı, affa anlam veren tek şeydir, tıpkı bağış lütfunda
bulunmaya anlamını veren tek şeyin ümitsizlik olması gibi.”
Bağışlama, affın erdemidir, hem sırrı hem de hakikatidir. Bağışlama hatayı ortadan kaldırmaz, hıncı ortadan kaldırır, anıyı
değil öfkeyi ortadan kaldırır, mücadeleyi değil kini ortadan kaldırır.
Bağışlama henüz sevgi değildir, ama sevgi imkânsızsa onun yerini tutan şeydir,
ya da sevmek için henüz erken olduğunda onu hazırlayan şeydir. İkinci dereceden
erdem denebilir bağışlama için, ama aciliyet bakımından birinci sıradadır ve bu
nedenle de tamamen gereklidir! Bağışlamanın özdeyişi şudur: Sevmiyorsan hiç
olmazsa nefret etme.
İnsan
kendini affedebilir mi? Elbette: Madem ki kendimizden nefret edebiliyor ve
nefretimize son verebiliyoruz, kendimizi affedebiliriz de. Başka türlü bilgelik
nasıl olur? Başka türlü mutluluk nasıl olur? Nefret etmeden savaşan ya da
pişmanlık duymadan nefret eden bağışlayıcı kişilere ne mutlu.
MİNNET
Minnet,
erdemlerin en hoşudur; yine de en kolayı değildir.
Bir
darbe yemektense bir armağan almayı kim tercih etmez? Affetmektense teşekkür
etmeyi kim tercih etmez? Minnet, tali bir hazdır, birincil bir hazzı sürdürür:
Hissedilen sevincin yankısı olan bir sevinç gibidir, fazla bir mutluluğa
eklenen bir mutluluk daha gibidir. Bundan daha basit ne olabilir? Bir şey
almanın, kabul etmenin hazzı, sevinçli olmanın sevinci: Minnettarlık.
Minnet,
hissedilen zevk nedeniyle değil, yenilen engel nedeniyle bir esrardır.
Erdemlerin en hoşu ve hazların en erdemlisidir. Minnet duymayı pek ender
başarabiliyorsak, almaktan çok vermeyi başaramayışımızdan, duyarsızlıktan çok
bencillikten değil midir?
Minnettarlık
ne verir? Kendini verir: Bir sevinç yankısı gibi, demiştim, bu nedenle
sevgidir, bu nedenle paylaşmadır, bu nedenle bağıştır. Bencil kişi bunları
yapamaz, o yalnızca kendi tatminini bilir, kendi mutluluğunu bilir, cimrinin
para sandığına göz kulak olması gibi o da kendi mutluluğuna göz kulak olur.
Nankörlük,
almayı başaramamak değildir, alınan ya da hissedilen sevincin birazını-sevinç
biçiminde, sevgi biçiminde-vermeyi becerememektir. Bu nedenle nankörlük bu kadar
yaygındır. Başkalarının ışığı emmesi gibi biz de sevinci emiyoruz: Bencilliğin
kara deliği.
Minnettarlık
bağıştır, minnettarlık paylaşmadır, minnettarlık sevgidir. Yine de, nedeni ne
olursa olsun, alınan tüm sevincin, minnettarlık olarak geri dönen bu sevincin
nesnesi olup olmadığını sorabiliriz. Varolduğu için Güneş’e nasıl minnet
duymayız? Yaşama, çiçeklere, kuşlara nasıl minnet duymayız? Evrenin geri kalanı
olmadan (çünkü, evrenin geri kalanı olmadan, ben var olamam) benim için hiçbir
sevinç mümkün değildir. Bu nedenle, tamamen içsel ya da düşünsel de olsa her
sevincin dışsal bir nedeni vardır, bu da evrendir, Tanrı ya da doğadır: Her
şeydir. Hiçbir şey kendinin nedeni değildir, dolayısıyla (son tahlilde) hiçbir
şey kendi sevincinin de nedeni değildir.
Her
şey birbirine bağlıdır, her şey bize bağlıdır ve bizi kat edip geçer. Demek ki,
uç noktalarına vardırılmış her sevgi, her şeyi sevmelidir: Her sevgi her şeyin
sevgisi olmalıdır ve bu bir tür evrensel minnettir, kuşkusuz farklılaşmamış bir
minnet değildir, ama en azından her şeye karşı bir minnet olduğundan global bir
minnettir, hiçbir şeyi dışlamaz, hiçbir şeyi reddetmez, en berbat şeyi bile;
çünkü gerçek olan şey, almak ya da bırakmak içindir, çünkü biricik gerçeklik
gerçeğin tümüdür.
Özsaygının gücü, minnettarlığa az rastlanmasını ya da güç bir şey
olmasını açıklar: Herkes, ötekine duyulan sevgi demek olan minnettarlıktan
ziyade seviliyor olmaktan övünç duymayı tercih eder ki bu özsaygıdır. “Gurur,
borçlu olmak istemez,” diye yazar Rochefoucauld, “ve özsaygı da ödemek istemez.” Yalnızca kendini sevmeyi, yalnızca
kendine hayran kalmayı, kendini yüceltmeyi bilen birinin nankör olmaması mümkün
mü? Minnettarlıkta alçakgönüllülük vardır ve alçakgönüllülük zordur.
Bana kalırsa, Bach’ın ve Mozart’ın müziğinde, tüm diğerlerinden daha
fazla minnet vardır (Haydn’da daha ziyade nezaket ve cömertlik işitilir,
Beethoven’de cesaret, Schubert’de yumuşaklık, Brahms’da sadakat...) ve bu
durum, minnettarlığın hangi yükseklikte yer aldığını yeterince ifade etmektedir.
Hiçbir insan kendinin nedeni
değildir: Tin, diyordu Claude Bruaire, “kendi varlığına borçludur.” Yine de bu
doğru değildir; çünkü kimse varlıktan böyle bir şey talep etmemiştir (borcu
yaratan ödünç vermedir, bağış değil), çünkü zaten kimse böyle bir borcun
karşılığını ödeyemez. Yaşam borç değildir: Yaşam lütuftur, varlık lütuftur ve
minnettarlığın en yüksek dersi budur.
Minnettarlık,
vuku bulmuş olan şeyden ya da var olan şeyden sevinç duymaktır: Minnet,
pişmanlığın ya da nostaljinin tersidir; ümidin ya da iç sıkıntısının da
tersidir, çünkü bunlar da henüz var olmayan, belki asla var olmayacak, yine de
yokluğunun ıstırap verdiği bir geleceği arzularlar ya da bundan çekinirler.
“Yaşadıklarımız
ölümsüzdür”, der Epikuros; “biz ölmediğimiz için değil, yaşanmış olan şeyi ölüm
ortadan kaldıramadığı için, yaşanmış olan şey gelip geçici ve geri dönülmez
olarak yaşandığı için”. Ölüm bizi yalnızca henüz ortada olmayan gelecekten
yoksun bırakır. Minnet, olmuş olan şeyin neşeli bilgisiyle bizi ölümden
özgürleştirir. İyilik bilirlik bir bilgidir (oysaki ümit, yalnızca bir hayal
gücüdür); bu nedenle, hakikatle ilgilidir ve hakikatin içindedir, hakikat ise
ezelidir. Minnettarlık: Ezeliyet sevinci.
Daha fazlasına sahip olmak için teşekkür edilir (“teşekkür ederim”
derken “daha!” diye beklenir!). Bu, minnet değildir, bu yaltaklanmadır,
dalkavukluktur, yalandır. Erdem değil, ahlak bozukluğudur.
ALÇAKGÖNÜLLÜLÜK
Alçakgönüllülük
mütevazı bir erdemdir: Kim ki kendi alçakgönüllülüğüyle övünür,
alçakgönüllülükten yoksun olduğunu gösterir. Alçakgönüllülük, erdemleri ölçülü
kılar, kendi varlıklarınca bile fark edilmez, neredeyse yok sayılmış kılar.
Alçakgönüllülük, kendini küçümseme değildir, ya da yanılgıdan yoksun
bir küçümsemedir. Ne olduğunu bilmemek değildir, daha ziyade, ne olmadığını
bilmek ya da kabul etmektir. “Ne kadar
bilge olmak istesek de sonuçta insanız: İnsandan daha dayanıksız, daha sefil ve
daha hiç ne var ki?” Montaigne’in bilgeliği: Alçakgönüllülüğün bilgeliği.
İnsanı aşma isteği saçmadır, yapılabilir bir şey değildir, yapılmamalıdır.
Alçakgönüllülük bilinçli/aydın erdemdir, kendinden her zaman için hoşnutsuzdur,
ama hoşnutsuz olmasaydı kendinden daha da hoşnutsuz olurdu. Alçakgönüllülük,
Tanrı olamayacağını bilen insanın erdemidir.
“Alçakgönüllülük
[alçalış],” diye yazar Spinoza, “insanın kendi güçsüzlüğünü ya da zaafını
göz önüne almasından doğan bir kederdir.”
Aristoteles’e
göre her erdemin iki uçurum arasında bir zirve olduğunu hatırlayalım. Gönül
yüceliği ya da ruh büyüklüğü böyledir: Kim ki gönül yüceliğinden aşırı
uzaklaşır kendini beğenmişliğe düşer; kimde gönül yüceliği eksikse, aşağı olur.
Aşağılık kişinin kendini layık olduğu şeyden yoksun bırakmasıdır, gerçek
değerini bilmemektir, asla yapamayacağını düşündüğü için, biraz yüksekteki her
eylemi kendine yasak etmeye kadar varır.
Bu
genellikle kendine değer vermeme ya da kendini küçümseme olarak tercüme edilir,
ama Bernard Pautrat, bana kalırsa, alçaklık diye tercüme etmekte haklıdır:
“Alçaklık (abjectio) [kendini küçümseme], keder yüzünden, kendine hak
ettiğinden daha az değer vermektir.”
Erdem
olarak alçakgönüllülük, kişinin yalnızca kendi olmasından kaynaklanan bu hakiki
kederdir. Merhamet ve alçakgönüllülük at
başı gider ve birbirlerini tamamlarlar. Kendini kabul etmek-ama kendine masal
anlatmamak.
Eğer
alçakgönüllülük saygıya ya da hayranlığa layık bir erdemse, mütevazı olmak
haksızlık değil midir? Kişi eğer alçakgönüllü olmakta haklıysa, ona hayran
kalmak nasıl haklı olabilir? Öyle görünüyor ki alçakgönüllülük çelişik bir
erdemdir, ancak kendi yokluğuyla ya da kendi zararına değer taşıyarak kendini
doğrulayabilir.
“Kendisi
hakkında en fazla aşağı görme ve alçakgönüllülük ile dolu olduğuna inanılan
kimseler, genel olarak en çok şöhret hırsı ve haset ile dolu olanlardır,”
demişti Spinoza.
Alçakgönüllü kişi kendini suçlamayacak ya da özür dilemeyecek kadar
mütevazıdır. Kendine tam anlamıyla öfkelenmeyecek kadar aydınlık bilinçlidir.
Alçakgönüllülük, bir erdemden önce bir bilgidir. Kederli bilgi mi? Böyle de
denebilir. Ama neşeli bir cehalettense kederli bir bilgi insana daha
yararlıdır. Kendini bilmemektense kendini küçümsemek yeğdir.
Antik
düşünürler kendilerini ölümlü olarak tanımlıyorlardı: Tanrı olmaktan onları
ayıran şeyin yalnızca ölüm olduğunu düşünüyorlardı. Biz artık o noktada değiliz
ve şimdi biliyoruz ki, ölümsüzlük bile bizi olduğumuzdan başka şey yapmaya
yetmez (ve kuşkusuz bu nedenle katlanılmazdır ölümsüzlük)... Bazen kendinden
kurtulmak için ölmeye kim can atmaz?
Bu
nedenle alçakgönüllülük belki de erdemlerin en dinselidir. Kiliselerde diz
çökmeye nasıl da can atıyoruz!
SADELİK
Alçakgönüllülükte
kimi zaman sadelik eksiktir; çünkü kişinin kendi kendine yönelmesini, bu sayede
kendini ikilemesini, artırmasını varsayar. Kendini yargılamak, kendini ciddiye
almaktır elbette. Sade kişi, kendi hakkında bunca soru sormaz. Kendini olduğu
gibi kabul ettiği için mi? Bu bile çok şey söylemektir. Kendini ne kabul eder
ne de reddeder. Kendini sorgulamaz, kendi üzerine düşünmez, kendini ele almaz.
Kendini ne över ne küçümser. Neyse odur sadece, dolambaçsız, araştırmasız, daha
doğrusu-çünkü var olmak bile onun kendi pek küçük varoluşu için ona çok kocaman
bir laf gibi gelir-ne yapıyorsa onu yapmaya devam eder, her birimiz gibi, ama
burada söylem konusu olacak bir şey göremez, yorumlanacak, hatta üstünde
düşünülecek bir şey bile göremez.
Sadelik, varoluşa eklenecek bir erdem değildir. Hiçbir şey eklenmemiş
haliyle varoluşun kendisidir. Ayrıca, erdemlerin en hafifi, en şeffafı ve en
zor rastlanılanıdır. Edebiyatın tersidir: Tumturaklı sözlerden ve yalandan
arınmış, abartısız cafcafsız yaşamdır. Önemsiz yaşamdır ve hakiki yaşamdır.
Sadelik ikiyüzlülüğün, kompleksliliğin/karmaşıklığın, kendini
beğenmişliğin tersidir. “Her şey, hayal
edebileceğimizden daha sadedir,” diyordu Goethe, “aynı zamanda da düşünebileceğimizden daha içinden çıkılmazdır.”
Sadelik bilinçsizlik değildir, sadelik aptallık değildir: Sade zekâ, zekâ
sadeliği değildir!
Zekâ,
en karmaşık olan şeyi en basite indirgeme sanatıdır; tersi değil. Epikuros’un zekâsı,
Montaigne’in zekâsı, Descartes’ın zekâsı...
Basitçe
ifade edebiliyorsak niçin karmaşık konuşalım ki, kısaca anlatabiliyorsak uzun uzun
anlatmaya ne gerek var, açık seçik belirtebiliyorsak kapalı konuşmalara ne
gerek var? Bunu başaramayan bir düşünce neye yarar?
“Sade
olmayı istemek,”der Fenelon, “sadelikten uzaklaştırır.” Hiçbir şeyi yapmacık
olarak yapmamak, taklit etmemektir önemli olan; sadeliği bile. Cömertmiş gibi
yapmaktansa gerçekten bencil olmak yeğdir. Sadakat rolü oynamaktansa gerçekten
uçarı olmak yeğdir. Bir kez daha belirtelim: sadelik içtenliğe, riyakârsız ya
da yalansız olmaya indirgenemez. Hesaplı bir içtenliktense basit bir yalan
tercih edilir. “Bu insanlar içtendir,”
diye devam eder Fenelon, “ama sade değildir; başkalarının yanında asla rahat
değillerdir ve başkaları da onlarla birlikteyken asla rahat olamazlar; burada
rahat, özgür, saf, doğal hiçbir şey yoktur; daha az karmaşık olan, daha az
düzenli ve daha kusurlu insanları daha çok severiz.”
Sadelik kendini unutmadır, bu nedenle bir erdemdir: Cömertlik gibi
bencilliğin tersi değildir; narsisizmin, kibrin, yeterliliğin tersidir.
Cömertliğin daha iyi bir şey olduğu söylenebilir. Evet, ego varlığını
sürdürdükçe ve egemen oldukça, elbette cömertlik daha iyidir. Ama her cömertlik
sade değildir, mutlak sadelik ise her zaman cömerttir. Çünkü ‘ben’, kendine
dair yanılsamaların toplamından başka bir şey değildir:
Narsisizm, ego’nun sonucu değil, ilkesidir. Cömertlik ego’yu aşar;
sadelik ise ortadan kaldırır. Cömertlik bir çabadır; sadelik, bir dinlenme.
Cömertlik bir zaferdir; sadelik barış. Cömertlik bir kuvvettir; sadelik bir
lütuf.
Jankelevitch,
sadelikten yoksun her erdemin özünün eksik kalacağını gayet iyi gördü. Yapmacık
bir minnet neye yarar, özentili bir alçakgönüllülük, yalnızca gösterişi
amaçlayan bir yüreklilik neye yarar? Buna ne minnet denebilir, ne
alçakgönüllülük, ne yüreklilik. Sadelikten yoksun mütevazılık, sahte
mütevazılıktır. Sadelikten yoksun içtenlik, teşhircilik ya da hesaptır.
Sadelik, erdemlerin hakikatidir: Herkes, ancak farklı gözükme
kaygısından, hatta var olma kaygısından kurtulduğu ölçüde, yani araştırmasız,
yapmacıksız, gösterişsiz olmak koşuluyla kendidir. Herkesin içindeyken yürekli
olan, herkesin içindeyken cömert olan, herkesin içindeyken erdemli olan kişi,
gerçekten cesur, gerçekten cömert; gerçekten erdemli değildir. Ve ancak
hereksin içindeyken sade olan kişi (bu da mümkün: Kimileri ilk önlerine çıkan
insanla senli benli konuşurlarken, aynanın karşısında kendilerine bile siz diye
hitap ederler) yalnızca özenti biridir. “Yapmacık
sadelik”, diyordu La Rochefoucauld, “nazik
bir dalaveredir.”
Sadelik,
kişinin kendini, gururunu ve korkusunu unutmasıdır: Sadelik, endişeye karşı
rahatlıktır, kaygıya karşı sevinçtir, ciddiyete karşı hafifliktir, düşünmeye
karşı kendiliğindenliktir, özsaygıya karşı sevgidir, kibre karşı hakikattir...
Sadelikten daha sade ne olabilir? Daha hafif ne olabilir? Bilgelerin erdemidir
bu ve ermişlerin bilgeliği.
HOŞGÖRÜ
“Hoşgörülü olmak, her şeye
hoşgörü göstermek midir?” Cevap elbette “hayır”dır.
Tecavüze,
işkenceye, cinayete hoşgörü gösteren birini erdemli insan diye
değerlendirebilir miyiz?
Felsefe
yapmak, kanıtsız düşünmektir (kanıt varsa bu felsefe olmaz), ama asla her akla
geleni düşünmek (her akla geleni düşünmek zaten düşünmek olmaz) ya da rasgele
düşünmek demek değildir. Bilimde olduğu gibi, akıl emreder, ama olası doğrulama
ve çürütmeler yoktur. Bu durumda niçin bilimle yetinmiyoruz ki? Çünkü
yetinemeyiz: Bilim, kendimize sorduğumuz ya da bize sorulan temel sorulardan
hiçbirine cevap vermez.
Ve
yaşamın anlamı, Tanrı’nın varlığı ya da değerlerimizin değeri üzerine soruların
cevapları da doğal olarak bilimsel değildir. Oysa sorulardan nasıl
vazgeçebiliriz? Metafizik felsefenin hakikatidir; epistemolojide de, ahlak
felsefesinde ya da politik felsefede de böyledir. Bir felsefe akla yatkın
kanılar bütünüdür: Bu şey sanıldığından daha güç ve daha gereklidir.
Deneyim
bu ikisinin farklı şeyler olduğunu kanıtlamaya yeter. Hataları ortaya çıkan
hiçbir bilim insanı hoşgörü talep etmez, böyle bir şeyi kabul etmez zaten;
kendi uzmanlık alanındaki yetersizlikleri ortaya çıktığında bunlara hoşgörü
gösterilmesini talep etmez.
“Dünya Güneş’in etrafında
dönmektedir”: Bilimsel bakış açısıyla, bu önermeyi kabul edip etmemenin
hoşgörüyle hiç alakası yoktur. Bir bilim ancak kendi hatalarını düzelterek
ilerleyebilir; dolayısıyla bunlara hoşgörü gösterilmesi talep edilemez.
Hoşgörü
göstermek, karşı çıkılacak şeyi kabul etmek olur, engellenebilecek ya da
mücadele edilebilecek şeyin olmasına izin vermek olur. Demek ki kişinin kendi
gücünün, kuvvetinin, öfkesinin bir bölümünden vazgeçmesidir... Bir çocuğun
kaprislerine ya da bir rakibin tavırlarına bu şekilde hoşgörü gösteririz. Ama hoşgörü
ancak sorumluluğu kendi üzerimize aldığımızda, kendi çıkarımızı, kendi
ıstırabımızı ve kendi sabırsızlığımızı yendiğimizde erdemlidir.
Eğer
kişinin kaybedecek hiçbir şeyi yoksa hoşgörü de yoktur, dahası hoşgörüyle
karşılayarak, yani hiçbir şey yapmayarak kazanacağı çok şey varsa hoşgörü
olamaz. “Başkasının başına gelen kötülüklere katlanacak güç hepimizde vardır,”
diyordu Rochefoucauld. Belki doğrudur bu, ama kimse bunu hoşgörü olarak
göremez.
Hoşgörü
göstermek, sorumluluğu üstlenmektir: Sorumluluğu başkasının üzerine atan
hoşgörü hoşgörü değildir. Başkalarının ıstırabına hoşgörü göstermek, kurbanı
biz olmayan adaletsizliğe hoşgörü göstermek, bizi esirgeyen dehşete hoşgörü
göstermek, hoşgörü değildir: Bu bencilliktir, ilgisizliktir, daha beteridir.
Aşırı sınırlara vardırıldığında hoşgörü “sonunda kendi kendini inkâr
eder”, çünkü hoşgörüyü ortadan kaldırmak isteyenlerin ellerini kollarını
serbest bırakır. Demek ki hoşgörü ancak belli sınırlar içinde geçerlidir,
bu sınırlar hoşgörünün kendini ve kendi olasılık koşullarını korumanın
sınırlarıdır. Karl Popper’in “hoşgörünün paradoksu” diye adlandırdığı şey budur: “Eğer, hoşgörüsüzlere karşı bile, mutlak
bir hoşgörü varsa ve hoşgörü toplumu hoşgörüsüzlerin saldırılarına karşı
savunulmuyorsa, hoşgörü gösterenler yok alacaktır ve onlarla birlikte hoşgörü
de kalmayacaktır.”
“Her yönetim tarzının kendi ilkesi vardır”, diyordu Montesquieu:
Monarşi şeref ilkesine dayanarak işlerken, cumhuriyet erdemle, despotizm
korkuyla işler; totalitarizm ise, diye ekler Hannah Arendt, ideolojiyle ya da
(içerden bakıldığında) “hakikat”le işler. Bu nedenle her totalitarizm
hoşgörüsüzdür: Çünkü hakikat tartışılmaz, oylanmaz ve tek tek kişilerin tercih
ya da kanılarıyla bir alıp vereceği yoktur. Bir tür hakikat tiranlığı gibidir.
Ve yine bu nedenle, her hoşgörüsüzlük totalitarizme ya da dini alanda
köktenciliğe götürür: Sözüm ona, hakikat adına kendi bakış açısını
dayatabileceği varsayılır, daha doğrusu, yalnızca bu koşulla bu dayatma kendi
meşruiyetini ileri sürebilir. Güç yoluyla kendini dayatan bir diktatörlük,
despotizmdir; ideoloji yoluyla kendini dayatıyorsa, totalitarizmdir.
Hoşgörülü
olmak için hakikati sevmekten vazgeçmek gerekmediği gibi, tersine-hayal
kırıklığına uğramış olsak bile-bizim temel varlık nedenlerimizi sağlayan şey bu
sevginin kendisidir. Bu varlık nedenlerimizden ilki, hakikati-özellikle bu
alanlarda-sevmektir, ama aynı zamanda hakikatin asla mutlak olarak ya da tüm
kesinliği içinde bilinemeyeceğini kabul etmektir.
Pratik
güç olarak (erdem olarak) hoşgörü, temellerini bizim teorik zayıflığımızdan
alır, yani mutlak olana erişmeyi başaramayacak olmamız üzerinde temellenir.
Montaigne, Bayle ve Voltaire bunun farkındadırlar.
Hepimizin hamurunda zayıflık ve kusur var; birbirimizin aptallıklarını
affedelim, doğanın ilk yasası budur. Bu noktada
hoşgörü alçakgönüllülüğe yaklaşır, daha doğrusu ondan kaynaklanır, tıpkı
alçakgönüllülüğün de iyi niyetten kaynaklanması gibi: Hakikati sonuna kadar
sevmek, aynı zamanda, insan için hakikatin vardığı kuşkuyu da kabul etmektir.
Söz yine Voltaire’de: “Karşılıklı olarak birbirimize hoşgörü göstermeliyiz,
çünkü hepimiz zayıfız, tutarsızız, değişkenliğe, hataya mahkûmuz. Rüzgârın
çirkefe doğru eğdiği saz, ters yöne yatmış komşusuna, ‘Sen de sürün benim gibi,
sefil, yoksa senin sökülmeni ve yakılmanı talep edeceğim,’der mi?”
Alçakgönüllülük ile şefkat birlikte bulunur ve bu bütün, düşüncede hoşgörüye
yöneltir.
Bir
bireyin inandığı şeyi ifade etmesi engellenebilir, ama bunu düşünmesi
engellenemez. Ya da düşüncenin kendisini ortadan kaldırmak ve devleti de bir o
kadar zayıflatmak gerekir... Akıl yürütme özgürlüğü olmadan zekâ olamaz, zekâ
olmadan da toplum ilerleyemez. Demek ki, totaliter bir devlet ya aptallığa
ya da görüş ayrılığına, ya düşünce yoksunluğuna ya da eleştiriye boyun eğmek
durumundadır. Kısacası, devletin hoşgörüsüzlüğü (yani bizim totalitarizm diye
adlandırdığımız şey), sonuçta toplumsal bağın ve tek tek kişilerin bilincinin
zayıflamasıyla devleti de zayıflatır. Tersine, hoşgörülü bir rejimde, devletin
gücü üyelerinin özgürlüğünü sağlar, tıpkı onların özgürlüğünün devletin gücünü
sağlaması gibi.
Hakikat bize bağlı olmadığına göre, ahlak da bize bağlı değildir:
“Ahlaki hakikat”, II. Jean-Paul’ün dediği gibi, herkese kendini dayatır: bu, ne
kültürlere, ne tarihe, ne de insanın ya da aklın herhangi bir özerkliğine bağlı
olabilir. Hangi hakikat? Elbette kilisenin ve yalnızca onun aktardığı “vahyin
hakikati”!
Hakikat herkese kendini dayatır, dolayısıyla din de (çünkü o, hakiki
dindir), dolayısıyla ahlak da (çünkü ahlak “temelini hakikatten alır”). Bu
birbiri içinden çıkan Rus bebeklerin felsefesidir: Hakikate itaat etmek
gerekir, dolayısıyla Tanrı’ya, dolayısıyla kiliseye, dolayısıyla papaya itaat
etmek gerekir... Ateizm ya da din değiştirmek, örneğin, ölümcül günahlardır,
yani,-pişmanlık hariç-insanı “ezeli mahkûmiyet”e götüren günahlardır.
Bu
papalık genelgesi üzerinde daha fazla durmak istemiyorum, aslında pek de önemi
yok. Engizisyona ya da ahlaki düzene herhangi bir dönüşün tüm makul
olasılıklarını tarihsel koşullar (en azından Batı’da ve kısa ve orta vadede)
ortadan kaldırdığından, kilisenin hoşgörüsüz bile olsa tavırlarına elbette
hoşgörü gösterilmelidir.
Hoşgörü
sözcüğünün uygun sözcük olup olmadığını kendimize sorabiliriz: Bu sözcükte,
rahatsız eden bir yukardan bakma hali, hatta küçümseme var.
Ötekinin
görüşlerine hoşgörü göstermek, zaten bu görüşleri aşağı ya da yanlış kabul
etmek olmaz mı? Ancak engelleme hakkına sahip olduğumuz şeylere tam anlamıyla
hoşgörü gösterebiliriz: Eğer görüşler özgürse ki böyle olmaları gerekir, o
zaman ortaya çıkmaları için hoşgörü gerekmez! Hoşgörü kavramını geçersiz
kılacak gibi gözüken yeni bir paradoks kaynaklanır buradan. Eğer inanç, görüş,
ifade ve ibadet özgürlükleri haksa, bunlara hoşgörü gösterilmesine gerek
yoktur, yalnızca bunlara saygı gösterilmeli, korunmalı, yüceltilmelidir.
Condorcet’den yüz yıl sonra, bu yüzyılın başında Lalande’ın
Vocabulaire’inde hoşgörü konusunda çok sayıda çekince belirtilir. Dini
özgürlüğe saygı, “çok yanlış olarak hoşgörü diye adlandırılmaktadır,” diye
yazıyordu örneğin Renouvier, “çünkü bu saygı adaletin ta kendisi ve tam
anlamıyla bir görevdir.”
Ve
hakikat, yanlışın varlığını ya da devamını-gerçekten de hoşgörü dışında-nasıl
kabul edebilir? Yanıltıcı ve bencilce bir hakikat sevgisi olan dogmatizm her
zaman yeniden doğar. Bu nedenle, daha aydınlık bilinçli, daha cömert, daha adil
kişiler olsaydık saygı, sempati ya da sevgi diyebileceğimiz şeye, hoşgörü
demekteyiz... Demek ki, sevgi eksik olduğu için, sempati eksik olduğu için,
saygı eksik olduğu için, uygun sözcük hoşgörü’dür.
Yine
de hoşgörü sözcüğünün kabul görmesi, kişilerin düşmanları söz konusu
olduğunda-ya da önce onlar karşısında-sevgi ya da saygı göstermede kendilerini
pek de yeterli hissetmemelerindendir... “Hoşgörünün sevgi dolu olacağı güzel
günü beklerken,” diye sonuca bağlamaktadır Jankelevitch, “bu basit, incelikten
uzak hoşgörünün elden gelen en iyi şey olduğunu söyleyeceğiz!
Küçük bir erdem olan hoşgörü, kişiler arası yaşamda nezaketin oynadığı
rolü belki de kolektif yaşam içinde oynamaktadır: Bu yalnızca bir başlangıçtır,
ama yine de bir başlangıçtır. Kimi zaman ne saygı duymak ne de sevmek
istediğimiz şeye de hoşgörü göstermek gerektiğini hesaba katmıyoruz. Gördüğümüz
gibi, mücadele edilmesi gereken hoş görülemezlikler vardır. Ama küçümsenen ve
tiksinilen hoş görülebilirlikler de vardır. Hoşgörü tüm bunları söylemektedir
ya da en azından bunların söylenmesine izin vermektedir.
Nasıl
ki sadelik bilgelerin erdemi ve ermişlerin bilgeliği ise, hoşgörü de ne
bilge ne de ermiş olanların-biz hepimizin-erdemi ve bilgeliğidir.
SAFLIK
Saflık
sözcüğü, Fransızca’da olduğu gibi Latince’de de, öncelikle maddi bir anlam
taşır: Saf olan şey, temiz olandır, lekesiz, kirsiz olandır. Saf su, karışımsız
sudur, yalnızca su olan sudur. Yaşayan her şey kirlenir, temizleyen her şey
öldürür. Örneğin, havuzlarımıza klor koymaktayız. Saflık imkansızdır:
Farklı bozulmuşluk türleri arasında tercih yaparız yalnızca, hijyen denen şey
de budur.
O
halde, saflığı nasıl bir ahlak haline getirebiliriz? Su, mikropsuzsa, klorsuzsa,
kireçsizse, mineral tuzlar yoksa, sudan başka bir şey yoksa saftır. Dolayısıyla
bu asla var olmayan bir sudur, ya da yalnızca laboratuarlarımızda var olan bir
sudur. Ölü su, bayatlamış (kokusuz, tatsız!) su ve eğer yalnızca o içilirse
öldürücü olan su.
Yalnızca hiçlik saf olabilir, oysa hiçlik hiçtir: Varlık, boşluğun
sonsuzluğu içinde bir lekedir ve her türlü varoluş bozulmuştur. Evet. Ne var
ki, tüm dinler, ya da hemen hemen hepsi, yasanın buyurduğu ve izin verdiği
şey-ki bu saftır-ile yasakladığı ya da cezalandırdığı şey-ki bu
bozulmuştur-arasındaki bu ayrımı yapmışlardır. Kutsal olan, öncelikle
saygısızlık edilebilecek, kirletilebilecek olan şeydir ve belki de yalnızca
budur. Saflık ise, tersine, kutsal şeylere onları lekelemeden ve içinde kendini
yitirmeden yaklaşmayı sağlayan haldir.
İbadet
kurallarının hijyenik olmaktan çok pedagojik bir anlamı vardır ve bu pedagoji
sağlıkla ilgili olmaktan çok tinsel bir pedagojidir: İbadet saflığı denen şey,
ahlaki saflığa doğru, hatta bir başka saflığa doğru, yanında ahlakın bile
gereksiz ya da kirli kalacağı çok içsel bir saflığa doğru atılan ilk adımdır.
Ahlak yalnızca suçlular için geçerlidir; saflık, saflarda, ahlakın yerini tutan
ya da ahlaktan muaf tutan şeydir.
Yalnızca kalp saftır, ya da saf olabilir; yalnızca o arındırır. Hiçbir şey kendi başına ne saftır ne de bozulmuş. Balgamı ya da
öpücüğü oluşturan aynı tükürüktür; tecavüze ya da aşka aynı arzu yol açar.
Bozulmuş olan şey, cinsellik değildir: Güçtür, zorlamadır (Simone Weil: “Aşk,
ne güç kullanır ne de güce maruz kalır; aşkın biricik saflığı buradadır.”),
aşağılayan ya da küçük düşüren, hakaret eden, alçaltan, saygısızlık eden,
tatlılıktan uzak, önem vermeyen şeydir. Tersine, saflık, herhangi bir arzu
yokluğu ya da cehaleti değildir (bu bir erdem değil, hastalık olurdu): Saflık,
hatasız ve şiddetsiz arzudadır, kabul gören arzuda, paylaşılan arzuda,
yükselten ve yücelten arzudadır!
Arzunun yumuşaklığıdır saflık, arzunun barışıdır, arzunun masumiyetidir. Seviştikten sonra ne kadar iffetli olduğumuza bakın. Kimi zaman, haz
alırken nasıl saf olduğumuza bakın. Kimse mutlak anlamda masum ya da suçlu
değildir: Nietzsche’nin dediği gibi, “bedeni hor görenler”i haksız çıkaran
budur; bedenin çok gayretkeş ya da çok tatmin bulmuş tapınıcılarını da haksız
çıkaran budur. Saflık bir öz değildir. Saflık, sahip olunacak ya da olunmayacak
bir sıfat değildir. Saflık, mutlak değildir, saflık saf değildir: Saflık,
gerçekten de orada olmadığı yerde kötülüğü, bir tür, görmeme biçimidir.
Bozulmuş olan kişi, her yerde kötülük görür ve bundan yararlanır. Saf kişi,
hiçbir yerde kötülük görmez, daha doğrusu, kötülüğü bulunduğu yerde, acısını
çektiği yerde görür.
“Kendi zayıflığını, karşındakinin kendi gücünü göstermek için bundan
yararlanması söz konusu olmadan gösterebileceğin gün sevilmiş olacaksın,” diyordu kendi kendine Pavese Günlük’ünde. Bu, saf olarak sevilmeyi
istemekti, başka deyişle sevilmekti.
Bencillik hala sevginin bir
parçasıdır kuşkusuz, ama bu bozulmuş bir sevgidir ve “tüm kötülüklerin kaynağı”dır diyordu Kant: Kimse kötülük olsun
diye kötülük yapmaz, kendi zevki için yapar ki bu bir iyiliktir. Yine Kant’ın
dediği gibi, “saiklerdeki saflığı” bozan şey, beden değildir, (kötülük olsun
diye kötülük yapan) herhangi bir kötü niyet de değildir, herhangi bir kötü
niyet de değildir, “sevgili ben”dir, sürekli olarak karşımıza bu çıkar...
Saf sevgi nedir? Fenelon bunu çok açıkça ifade etmiştir: Çıkarsız
sevgidir bu, dostlara karşı duyulan ya da duyulması gereken sevgi gibi, yine
onun dediği gibi “ümitsiz sevgi”, kendinden kurtulmuş sevgi, kısacası Aziz
Bernard’ın deyişiyle, “lekesiz ve kişisel arayışın karışmadığı sevgi”: Bu,
sevginin ta kendisidir ve saf yüreklerin saflığıdır.
Saflık yoksulluktur, mülksüzlüktür, feragattir. ‘Ben’in durduğu yerde,
ilerlemediği yerde, kendini yitirdiği yerde başlar. Bir formülle ifade edelim:
Saf sevgi, özsaygının tersidir. Lucretius’un belirttiği ve bizim de
deneyimlemiş olduğumuz gibi cinsellikte “saf haz” varsa eğer, bu, cinselliğin,
kimi zaman, narsisizmin, bencilliğin, sahiplenmenin hapishanesinden kurtulmuş
olması ve bizi de kurtarmasıdır:
Haz da, ancak çıkarsızsa, ego’dan kurtulmuşsa saftır ve bu nedenle
tutku asla saf değildir, diye açıklar Lucretius ve bu nedenle “gezgin serseri
Venüs” ya da “evlilik Venüsü”, çoğu zaman, bizim çılgınca, tekelci ve yiyip
bitiren tutkularımızdan daha saftır...
Dostları ya da çocukları saflıkla sevmek daha kolaydır: Çünkü daha az
şey bekleriz, çünkü onlardan bir şey beklemeyecek, bir şey ummayacak kadar, ya
da her koşulda sevgiyi beklenen ya da umut edilen şeye tabi kılmayacak kadar
çok severiz onları.
Hoşa
gitmeye çalışmayan Simone Weil, bazı ahmakları şoke edecek ama düşündürücü olan
şu sözleri ekler: “Bu anlamda ve gelecek
modeline göre tasarlanmış bir sözde-ölümsüzlüğe yönelik olmaması koşuluyla,
ölmüşlere adanmış sevgi tamamen saftır. Çünkü bu yeni hiçbir şey veremeyecek
olan sonlu bir yaşam arzusudur. Ölümün var olması arzulandı, o da var oldu.”
Bu, yasın eksiksiz başarılmış halidir, tatlı anılardan ve anının sevincinden
başka bir şey yoktur, yaşanmış olanın ezeli hakikatinden başka bir şey yoktur,
yaşanmış olanın ezeli hakikatinden başka bir şey yoktur, sevgiden ve minnetten
başka bir şey yoktur.
“İnsanın kendini Tanrı
sanmasının önündeki güçlüklerden biri, belden aşağısının varlığıdır,” diyordu Nietzsche. Olsun: Yalnızca bu nedenle insandır insan ve de
öyle kalacaktır. Cinsellik de derinleştirmekten bıkmadığımız bir
alçakgönüllülük dersidir. Cinselliğin yanında felsefe ne kadar geveze ve
kasıntı kalır! Din ne kadar ahmakça kalır! Beden bize kitaplardan fazlasını
öğretir ve kitaplar ancak beden hakkında yalan söylememek koşuluyla değerlidir.
Saflık, aşırı ya da yapmacık utangaçlık demek değildir.
“Aşırı
saflık,” der Simone Weil, “hem saf olanı hem de olmayanı dikkatle seyredebilir,
üzerinde düşünebilir; saf olmayan ise hiçbirini yapamaz: Saf olan onu ürkütür,
saf olmayan ise yutar, emer.” Saf, hiçbir şeyden korkmaz: Bilir ki, “”hiçbir
şey kendinde bozulmuş değildir” ya da (ama bu da aynı anlama gelir) “saflar
için her şey saftır.” Bu nedenle, yine Simone Weil’in dediği gibi, “saflık,
kirliliği seyredebilme gücüdür.” Bakışın saflığı içinde erimektir bu (çünkü
hiçbir şey kendinde bozulmuş değildir): Aşıklar gün ışığında sevişirler,
müstehcenlik bile bir güneştir.
Sevginin “çıkarlarla karışmış”
olmaktan kurtulduğu her anda saflık görülür, daha doğrusu (saflık asla mutlak
olmadığından) sevgi çıkarsızlığını kanıtladığı ölçüde saflık vardır: Hakikat,
adalet ya da güzellik saf bir şekilde sevilebilir ve de-niçin olmasın!-orada
duran, kendini veren ve varlığı (sahip olmaktan daha fazla!) beni dolduran bu
adamı ya da kadını saf olarak sevebilirim. Saflık, açgözlülükten yoksun
sevgidir. Mutlak saflık yoktur, ama eksiksiz ya da kesin bozulmuşluk da yoktur.
YUMUŞAK
HUYLULUK
Yumuşak
huyluluk kadınlara özgü bir erdemdir. Bu nedenle belki de özellikle erkeklerde
bulunduğunda hoşa gider. Erdemlerin, cinsiyeti olmaz diye bana itiraz edebilirsiniz
ki bu doğrudur.
Erkeklik, etimolojik olarak ne denirse densin, bir erdem değildir; herhangi bir erdemin ilkesi de değildir. Ama erdemli olmanın
erkeklere ya da kadınlara özgü bir tarzı vardır. Bir erkeğin yürekliliğiyle bir
kadınınki aynı değildir, cömertlikleri, sevgileri farklıdır.
Simone
Weil’e ya da Etty Hillesum’a bakın: Hiçbir erkek asla onlar gibi yazamaz, onlar
gibi yaşayamaz, sevemez... Yalnızca hakikat mutlak anlamda evrenseldir, yani
cinsiyetsizdir. Ama hakikatin ahlakı yoktur, duyguları, iradesi yoktur... Nasıl
erdemli olabilir ki? Yalnızca arzuda erdem vardır ve hangi arzunun
cinsiyetli olmadığını söyleyebiliriz.
“Eğer
tüm dünya, erkek değerlerine tabi olsaydı,” diye saptar Todorov, ne büyük
felaket olurdu! Bu, -haklı bile olsa-savaşın ve-cömert bile olsa-fikirlerin
zaferi olurdu. İşin özü olan sevgi (sevginin, birey için de tür için de anneden
başladığı fikrimi kimse değiştiremez), yaşam ve yumuşaklık yok olurdu.
Kadınlara merhamet duyarak, onların da fikirleri olduğu itirazını yöneltmeyin
bana: Ben bunu fark etmemiş biri değilim. Ama onların kandırılmaya erkeklerden
çoğu zaman daha az yatkın olduklarının da farkındayım ve bu elbette kadınların
üstünlüğüdür. Cinsiyet farkı çok temeldir, her yerde fazlasıyla mevcuttur; her
zaman bedenle ve eğitimle, kültürle ve aynı zamanda da doğayla açıklanamayacak
kadar temel önemdedir. Ama kütür de gerçektir.
“Kadın doğulmaz, kadın olunur,” öyle değil mi? Elbette
durum bundan daha karmaşıktır. Kadın ya da erkek doğulur, sonra neyse o olunur.
Erkeklik ne bir erdemdir ne de bir kusur. O bir kuvvettir, tıpkı dişiliğin bir
zenginlik (erkeklerde de bir zenginlik) ve de bir kuvvet-ama farklı bir
kuvvet-olması gibi. Bizdeki her şey cinsiyete bağlıdır-gerçekten de böyledir;
bunda ısrar ediyorum ve bu da iyi bir şeydir. Bundan daha zengin ve daha arzu
uyandıran bir farklılık var mıdır?
Yumuşaklıkta dişi olan ya da böyle gözüken şey, şiddetsiz bir yürekliliktir,
sertliği olmayan bir kuvvettir, öfkesiz bir sevgidir.
Schubert’te dinlediğimiz şey budur, Etty Hillesum’da gayet iyi okuduğumuz şey
budur. Yumuşaklık öncelikle bir barıştır; ister gerçek olsun, isterse de
dilenen barış: Savaşın, acımasızlığın, kabalığın, saldırganlığın, şiddetin
tersidir yumuşaklık... İç barış ve bir erdem olan tek barış.
“Metanet ve katılaşmak iki farklı
şeydir,” diye belirtiyordu Etty Hillesum 1942 yılında. Bunları ayırt eden şey
yumuşaklıktır. Yumuşaklık barış halindeki sevgidir, savaşta bile böyledir,
savaşta gösterilen metanet daha güçlü ve bir o kadar daha yumuşak olur.
Saldırganlık bir zayıflıktır, öfke bir zayıflıktır, şiddet bile, hakim
olunamadığında, bir zayıflıktır. Şiddete, öfkeye, saldırganlığa, yumuşaklık
dışında ne hakim olabilir? Yumuşaklık bir kuvvettir, bu nedenle bir erdemdir:
Barış halindeki kuvvettir, huzurlu ve yumuşak kuvvettir, sabır ve hoşgörü
doludur.
Yumuşaklık
sevgiye en çok benzeyen şeydir, evet, cömertlikten daha fazla, merhametten daha
fazla sevgiye benzer yumuşaklık.
Merhamet, ötekinin ıstırabından ıstırap duyar; yumuşaklık ıstırap
yaratmayı ya da ıstırabı artırmayı reddeder. Cömertlik ötekine iyilik yapmak
ister; yumuşaklık ona kötülük yapmayı reddeder. Bu, cömertliğin yararına
gibidir ve belki de öyledir.
Eğer
değerler cinsiyetliyse, diye saptar Todorov, her birey kaçınılmaz olarak
karışıktır, kusurludur, eksiktir: Daha eksiksiz ve dolayısıyla daha insan bir
insanlığın yolunu ancak erdişilikte ya da çiftte buluruz. Erkek, hemen hemen
her zaman, içinde taşıdığı dişilik tarafı sayesinde daha kötü olmaktan
kurutulur. “Kadın,” diyordu Rilke, “insanlığa erkekten daha
yakındır...”
Erdişilik,
kadınlarda da, bir zenginlik, bir cazibe, bir güç olabilir kuşkusuz. Ama bir
gereklilik midir? Bir erdem midir? Kadınlık çoğu zaman histeriyle karıştırılır;
bu (erkeklerde de ) kadınlığın ancak patolojik bir karikatürüdür. Histerik kişi
baştan çıkarmak ister, sevilmek, gözükmek ister... Yumuşaklık değildir bu,
sevgi değildir: Narsisizmdir yapaylıktır, yön değiştirmiş saldırganlıktır,
iktidar olmaktır (“histerik,” diyordu Lacan, “üzerinde hüküm süreceği bir
efendi arar.”), baştan çıkarmadır, gerçekten de böyledir, ama yolunu şaşırmış
ya da kötüye kullanılan baştan çıkarma anlamında...
Bilge,
diyordu Spinoza, “insanca ve yumuşaklıkla” davranır. Montaigne’in yumuşak
huyluluk dediği bu yumuşaklığı hayvanlara karşı da borçluyuz, hatta ağaçlara ve
bitkilere karşı. Bu, ıstırap vermenin, yok etmenin (kaçınılmaz değilse), talan
etmenin reddidir. Bu, saygıdır, korumadır, iyilik yapmadır. Bu henüz,
hemcinsini kendi gibi sevmek olan evrensel insan sevgisi değildir. Yoksa
Rousseau’nun görmüş olduğu gibi, şu “yüce özdeyiş”i benimsememiz gerekirdi:
“Kendine nasıl davranılmasını istiyorsan başkalarına da öyle davran.”
Yumuşaklık bu kadar yükseği hedeflemez. Bir tür doğal ya da kendiliğinden
iyiliktir, bu nedenle, “öncekinden daha az mükemmel ama belki daha yararlı”
özdeyişimiz şu olur: “Başkasına mümkün olduğunca az zarar vererek kendi
iyiliğini sağlamaya çalış.” Yumuşaklığın bu özdeyişi, kuşkusuz evrensel insan
sevgisi kadar yüce değildir, daha az talepkardır, daha az coşku vericidir, ama
aynı zamanda daha erişilebilir, bu nedenle de aslında daha yararlı ve daha
gereklidir. Evrensel insan sevgisi olmadan yaşanabilir, tüm insanlık tarihi
bunu kanıtlamaktadır. Ama asgari bir yumuşaklık olmadan yaşanamaz.
Aristoteles
yumuşaklığı ayrı bir erdem yapacaktır. Yumuşak insan, soğukkanlılık ya da aşırı
sakinliği sayesinde, “öfkeli, güç ve vahşi insan” ile “köle ve budala” insanın
ortasında doğru yerde durur. Çünkü haklı ve gerekli öfkeler vardır, tıpkı haklı
savaşlar ve haklı gerekçelere dayanan şiddetin olması gibi Yumuşaklık buna
karar verir ve bunu el altında tutar.
Yumuşak
ruhlular mutludur. Şiddeti istemezler. Ama yalnızca onlar, şefkat olmasa da,
masum bir şekilde şiddetli olabilirler. Diğerleri için yumuşaklık şiddeti
sınırlandırır, mümkün olduğunca, gerekli ya da kabul görür asgarilikte... Dişi
erdem; işte yalnızca onun yoluyla insanlık insanidir.
İYİ NİYET
Önce
samimiyet, sonra doğruculuk ya da doğru sözlülük (daha iyi olurdu ama kullanımı
pek tutmadı), sonra da, bir süre, sahicilik üzerinde durdum... Nihayet, iyi
niyet’te karar kıldım. Sözcüğün gündelik kullanımının ötesine geçtiğimin
farkındayım. Ama iyi niyetle yaptım bunu, daha iyisini bulamadım.
Nedir
iyi niyet? Psikolojik olarak bir olgudur, ahlaki olarak bir erdemdir. Olgu
olarak, edimlerin ve sözlerin içsel yaşama ya da içsel yaşamın kendine
uygunluğudur. Erdem olarak, hakikat sevgisi ya da saygısıdır ve değerli olan
tek inanç, tek iman budur. Aletheiogale[7]
erdem: Çünkü nesnesi bile hakikattir.
Elbette
iyi niyet kesin bilgi değeri taşımaz, hatta hakikat olarak da bir değeri yoktur
(hatayı değil, yalanı dışlar); ama iyi niyetli insan inandığı şeyi
söylediğinden, yanılsa bile, söylediği şeye inandığından, iyi niyetin nesnesi
hakikattir. Bu nedenle iyi niyet, terimin ikili anlamıyla, bir imandır; yani
hem bir inançtır hem de bir sadakat. İyi niyet, sadık inançtır ve inanılan şeye
sadakattir. En azından, doğru olduğuna inanıldığı sürece...
İyi
niyetli olmak, her zaman hakikati söylemek değildir, çünkü insan yanılabilir,
ama en azından inanılan şey hakkındaki hakikati söylemektir ve bu hakikat,
inanç yanlış olsa bile, hakikat olmaya devam eder. Ben, iyi niyetle samimiyet
arasında en azından bir ayrım öneriyorum. Samimi olmak, başkasına yalan
söylememektir; iyi niyetli olmak, ne başkasına ne kendine yalan söylemektir.
Mutlak
samimiyet yoktur, ama mutlak sevgi ya da adalet de yoktur: Bu durum, bu
mutlaklığa yönelmeyi, bunun için çabalamayı, kimi zaman ise az da olsa
yakınlaşmayı engellemez... İyi niyet bu çabanın kendisidir ve bu çaba da zaten
bir erdemdir.
İyi
niyetin hiçbir şey kanıtlamadığı söylenir, ben de hemfikirim. İyi niyet,
sadakat ya da cesaret gibi yetersiz ya da eksik bir erdemdir. Adaletin,
cömertliğin, sevginin yerini tutamaz. Ama kötü niyetli (art niyetli) bir adalet
ne demektir? Kötü niyetli bir sevgi ya da cömertlik ne demektir? Buna artık
adalet diyemeyiz, sevgi ya da cömertlik diyemeyiz, ya da bunlar ikiyüzlülük,
körlük, yalan nedeniyle çürümüş olur.
“Samimiyet,” diyordu Rochefoucauld, “bizi
olduğumuz gibi gösteren bir yürek açıklığıdır; hakikat sevgisidir, kendini
gizlemekten nefret etmektir, hataların verdiği zararı telafi etme ve hatta
onları itiraf etme yeteneğiyle hataları azaltma arzusudur.”
İyi niyet, bütün erdemler gibi, narsisizmin[8],
kör bencilliğin, kendi kendine köleliğin karşıtıdır. Bu sayede iyi niyet
cömertliğe, alçakgönüllülüğe, cesarete, adalete yakınlaşır...
Hakikat
bana ait değildir: Ben hakikate aidim, ya da o beni içerir, kat eder ve içinde
eritir. ‘Ben’ her zaman yalancıdır, her zaman yanıltıcı, her zaman kötüdür. İyi
niyet ‘ben’den yakasını kurtarır, bu nedenle iyidir o. Hakikat, ne adalete ne
sevgiye boyun eğer, hakikat hizmet etmez, ne bir karşılık öder ne teselli eder.
Bu nedenle, diye devam eder Montaigne, “hakikati kendisi için sevmek gerekir.”
Başka türlü asla iyi niyet olmaz: “Mecbur olduğu için ve yarar gördüğü için
doğruyu söyleyen kişi, kimseyi ilgilendirmediğinde yalan söylemekten asla
çekinmeyen kişi, yeterince hakiki değildir.”
İyi
niyet sessizliği değil, yalanı yasaklar (ya da sessizlik yalancılıksa
sessizliği yasaklar yalnızca), ama yine de her zaman değil.
Doğruculuk,
aptallık demek değildir. Ne var ki, hakikat, Montaigne’in dediği gibi, “erdemin
ilk ve temel parçasıdır,” tüm diğerlerini koşullar ve hakikat ilkesi içinde
hiçbiri onu koşullamaz.
Montaigne,
kuralı gayet iyi belirtmiştir. Bu bir iyi niyet kuralıdır: “Her zaman her
şeyi söylemek gerekmez, çünkü bu aptallık olur; ama söylenen şey, insanın
düşündüğü şey olmalıdır, yoksa kötülük olur”.
İyi
niyet, hakikati bir değer yapan ve buna boyun eğen bir erdemdir (yani, kendinde
değer diye bir şey olmadığından, bir sevgi, saygı, irade nesnesidir...).
öncelikle doğruya sadakat, bu yoksa tüm sadakatler ikiyüzlülük olur. Önce
hakikat sevgisi, bu yoksa tüm sevgi yanılsama ya da yalan olur. İyi niyet bu
sadakattir iyi niyet, ruhtaki ve edimdeki bu sevgidir. Dahası da var: İyi niyet
hakikat sevgisidir, bu sevgi edimlerimizi, sözlerimizi, düşüncelerimizi
yönetir. Doğru sözlülerin erdemidir bu.
Kimdir
doğru sözlü? “Hakikati seven” ve bu nedenle yalanı reddeden kişidir, hem
abartmadan kaçınır hem eksik söylemekten, hem uydurmaktan kaçınır hem de
unutmaktan, diye açıklıyordu Aristoteles. “Tam orta”da durur o; övüngenlik ile
sinsilik arasında, palavracılık ile ketumluk arasında, sahte zafer ile sahte
mütevazılık arasında.
Doğru
sözlü kişi sevildiği için değil kuşkusuz; kendini sevmek bir görev olduğu için
değil, kişinin kendine karşı imkânsız bir ilgisizlik tavrı takınması yalan
olacağından da değil kuşkusuz.
Ama
doğru sözlü insan, kendini olduğu gibi sever, kendini nasıl tanıyorsa öyle
sever, yoksa olmak istediği ya da görünmek istediği gibi değil. Kendini
sevmeyi özsaygıdan ya da Aristoteles’in dediği gibi gönül yüceliğini
övüngenlikten ayıran şey budur. Gönlü yüce insan, “halkın ne diyeceğinden çok
hakikati dert edinir, açık açık konuşur ve davranır, çünkü başkalarına pek az
önem verdiğinden açık açık kendini ifade edebilir.
Yalan
söylemek hakikatin bilindiğini ya da bilindiğinin sanıldığını ve bilinen ya da
inanılan şeyden başkasının kasıtlı olarak söylendiğini varsayar. İyi niyetin
yasakladığı ya da reddettiği şey işte budur. İyi niyetli olmak, doğru olduğuna
inanılan şeyi söylemektir: İnancına sadık olmaktır, olunan ya da düşünülen
şeyin hakikatine boyun eğmektir. Bu durumda her türlü yalan kötü niyetli,
dolayısıyla da suçlu olacaktır.
Hayatta kalmak için ya da barbarlığa direnmek için ya da sevileni,
sevilmesi gerekeni kurtarmak için yalan söylemek gerekiyorsa, başka yol
olmadığında ya da tüm diğer yollar kötü olduğunda yalan söylemek gerektiğine
benim hiç kuşkum yoktur ve Spinoza da, bana kalırsa, bunu kabul ederdi. Akıl,
kuşkusuz, bunu emredemez, çünkü akıl evrenseldir, yalan böyle olamaz: Eğer
herkes yalan söyleseydi, yalan söylemek neye yarardı, çünkü zaten kimse
kanmazdı ve konuşmak neye yarardı? Ama eğer arzu bu aklı ele geçirmezse,
eğer onu yaşatan arzu değilse, bu akıl olsa olsa soyuttur. Oysa arzu her zaman
tekildir, her zaman somuttur, zaten bu nedenle, doğa yasasını ihlal etmeden ve
de (yani) tek bir kişinin, hatta herkesin çıkarını ihlal etmeden yalan
söylenebilir. Akıl değil irade emreder; hakikat değil arzu kendi yasasını
buyurur. İyi niyetin özü olan hakikat arzusu, bu nedenle, insanın özü olan
arzunun hakikatine boyun eğmiş olarak kalır.
Öncelikle
hakikate sadık olmak, aynı zamanda arzunun kendi içindeki hakikate de sadık
olmaktır. Hiçbir yalan özgür değildir, kuşkusuz; ama kim her zaman özgür
olabilir ki?
Caute...
Yalan asla bir erdem değildir, ama budalalık da erdem değildir, intihar da
erdem değildir. Yalnızca kimi zaman en az kötülükle yetinmek gerekir ve yalan
bunlardan biri olabilir.
Kant
ise, çok daha öteye ve çok daha açık olarak gitmektedir. Yalan yalnızca bir
erdem olmamakla kalmaz, her zaman için bir hatadır, her zaman bir suçtur, her
zaman bir alçaklıktır. Çünkü yalanın zıddı olan doğruculuk, “her durumda
geçerli olan mutlak bir ödev”dir ve “tamamen koşulsuz” olarak, “özü gereği
hiçbir istisnaya müsamaha göstermeyen bir kural”ın en ufak istisnasını kabul
edemez. Bu, “peşine düştükleri dostunuzun evinize sığınıp sığınmadığını soran
katiller karşısında yalan söylemek bir suç olur,” anlamına geldiği için itiraz
eder Benjamin Constant.
“Can
çekişen kişiye öleceğini söyleyen yalan söyler:” der Jankelevitch, “öncelikle
kelimenin tam anlamıyla yalan söyler, çünkü o bunu asla bilemez, çünkü bunu
yalnızca Tanrı bilir, çünkü hiçbir insanın bir diğerine öleceğini söyleme hakkı
yoktur,” sonra “tinsel olarak yalan söyler, çünkü bu ona kötü gelir.”
Umudu
hakikatin daha üstüne koymak, bilinç aydınlığının üstüne koymak, yürekliliğin
üstüne koymak, umudu çok yükseğe çıkarmak olur. Bedeli yalansa, bedeli
yanılgıysa, ümit neye yarar? “Yoksul ve yalnız insanlar acı çekmemelidir,” der
yine Jankelevitch, “bu her şeyden, hakikatten bile daha önemlidir.”
“Farkına
varmadan öldü,” denir kimi zaman. Bu gerçekten de tıbbın bir zaferi midir? Çünkü
sonuçta yine ölmüştür ve doktorların görevi, bildiğim kadarıyla, bizi
iyileştirmektir, ellerinden geliyorsa; yoksa bunu yapamayacaklarını bizden
saklamak değildir. “eğer ona gerçeği söylersem kendini öldürür,” dedi bana bir
doktor. Ama intihar her zaman bir hastalık değildir (aynı zamanda bir haktır,
bundan kimse yoksun bırakılamaz) ve depresyon bir hastalıktır, tedavi edilir.
Doktorlar tedavi etmek için vardır, yoksa hastalarının yerine yaşamlarının-ya
da ölümlerinin!-yaşanmaya değip değmediğine karar vermek için değil. Doktor
dostlar, himayeciliğe dikkat! Sizler hastaların sağlığıyla görevlisiniz,
onların mutluluğuyla değil, onların huzuruyla değil! Can çekişen birinin mutsuz
olma hakkı yok mu? Sıkıntılı olma hakkı yok mu? Bu mutsuzlukta, bu sıkıntıda
sizi bu kadar korkutan ne var?
Merhamet
de değerlidir, sevgi de değerlidir; hem de daha fazla. Talep etmemiş olanın,
katlanamayacak olanın yüzüne hakikati aşk etmek, bu hakikatin yaralayacağı ya
da paramparça edeceği kişiye bunu söylemek, iyi niyet değildir: Kabalıktır,
duyarsızlıktır, şiddettir. Demek ki hakikati söylemek gerekir, ya da mümkün
olduğunca çok hakikati söylemek gerekir, çünkü hakikat bir değerdir, çünkü
samimiyet bir değerdir; ama her zaman değil, ama rasgele birine değil, ne
pahasına olursa olsun değil, nasıl olursa olsun değil! Hakikati elden
geldiğince ya da söylenmesi gerektiği kadarıyla söylemek gerekir; daha yüksek
ya da daha acil herhangi bir erdemden uzak düşmeyecek şekilde söylemek gerekir.
Jankelevitch
burada yine karşımıza çıkıyor: “Jurnalciliğin canice hakikatini sevginin üstüne
koyanların vay haline! Her zaman hakikati söyleyen kabaların vay haline! Asla
yalan söylememiş olanların vay haline!”
En
genel haliyle düşünüldüğünde iyi niyet, hakikat sevgisinden başka bir
şey değildir. Bu nedenle en üstün felsefi erdemdir, ama elbette herhangi bir
kişinin tekelinde olduğu anlamına gelmez. Terimin en güçlü ve en sıradan
anlamıyla filozof, hakikati, en azından kendisini ilgilendiren hakikati, şeref
ya da iktidar, mutluluk ya da sistem gibi şeylerin üstüne koyan, hatta erdemin
bile, hatta sevginin bile üstüne koyan kişidir.
Yine
de o, evrensel insan sevgisinden yoksun hakikatin Tanrı olmadığını da bilir.
Ama hakikat olmadan evrensel insan sevgisinin diğer yalanlar arasında bir yalan
olduğunu ve evrensel insan sevgisi olmadığını da bilir ya da bildiğini sanır.
Spinoza, konusu ne olursa olsun, bu bilme sevincini Tanrı’yı entelektüel yolla
sevme olarak (“tikel şeyleri ne kadar çok bilirsek Tanrı’yı da o kadar
biliriz”) adlandırıyordu, çünkü her şey Tanrı’dadır ve çünkü Tanrı her şeydir.
Eğer hiçbir hakikat Tanrı değilse, eğer hakikatlerin toplamı da Tanrı değilse, eğer
hiçbir Tanrı hakiki değilse, bu fazla şey söylemekti kuşkusuz. Ama yine de
esası ifade ediyordu: Hakikat sevgisi dinden daha
önemlidir, aydınlık bilinç ümitten daha değerlidir, iyi niyet inançtan daha
değerlidir.
O, Alain’in dediği gibi; Hakikat Tanrı değildir: Hakikat
yalnızca onu sevenler için değerlidir ve onlar aracılığıyla, yalnızca
doğrusözlüler için, onu tapmadan seven, onun tarafından aldatılmadan ona tabi
olanlar için değerli olur. Demek ki sevgi baştadır öyle mi? Evet, ama yine de
yalnızca hakiki olmak kaydıyla: Demek ki, değer olarak birinci, varlık olarak
ikinci.
O
ruhun ruhudur, içtenliği yalana tercih eder, bilgiyi yanılsamaya ve gülmeyi
ciddiyete tercih eder. İşte böylece iyi niyet mizaha, kötü niyet ironiye
götürür.
MİZAH
Mizahın
bir erdem olması şaşırtabilir. Ama kendine dönük her ciddiyet suçludur. Mizah
bizi bundan korur ve verdiği hazzın dışında, bu nedenle de değerlidir.
Kendine
önemli havası vermek nezaketsizliktir. Kendini ciddiye almak gülünç bir şeydir.
Mizah yoksunluğu, alçakgönüllülük yoksunluğudur, bilinç aydınlığından
yoksunluktur, hafiflikten yoksun olmaktır, kişinin kendisiyle çok dolu
olmasıdır, kendini aldatmasıdır, çok sert ya da çok saldırgan olmaktır,
dolayısıyla, hemen hemen her zaman, cömertlikten, yumuşaklıktan, merhametten
yoksun olmaktır...
Yine
de mizahın önemini abartmayalım. Adi biri mizah duygusuna sahip olabilir; bir
kahraman da mizahtan yoksun olabilir. Mizahtan yoksun bir ermiş, kederli bir
ermiştir. Mizahtan yoksun bir bilge, hala bir bilge midir? Zekâ, her şeyi alaya
alan şeydir, diyordu Alain ve bu nedenle mizah, çok haklı olarak zekânın
parçasıdır.
Gururlarımızın boşunalığı: Din
adamının mizahtan yoksun olması, işin özünü söylemesini engeller. Biraz mizah,
biraz sevgi: Biraz neşe. Akılsız bile olsa, akla karşı bile olsa. Erdem,
ümitsizlik ile değersizliğin tam ortası değildir; arasında yaşadığımız,
arasında evrim geçirdiğimiz ve mizah sayesinde birbirine kavuşan bu iki ucu
aynı bakış ya da yanı gülümseyiş içinde kucaklama kapasitesidir erdem.
Kuşkusuz
gülmenin ya da ağlamanın nedenleri hiç de eksik değildir. Ama hangi davranış
daha iyidir? Ne gülen ne ağlayan gerçek, bu soruna çözüm getiremez. Ama
gülmekten gülmeye fark vardır. Burada mizahı ironiden ayırt etmek gerekir.
İroni bir erdem değildir, bir silahtır-hemen hemen her zaman ötekine karşı
yönelmiştir. İroni, kötü, iğneleyici, yıkıcı gülmedir, alay etmenin gülmesidir,
yaralayan, öldürebilen gülmedir. İnsan yalnızca karşı tarafa gülebiliyorsa bu
ne büyük bir kederdir! Ve yalnızca başkalarına gülmeyi biliyorsa bu ne
ciddiyettir! İroni şudur: Kendini ciddiye alan bir gülme, alay eden bir gülme,
ama asla kendiyle alay etmez, ötekinin kellesini koparan bir gülmedir ve bu
deyim yeterince açıklayıcıdır.
İroni,
ötekine güler (ya da, kendini alaya alırken bile ‘ben’e bir başkasıymış gibi
güler); mizah kendine güler, ya da başkasına da kendi gibi güler ve inşa ettiği
ya da ortaya çıkardığı anlamsızlığın içine kendini, her koşulda, her zaman
dahil eder. Mizahçı hiçbir şeyi ciddiye almayan biri değildir (mizah havailik değildir).
Yalnızca, kendini, kendi kahkahasını da sıkıntısını da ciddiye almayı reddeder.
Kierkegaard’ın dediği gibi, ironi kendini değerli kılmaya çalışır; mizah
ise kendini ortadan kaldırmaya çabalar. Mizah sürekli olamaz, bir sistem
halini alamaz, yoksa diğeri gibi bir savunma olur yalnızca ve artık mizah
olmaktan çıkar.
Mizah,
kendine sadık kaldığında, insanı daha ziyade alçakgönüllülüğe yöneltir.
Ciddiyet ruhu olmadan gurur olmaz, aslında gurur olmadan da ciddiyet ruhu
olmaz. Gülmek her şey değildir ve hiçbir şeyi bağışlatmaz. Zaten,
engellenebilecek ya da mücadele edilebilecek kötülükler söz konusu olduğunda,
şaka yapmakla yetinmek elbette utanılacak bir şey olurdu. Mizah eylemin yerini
tutamaz ve başkasının ıstırabı karşısında duyarsız kalmak bir hatadır. Ama
eylemde ya da eylemsizlikte, kişinin kendi iyi duygularını, kendi
sıkıntılarını, kendi isyanlarını, kendi erdemlerini biraz fazla ciddiye alması
da utanılacak bir şey olurdu.
“Pişman olduğum tek şey,” der Woody Allen, “bir
başkası olamamaktır.” Ama bunu derken de kendini kabul eder. Mizah bir yas
tavrıdır (bize ıstırap veren şeyi bile kabul ederiz), bu da onu ironiden
ayırır; ironi, daha ziyade, katildir. İroni yaralar; mizah tedavi eder. İroni
öldürebilir; mizah yaşamaya yardım eder. İroni tahakküm kurmak ister; mizah
özgür bırakır. İroni acımasızdır; mizah bağışlayıcıdır. İroni aşağılayıcıdır;
mizah mütevazı.
İroni, hemen hemen her zaman ikiyüzlüdür
(yapmacıktan yoksun ironi yoktur, az da olsa kötü niyet olmadan ironi olamaz);
mizah, hemen hemen hiçbir zaman ikiyüzlü değildir (kötü niyetli bir mizaha
mizah denir mi?)
Kanser
olduğunu duyuran Pierre Desproges’un tavrıdır mizah: “Sen benden daha
kanserlisin, tümör!”
Dominique
Noguez çizgiyi biraz zorluyor, ama şu birkaç satırda mizah ile ironi karşıtlığını
özetlediğinde, özellikle onları içeren formüldeki doğru istikameti belirtiyor:
“Mizah da ironi de, benzer biçimde, dil ile gerçekliğin çakışmazlığına
dayanırlar; ama mizah belirtilen şeye ya da kişiye gönderilen dostça bir selam
olarak sevgiyle hissedilirken, ironi, tersine, skandal yaratıcı, aşağılayıcı ya
da kin doğulu bir karşıtlığın tezahürü olarak hissedilir. Mizah, sevgidir; ironi, küçümseme.”
Gülmek, ne anlamdan ne de anlamsızlıktan doğar: Birinden diğerine
geçişten doğar. Woody Allen: “Kendimi
savunmak için üstümde sürekli bir kılıç taşıyorum. Saldırıya uğradığımda,
tutamağına basıyorum ve kılıç beyaz bastona dönüşüyor. O zaman yardımıma
koşuyorlar.”
Kimi
zaman ise (aşağıdaki örneklerin hepsi Woody Allen’den alınmadır), ifadesini
bulan şey sıkıntıdır, ama saçma bir şekilde ve sanki defedilmiş ya da uzak
tutulmuş gibidir: “Ölümden korkmuyorum ama öleceğim zaman başka yerde olsam
iyi olur.” “Sevmek mi daha iyidir sevilmek mi? Eğer kolestrol oranımız 5,35’i
geçiyorsa, hiçbiri.”
(“Tanrı
var olduğunu kanıtlayacak bir işaret gönderse bana... Örneğin bir İsviçre
bankasına benim adıma yüklü bir para yatırsa!”), ya da öngörülemeyecek
şeyleri ortaya çıkarır ümitlerimiz (“Yalnızca Tanrı değildir yok olan, bir
de itfaiyeci bulmaya çalışın bakalım hafta sonları!”)...Bu örnekleri Woody
Allen’a borçluyum. Onu tanıma şansına erememiş olan Freud, tanısaydı sanıyorum
ona değer verirdi.
Freud,
cenaze levazımatçısı bir Amerikan firmasının yaptığı şu ilanı anmayı severdi: “Kendini
on dolara gömdürtebiliyorsan yaşamaya ne gerek var?” Freud şu yorumu ilave
ediyordu: “Yaşamın anlamı ve değeri
üzerinde kendimize sorular sorduğumuzda hasta oluruz, çünkü ikisi de nesnel
olarak yoktur...” Mizahın ortaya serdiği ve ağlamak yerine eğlendiği şey
budur.
Mizah
neşeli bir hayal kırıklığıdır. Bu nedenle erdemi iki mislidir ya da böyle
olabilir: Hayal kırıklığı olarak, bilinçsiz aydınlığına (dolayısıyla iyi
niyete) yakındır; sevinç olarak ise sevgiye ve her şeye yakındır.
Zekâ,
Alain’le birlikte tekrar edelim, her şeyle alay eder. Nefret ettiği ya da
aşağıladığı şeyle alay ettiğinde, bu ironidir. Sevdiği ya da değer verdiği
şeyle alay ettiğinde bu mizahtır.
AŞK/SEVGİ
İnsan
istediğini değil, arzuladığını sever, sevdiğini sever ve kimi seveceğini
seçemez. Ancak arzularımıza ya da sevgilerimize göre-birçok farklı arzu
arasından, birçok farklı sevgi arasından-seçebiliyorsak, arzularımızı ya da
sevgilerimizi nasıl seçebiliriz ki? Sevgi ısmarlama olmaz, dolayısıyla sevmek
bir ödev olamaz.
“Sevgiyle yapılan şey, her
zaman iyinin ve kötünün ötesinde gerçekleşir,” diyordu
Nietzche. Ben bu kadar ileri gitmeyeceğim, çünkü sevgi iyiliğin kendisidir. Ama
ödevin ve yasağın ötesinde, evet, hemen hemen her zaman ve bu gayet iyidir!
Ödev bir zorlamadır, ödev bir kederdir, oysaki sevgi sevinçli bir kediliğindenliktir.
“Zorlamayla yapılan şey,” der Kant, “sevgiyle yapılmaz.” Bu, tersine de
çevrilebilir: Sevgiyle yapılan şey, ne zorlamayla dolayısıyla ne de ödevle
yapılabilir.
Aşk,
Freud’un düşündüğü ve benim de katıldığım gibi, cinsellikten doğmuş olsa da
buna indirgenemez ve her koşulda, küçük ya da büyük erotik hazlarımızın çok
daha ötesine gider. Kendimizi sevmiyor olsaydık bencil olur muyduk? Parayı,
rahatı ya da çalışmayı sevmiyor olsaydık çalışır mıydık? Bilgeliği sevmeseydik
felsefe olur muydu?
Sevgi
olmadığı için ahlaka ihtiyaç duyarız, tekrar edelim ve bu nedenle, ahlaka
fazlasıyla ihtiyacımız vardır! Sevgi emreder, ama sevgi yeteri kadar yoktur.
Erdemli doğulmaz: Erdemli olunur. Nasıl?
Eğitim yoluyla: Nezaketle, ahlakla, sevgiyle, Nezaket, gördüğümüz gibi,
görünüşte bir ahlak: Nazik davranmak, sanki erdemliymiş gibi davranmaktır.
Ahlak, en alt düzeyden, kendinde eksik olan erdemi taklit ederek başlar ve
yine, eğitim yoluyla, ona yakınlaşır ve bizi ona yakınlaştırır. Bu nedenle,
düzgün bir yaşamda, ahlak daha çok önem taşırken, nezaket çok daha az
önemlidir.
Düzgün
davranmak, öncelikle yapılanı yapmaktır (nezaket), sonra olması gerekeni
(ahlak), nihayet kimi zaman istediğimiz şeyi yapmaktır, yeter ki sevgi olsun
(etik). Nasıl ki ahlak nezaketi gerçekleştirerek nezaketten kurtulursa
(yalnızca erdemli insan erdemliymiş gibi davranmak zorunda değildir), sırası
geldiğinde ahlakı gerçekleştiren sevgi de bizi ahlaktan kurtarır: Yalnızca
seven kişinin sanki seviyormuş gibi davranmaya ihtiyacı yoktur.
Ahlak nezaketten doğar ve sevgiye yönelir: Birinden diğerine ahlak
sayesinde geçeriz. Bu nedenle, soğuk, hatta sevimsiz bile olsa sevmeyi severiz.
Sevgiyi/aşkı sevmek gerekir mi yine de? Kuşkusuz; ama sevgiyi gerçekten severiz
(çünkü en azından sevilmeyi severiz), ya da sevgiyi sevmeyene ahlak hiçbir şey
yapamaz. Sevgi olmasa erdemlerimizden geriye ne kalır? Eğer bu erdemleri
sevmiyor olsak, bir anlamı olur mu bunların?
Eros
(tutku-aşk)
Yola
çıkmak istediğim birinci tanım, Platon’un Şölen’deki tanımıdır. Şölen kuşkusuz
yazarın en ünlü kitabıdır (en azından meslekten filozofların dışına
çıktığımızda böyledir; onlar ise Devlet’i tercih edeceklerdir) ve bu ünü de
konusundan gelmektedir. Sevgi herkesi ilgilendirir, hem de her şeyden çok
ilgilendirir. Zaten, sevgiyle yaklaşılmayan ya da sevginin arandığı konu
değilse, hangi konu ilginçtir?
Bir
tiyatro oyunu olarak görülen ve gerçekten de bir tiyatro oyunu olan bu eserdeki
argümanı hatırlayalım. Agathon’un evinde toplanan dostları, birkaç gün önceki
bir tragedya yarışmasında gösterdiği başarısını kutluyorlar. Demek ki bu tam
anlamıyla bir şölendir: Yemek yenir, içkiler içilir. Ama özellikle de
konuşurlar. Ne hakkında? Sevgi hakkında (eros). Erkekler arasındaki bir
yemektir bu: Aşk/sevgi burada özellikle yokluğuyla, daha doğrusu, fikriyle
parıldar. Aradıkları şey bir tanımdır, herkes aşkı överek onun özünü kavramaya
çalışmaktadır ya da ne olduğunu söyleyerek onu övmektedirler.
Sokrates,
felsefenin en yetkin konusunun aşk/sevgi olduğunu sürekli tekrarlar, özünde onu
ilgilendiren tek şey budur, bu konunun uzmanı olmak ister Sokrates.
Agathon
söylevinde, Eros’taki gençliği, inceliği, güzelliği, yumuşaklığı, adaleti,
ılımlılığı, cesareti, yeteneği, kısacası tüm erdemleri över, çünkü tümünün
kökeninde Eros vardır.
Eksiksiz
aşk, mutlak aşk; çünkü burada insan nihayetinde kendini sever; eksiksizliği
içinde, birliği içinde, mükemmelliği içinde yeniden bir araya gelmiş olan
kendidir bu. Tekelci aşk; çünkü her bir kişinin, tanım gereği, ancak tek bir
yarısı olduğundan herkes ancak tek bir aşk yaşayabilir. Nihayet, kesin aşk
(yanılmış olmak hariç; ama o zaman da büyük aşk olmaz...), çünkü başlangıçtaki
birlik bizi önceler ve bir kez yeniden oluştuğunda, ölüme kadar bizi bırakmaz
ve hatta-diye vaat eder Aristophanes-ölümden ötede bile...
İki
varlığın tekleşmesinden daha imkânsız, daha mucizevi, gündelik deneyimimize
daha ters ne olabilir? Kitaplardan ya da tanıklardan daha çok bedenlere
güvenirim. Sevişmek için iki (en az iki) varlık gerekir ve cinsel birleşme, bu
nedenle, yalnızlığı ortadan kaldırmak bir yana onu onaylar. Aşıklar bunu gayet
iyi bilir. Ruhlar, eğer varsa, belki eriyebilirler. Ama birbirine dokunan,
birbirini seven, zevk alan, varlığını sürdüren bedenlerdir... Lucretius, aşkla
sarılmalarda, kimi zaman, çoğunlukla, bu kaynaşmanın arandığını, ama asla
bulunamadığını ya da anında yitirilmek üzere bulunduğunu veya bulunduğunun
sanıldığını (çünkü ego aniden kendini yok etmiş gibidir) gayet iyi
belirtmiştir:
Kollarıyla
bacaklarıyla birbirine sarılmış bir halde, bu gençlik çiçeğinden yararlanırlar,
bedenleri şehvetin yakında olduğunun farkındadır; Venüs kadının tarlasına
tohumu serpecektir; sevgililer birbirlerinin vücuduna açgözlülükle abanırlar;
tükürükleri birbirine karışır, birbirlerinin soluğunu solurlar, dişleriyle
ağızlarını ısırırlar: Nafile çaba! Çünkü sarıldıkları bedenden hiçbir şey
aşıramazlar, oraya giremezler, tümüyle eriyemezler orada. Çünkü zaman zaman
yapmayı istemiş oldukları şey budur sanki.
Her
zaman yenilgi ve çoğunlukla da keder. Bir olmak isterler ama o zamana kadar
olmadığı ölçüde iki’dirler...”Hazların kökeninden bile,” diye yazar mükemmel
biçimde Lucretius, “ne olduğunu bilemediğim bir acı doğar, acının çiçekleri
bile aşığın soluğunu keser...”
Hazza
erişildiği anda kişi kendine, yalnızlığına, bayağılığına, yok olan arzunun
bıraktığı büyük boşluğa geri döner. Ya da, üzüntüden kurtulmuşsa eğer,-ki bu da
olur-hazzın, aşkın, minnetin büyüleyiciliğindendir, kısacası, ikiliği kabul
eden buluşmadandır; yoksa asla varlıkların kaynaşmasından ya da farklılıkların
ortadan kalkmasından değil. Aynı anda haz alan iki aşık (bu çok sık değildir
ama olsun), iki farklı hazdır, ikisi de esrarengizdir, iki ayrı kasılıp
boşalmadır, iki ayrı yalnızlıktır. Beden aşk hakkında şairlerden daha fazlasını
bilir; en azından beden hakkında bize yalan söyleyen şu şairlerden-hemen hemen
hepsi böyledir-daha fazlasını bilir.
Yalnızlık
bizim nasibimizdir ve bu nasip bedendir.
Aşk, eksiksizlik değil, eksikliktir. Kaynaşma
değil, arayıştır. Mükemmelliğe doymak değil, kemiren yoksulluktur. Yola çıkılması
gereken esas nokta budur. İkili bir tanım vardır: Aşk arzudur ve arzu
eksikliktir.
Aç
olunduğu için yemek yemekle, yenilen şeyi sevmek ya da sevilen şeyi yemek aynı
şey değildir. Bir kadını, herhangi birini arzulamakla (bu arzudur), bu kadını
arzulamak (bu aşktır; tamamen cinsel ya da anlık da olabilir) başka şeydir.
Dahası, aşık olmak, cinsel yoksunluktan ya da tahrikten başka bir şeydir. Yine
de, sevdiğimiz kişiyi şu ya da bu biçimde arzulamıyorsak, aşık olur muyuz?
Kuşkusuz olmayız. Her arzu aşk olmasa da, her aşk (en azından şu aşk: Eros)
elbette arzudur.
Sokrates
iyice anlaşılır olsun diye vurgular: “sahip olunmayan şey, var olmayan şey,
eksikliği duyulan şey; işte arzunun ve aşkın nesneleri bunlardır.” Eğer
aşk, deneyimleyebileceğimiz gibi, güzelliği ve iyiliği seviyorsa, demek ki onda
bunlar eksiktir.
Phaidros’un
diyeceği gibi “acı ile sevincin tuhaf karışımı” içindeki aşktır, doyumsuz
aşktır, yalnızlık içindeki aşktır, sevdiği için her zaman acı çeken aşktır,
nesnesi her zaman eksik olan aşktır, tutkudur bu, hakiki tutku, çılgına
döndüren ve paramparça eden, açgözlü ve işkence eden, yücelten ve tutsak eden
tutku. Başka türlü nasıl olabilir? Ancak eksik olan, bizde olmayan şey
arzulanır: Arzulanan şeye nasıl sahip olabiliriz? Mutlu aşk yoktur ve bu
mutluluk yokluğu aşkın ta kendisidir. “Beni sevseydi, benim olsaydı ne kadar
mutlu olurdum!” der kendi kendine. Ama mutlu olsaydı, artık onu sevmezdi, ya da
aynı aşk olmazdı bu...
Sevmek nedir? Sevilen şeyin eksikliğidir ve ona sonsuza dek sahip
olmayı istemektir. Bu nedenle aşk bencildir, en
azından bu aşk bencildir ve yine de sürekli olarak kendi dışına kovulur. Aşk,
yaşamın kendisidir, ama yaşamın sürekli olarak kendinden yoksun kalmasıdır,
kendini korumak istemesi ama bunu yapamamasıdır, sanki ölüm oymuştur içini,
sanki hiçliğe mahkûmdur...
Aşk
da mutlak eksiklikten, mutlak sefaletten, mutlak mutsuzluktan, Platon’un dediği
gibi, ancak yavrulamak koşuluyla kaçabilir: Kimileri bedensel olarak
yavrularlar ve buna aile denir, kimileri tinsel olarak yavrular ve buna da
yaratı denir, sanatta ya da politikada olduğu kadar bilimlerde ya da felsefede
de görülür bu. Peki, bir çare midir? Belki; ama asla bir kurtuluş değil, çünkü
ölüm her şeye rağmen vardır, bizi alıp götürür, çocuklarımızı da, eserlerimizi
de alıp götürür, çünkü eksiklik ya bize eziyet eder ya da bize eksikliğini
duyurur...
Sevdiği
sürece bıktırıcı ve kıskanç, artık sevmediğinde ise sadakatsiz ve yalancı olan
“aşık, sevdiğinin iyiliğini istemek bir yana, o çocuğu [ya da kadını, ya da
erkeği...] karnını doyurmak istediği bir yemek gibi sever.” Aşıklar
sevdiklerini, “kuzuyu seven kurt gibi” severler. Demek ki, tam anlamıyla tensel
aşk: Aşık olmak, ötekini kendi iyiliği için sevmektir. Bu aşk, bencilliğin
tersi değildir; bencilliğin tutkulu, ilişkisel, geçişli biçimidir.
“Erkekler ender olarak aşktan ölür: önce uyurlar,” demişti bana bir bayan arkadaşım. Ve kadınlar da, kimi zaman, bu
uyuklamadan dolayı ölürler. Zaten aşık olmak, aşk hakkında, kendimiz hakkında
ya da aşık olduğumuz kişi hakkında kimi yanılsamalar yaratmaktan başka nedir
ki? Çoğu zaman bu üç yanılsama akışı birbirine eklenir, birbiriyle karışır ve
bizi alıp götüren bu ırmağı oluşturur...Nereye? Tüm ırmaklar nereye giderse,
nerede biterse, nerede yitip giderlerse oraya: Zamanın okyanusuna ya da
gündelik yaşamın kumlarına... “Daima seveceğini iddia etmek ama aslında
yalnızca bir an sevebilmek,” der Clement Rosset, “aşkın özüdür.”
Philia (sevinç-aşk)
Eğer
arzu eksiklikse ve eksiklik olduğu ölçüde, yaşam ister istemez eksik olur: Eğer
olmayan şeyi arzuluyorsak, bu demektir ki arzulanan şeye asla sahip olamıyoruz
ve bu nedenle asla mutlu ya da tatmin olamıyoruz.
Birbirlerini
seven ve arzulayan bir erkek, bir kadın: Sevişirlerken, Tanrı aşkına söyleyin!,
neyin eksikliğini çekerler? Ötekinin mi? Hayır; oradadır o, kendini
vermektedir, tamamen kendini sunmuştur ve el altındadır! Orgazmın mı? Hayır;
onların arzuladıkları şey orgazm değildir ki, pek yakında gelecektir orgazm,
arzu onları yeterince doyurmaktadır, çünkü aşkın kendisi bile, sevişirlerken,
bir zevktir! Arzuda bir gerilim olduğu ve arzunun bu gerilimin boşalmasını
talep ettiği doğru olabilir. Ama bu eksiklikten çok bir kuvvetin gerilimidir,
neşeli, olumlayıcı, yaşamsal bir gerilimdir bu, bastırmayla alakası yoktur: Bu,
daha ziyade, kuvvetin ve tümlüğün deneyimidir. Nasıl da hayat doludur aşıklar!
Nasıl da mevcutturlar! Nasıl da birbirleriyle dopdoludurlar, burada ve şimdi
doludurlar!
Nedir
kaygıya karşı duran? Gerçek. Nedir eksikliğe karşı duran? Neşe. Bu yine aşktır,
ama artık Eros değildir. Nedir o halde?
Peki
ya dostlarımızla ne yaparız? Onları sadece yokluklarında ya da özlerken
sevmemiz gerekseydi ne keder verici olurdu bu! Tam tersi doğrudur; bu nedenle
dostluğun tutkuyla hiç alakası yoktur: Dostlukta eksiklik yoktur, kaygı yoktur,
kıskançlık yoktur, ıstırap yoktur. Var olan dostlar sevilir, var oldukları
haliyle sevilir, eksik değillerken sevilirler. Platon dostluk üzerine önem
taşıyacak hiçbir şey yazmamıştır, bu da bir tesadüf değildir. Tersine,
Aristoteles, Nikomakhos’a Etik’in iki olağanüstü kitabında işin özünü söyler.
Özü mü? Dostluk olmadan yaşamın bir hata olduğunu söyler. Dostluğun mutluluk
koşulu olduğunu, mutsuzluğa karşı sığınak olduğunu, hem yararlı, hem de hoş ve
iyi bir şey olduğunu söyler. “Kendi içinde arzu edilir” olduğunu ve
“sevilmekten çok sevmekten ibaret” olduğunu söyler.
İnsanın
herkesin ya da çok sayıda kişinin dostu olamayacağını söyler. En yüksek
dostluğun bir tutku değil, bir erdem olduğunu söyler. Son olarak da,-ama bu her
şeyi özetler-“sevmek dostların erdemi”dir der. Aslında, bu yine aşktır
(sevilmeyen bir dost, dost olmaz), ama eksiklik değildir, ama Eros değildir. O
halde, ne?
Bize
bir başka tanım gerekmektedir ve işte Spinoza’ya geldik. Aşk arzudur, kuşkusuz,
çünkü arzu insanın özüdür. Ama arzu eksiklik değildir: Arzu kuvvettir, aşk
sevinçtir.
Nasıl
ki farklı nesneler için farklı arzular varsa,-ve eğer aşk arzuysa-farklı
nesneler için de farklı aşklar olmalıdır. Gerçekte de durum budur: Şarabı da
sevebiliriz müziği de, bir kadını da bir ülkeyi de, çocukları da işi de,
Tanrı’yı da iktidarı da...
Para
aşkı, güzel yemek aşkı, bir erkeğe duyulan aşk, bir kadına duyulan aşk, anne
babaya ya da dostlara duyulan aşk, bir tabloya, bir kitaba, kendine, bir
bölgeye ya da bir ülkeye duyulan aşk, aşk yapmak [sevişmek], aşkını vermek, kır
ya da yolculuk aşkı, adalet aşkı, hakikat aşkı, spor, sinema, iktidar, şöhret aşkı...
Bu farklı aşklarda ortak olan ve sözcük tekliğini doğrulayan tek şey, bu
nesnelerin bize sağladığı ya da esinlediği-Stendhal’ın deyişiyle-haz ya da-Spinoza’nın
deyişiyle-sevinçtir. “Sevmek,” diye yazar Stendhal, “sevilen ve bizi seven bir
şeyi görme, dokunma, tüm duyularla ve mümkün olduğunca yakından hissetme
hazzıdır.”
İşte size aşkın geçerli bir tanımı: Sevmek,
görmekten, dokunmaktan, hissetmekten, tanımaktan ya da hayal etmekten haz
almaktır.
İşte
tanımım: “Sevgi, bir dış neden fikriyle birlikte bulunan bir sevinçtir.”
Sevmek, zevk almaktır, daha doğrusu (çünkü aşk bir neden fikrini gerektirir)
bir şeyden zevk almaktır. Zevk almak ya da tadını çıkarmak, demiştim; ama haz,
ancak ruha zevk veriyorsa, terimin en güçlü anlamıyla bir aşktır ve bu
özellikle kişiler arasındaki durumdur. Eğer aşk yoksa ya da yalnızca ten
seviliyorsa ten keder verir.
Eğer
aşk eksiklikse, “Seni seviyorum” demek, yalnızca ötekinin “Ben de” demesini
istemek değildir, ötekinin kendisini istemektir, çünkü siz onu seviyorsunuz,
çünkü o sizde eksik ve çünkü her eksiklik, tanımı gereği, sahip olmak ister!
Sevilmeyi
kim sevmez? Verdiği sevinçten kim zevk almaz? Bu nedenle sevgi sevgiyi besler
ve artırır, eksiksiz olduğu ölçüde daha güçlü, daha hafif, daha aktif olduğunu
söyler Spinoza. Bu hafifliğin bir adı vardır: Sevinçtir bu. Ve bir kanıtı:
Aşıkların mutluluğu. Seni seviyorum: Varlığından dolayı neşeliyim.
Sözcüğü
söyleyelim: Philia, insanlar arasında geliştiğinde aşktır/sevgidir ve
hangi biçimde olursa olsun, bundan böyle eksikliğe ya da tutkuya (eros’a)
indirgenemez. Demek ki sözcüğün Fransızca’daki “amour”dan (bu, nesne, hayvan ya
da Tanrı için de geçerli olabilir) daha kısıtlı bir yayılım alanı vardır, ama
bizdeki “dostluk”tan (örneğin çocuklarla anne babaları arasında
kullanmayız) daha geniştir. Buna, karşılıklı olduğundan ya da
olabildiğinden, sevinç-aşk diyebiliriz: Bu, sevme ve sevilme sevincidir,
karşılıklı ya da karşılıklı olmaya yatkın iyidilekliliktir, paylaşılan
yaşamdır, tercihinin arkasında durmaktır, karşılıklı duyulan haz ve güvendir,
kısacası bu eylem aşk’tır, bu nedenle de eros’un (tutku-aşk) karşıtıdır,
ama elbette bunların buluşmalarını ya da birlikte ilerlemeleri engelleyen bir
şey yoktur. Birlikte mutlularsa dost olmayan aşık var mıdır? Başka türlü nasıl
mutlu olabilirler ki?
Bize
eksik olan şeyden (eros) zevk alındığı bile olur (philia), varlığı zaten
mutluluk verene (philia) sahip olmak (eros) istenebilir, başka deyişle, hem
neşeyle hem de tutkuyla sevebilir insan. Bu durum ender değildir, hatta eşler
bunu günlük olarak yaşarlar... Özellikle de başlarda. Aşık olmak, hemen hemen
her zaman eksik olmaktır, sahip olmayı istemektir, sevilmiyorsa ıstırap
çekmektir, sevilmemekten endişe duymaktır, mutluluğu yalnızca ötekinin
aşkından, ötekinin varlığından, ötekine sahip olmaktan beklemektir.
Gündelik
yaşamı yıllarca paylaşan kadın ya da erkek birbirlerini nasıl tutkuyla
sevebilirler? Gayet iyi tanıdığımız kişiye tapmaya nasıl devam edebiliriz?
Gerçek olan şey nasıl hayal edilebilir? Tek kelimeyle-hem de ne kelime!-insan
eşinin aşığı kalmayı nasıl başarabilir? Stendhal gibi konuşursak, billurlaşma
istikrarsız bir haldir, istikrarlı çiftlerde zor varlık sürdürür. Ötekinin her
şeyi başlangıçta harikulade görünür; sonra onu olduğu gibi görürüz.
Nietzsche
evliliğin, doyumsuz ve güzel bir macera olabilse de, çoğu zaman vasat ve alçak
bir şey olduğunu iyi görmüştür. “Yazık, nedir bu iki kişilik ruhun sefaleti!
Yazık, nedir bu iki kişilik bu ruhun çirkefi! Yazık, nedir bu iki kişilik
acınası huzur![...] “İşte böyle gitti
hakikat peşindeki bir kahraman gibi; süslenmiş küçük bir yalan ele geçirdi
yalnızca. Buna evlilik adını verdi.[...] “Bir yığın kısa çılgınlık... siz buna
aşk diyorsunuz işte. Ve bu kısa çılgınlıklara evlilik son verir-uzun bir
aptallıkla.”
Koca
huzur ve zevk ister; kadın mutluluk ve tutku ister. Ve her ikisi de, umduğu,
arzuladığı, sevdiği kişiyi karşısında bulamadığı ya da artık bulamadığı için
sitem eder; her biri ötekinin-yazık!-neyse o olmasına üzülür...
“Kadını olmadığı şey için sever, olduğu şey için de terk ederiz,” diyordu Gainsbourg. Bu çoğu zaman doğrudur ve erkekler için de
geçerlidir. Aşktan çok aşksızlıkta hemen hemen her zaman daha çok hakikat
vardır; en azından sevdiğinin gizemiyle büyülenmiş, anlamadığı şeyin gizemiyle
büyülenmiş ve eksiklik çeken bu aşktansa aşksızlıkta vardır hakikat.
Ne
var ki bu aşıklar birbirlerini arzulamaya devam etmektedir ve kuşkusuz, eğer
yıllardan beri birlikte yaşıyorlarsa, bu eksiklikten çok kudrettir, tutkudan
çok hazdır ve onlar başlangıçtaki büyük aşk çılgınlığını birlikte olmanın
sevincine, yumuşaklığa, minnete, bilinç aydınlığına, güvene, mutluluğa,
kısacası philia’ya dönüştürmeyi bilmişlerdir. Şefkat mi? Bu onlardaki aşkın bir
boyutudur, ama asla tek boyut bu değildir. Aynı zamanda burada ortaklık,
sadakat, mizah, beden ve ruh mahremiyeti, tekrar tekrar yaşanan haz da vardır
(Char’ın deyişiyle, “arzu kalmış arzunun gerçekleşmiş aşkı”), kabul edilmiş,
ehlileştirilmiş, hem galip hem mağlup hayvan vardır, pek yakın, pek özenli, pek
saygılı iki yalnızlık vardır, birbirlerine alışmış gibidirler, birbirlerini
destekler gibidirler,.
Bir
olmak mı? Buna hiç inanmamışlardır ki, bundan vazgeçeli uzun zaman olmuştur.
Çılgın
aşktan akıllı-uslu aşka geçmişlerdir; böyle denebilir, ama bunu bir kayıp, bir
azalma, bir bayağılaşma olarak gören varsa o zırdelidir, tersine bu bir
derinleşmedir, daha fazla aşktır, daha fazla hakikattir ve duygusal yaşamın
gerçek bir istisnasıdır.
Aşk
üzerine bir kolokyumda şu şaşırtıcı itirafı işittim: “Büyük bir dostluk
yaşamaktansa küçük bir tutku yaşamayı tercih ederim. Tutkunun hüznü, tutkunun
bencilliği, tutkunun darlığı! Bu yalnızca kendini sevmektir, yalnızca kendi
aşkını (ötekini değil, ötekine duyulan aşkı sevmektir), kendi küçük narsisik
kalp çarpıntılarını sevmektir.
Ailenin tunç yasası ve aşkın
altın kuralı budur: “Babanı ve anneni
terk edeceksin...” Sahip olmak için, saklamak için çocuk yapılmaz:
Gitsinler diye yapılır, bizi terk etsinler diye, başka yerde ve başka türlü
sevsinler diye, onları da terk edecek çocuklar yapsınlar diye, hepsi ölsün
diye, hepsi yaşasın diye, hepsi sürsün diye yapılır... İnsanlık burada başlar
ve buradan, kuşaktan kuşağa, ürer. Anneler bunu iyi bilir, onlar benim için
genç kızlardan daha önemlidir.
Eros
ve philia hemen hemen her zaman birbirine karışır ve çift denen ya da aşk
hikayesi diye adlandırılan şey budur. Eros, tatmin olduğu ölçüde
yıpranır, daha doğrusu (çünkü bedenin kendi talepleri ve sınırları vardır) eros
ancak yeniden ölmek için yeniden doğar, öldükten sonra tekrar dirilir, sonra
ölür, yine de giderek şiddeti azalır, giderek tutkusu azalır, eksiklik giderek
azalır, tersine philia, mutlu bir çiftte, güçlenmeye, derinleşmeye,
serpilip gelişmeye devam eder ve bu çok iyi bir şeydir. Yaşamın mantığıdır bu,
aşkın mantığıdır bu. Önce herkes kendini sever: Yeni doğan bebeğin memeye,
kurdun kuzuya atılması gibi atılır aşık sevdiğine.
Agape
(yaratıcı sevgi)
Dostluk
bir ödev değildir, çünkü aşk buyurulamaz; ama bir erdemdir, çünkü aşk bir
yetkinliktir. Kimseyi sevmeyen biri hakkında ne düşünürüz? Tersine, diye
belirtir Aristoteles “dostlarını sevenleri överiz”; bu durum dostluğun yalnızca
“zorunlu bir şey olmakla kalmayıp, soylu bir şey olduğunu da” doğrular.
Epikuros’un dediği de budur: “Her dostluk kendinde bir yetkinliktir (arete)”,
başka deyişle bir erdemdir ve bu erdem, dostlarımız karşısında tüm diğer
erdemleri peşinden sürükler ya da eğer sonuna kadar yaşamayı bilirsek tüm
diğerlerine yol açabilir.
Kendi
çocuklarımızı niçin bu kadar çok severiz de başkalarınınkini o denli sevmeyiz?
Onlar bizim olduğundan ve onlar dolayısıyla kendimizi sevdiğimizden.
Ya
dostlarımızı, onlar da bizi sevdiği için değilse ve biz kendimizi sevdiğimiz
için değilse, niçin severiz? Kendini sevmek önce gelir, diye gösteriyordu
Aristoteles.
Eksikliğini
duyduğu şeyi sevmek herkesin harcıdır. Dostlarını sevmek (eksik olmayanları,
bize iyilik yapanları ya da bizi sevenleri), daha güç olsa da, erişilebilir
şeydir. Ama düşmanları sevmek? Ama bizi ilgilendirmeyenleri sevmek? Ama
eksikliğini çekmediklerimizi, bize zevk vermeyenleri sevmek? Ama bizi
bunaltanları, bizi üzenleri ya da bize kötülük yapanları sevmek? Bunu nasıl
yapabiliriz? Hatta bunu nasıl kabul edebiliriz? Yahudiler için skandal,
diyecektir Aziz Paul, Yunanlılar için delilik ve gerçekten de böyle: Bu,
Yasa’yı da sağduyuyu da aşar. Yine de,-ve ancak ideal ya da hayal gücü
sıfatıyla var olsa da-aşkın, sevginin ötesindeki (eros’un ötesindeki,
philia’nın ötesindeki) bu aşk, bu yüce ve belki de imkansız aşk en azından bir
adı hak eder. Bu ad, Fransızca’da genellikle evrensel insan sevgisi’dir.
Tanrı
eğer aşksa, bu aşk eksiklik olamaz, çünkü Tanrı’nın hiçbir eksiği yoktur.
Dostluk da olamaz; çünkü Tanrı, kendisi için neşe kaynağı olacak ve onu daha
fazla var kılacak bir varlıktan dolayı sevinç duymaz, ama onu doğurur, yaratır,
onun sevinci artmaz, kudreti, yetkinliği artmaz, daha ziyade mümkün olduğunca
bunlardan yoksun kalır, yaralanır, çarmıha gerilir.
Kısacası, aşk Conatus’un ya da Spinoza’nın da dediği gibi sonlu ve
değişken olarak bir kudret’in kudret tezahürlerinden biridir. Spinoza gözünü
kırpmadan bundan sonuçlar çıkarır. Tanrı, diye açıklar, “hiçbir sevinç ya da
keder duygulanımı hissetmez, sonuç olarak kimseye karşı ne sevgi ne de kin
duyar,”-güç yokluğundan değil, kuşkusuz, tersine kudreti, mutlak anlamda sonsuz
olduğundan, sabit olduğundan: Dolayısıyla, bu kudret, ne için olursa olsun,
artırılamaz (sevinç, sevgi), azaltılamaz (keder,kin). Spinoza’nın Tanrı’sı
kendinden başka bir şeyi sevemeyecek kadar, hatta böyle bir şeyin var olmasına
izin veremeyecek kadar varlıkla doludur, kudretle doludur, kendiyle doludur.
Aynı zamanda, yaratıcı da değildir: Çünkü o her şeydir ve her şey olarak da
kalır.
Bazıları
Tanrı’yı, yaratılıştan önce, kendinden memnuniyetsiz olarak hayal ederler,
tıpkı kendi kağıdının ya da kendi tanrısallığının kenarına “daha iyisini
yapmalı...” yazan doyumsuz bir öğrenci gibi...Ama hayır: Tanrı olduğundan daha
iyisini yapamaz, o kadar iyisini de yapamaz (çünkü o zaman kendini yaratmak
gerekir ve dolayısıyla hiçbir şey yaratmamak gerekir: Belki de Üçlem’in anlamı
budur). Tanrı, kendinden başka bir şey yaratmak, yani yaratmak isterse, ancak kendinden
daha az iyiyi yaratabilir. Daha iyi-ya da daha kötü-ifade edim: tanrı, zaten
olabilecek bütün iyilikler olduğundan ve sonuç olarak bu iyiyi
artıramadığından, kötülükten başka bir şey yaratamaz! Buradan da bizim
yaşadığımız bu dünya çıkar ortaya. Peki, o halde: Onu ne halt etmeye yaratsın
ki?
Bu
sorun geleneksel düşünceden beri vardır. Ama belki kimse bu sorunu Simone
Weil’den daha iyi algılamamış, daha iyi çözümlememiştir; tabii eğer
çözümlenebilirse. Ona göre, bu dünya,
Tanrı’nın yokluğundan, geri çekilmesinden, mesafesinden (ki biz buna uzam
deriz), beklemesinden (buna da zaman deriz) ve izinden (buna da güzellik deriz)
başka bir şey değildir. Tanrı, dünyayı ancak dünyadan çekilerek yaratabilmiştir
(yoksa yalnızca tanrı var olurdu), ya da eğer orada varlığını sürdürüyorsa
(yoksa hiçbir şey olmazdı, dünya bile olmazdı), bu orada olmamak biçimindedir,
sır biçiminde, geri çekilme biçimindedir, kayıp bir gezginin deniz çekildiğinde
kum üzerinde bıraktığı iz gibidir ve tek kanıt bu izdir, ama bıraktığı boşlukla
kanıtlar, hem varlığının hem de yokluğunun... Burada sanki oyuk bir Pantheon
var gibidir, gerçek ya da dolu her türlü panteizmin, dünyanın ya da gerçeğin
putlaştırılmasının reddidir bu.
“Tanrı’dan
tamamen boşalmış gibi olan bu dünya Tanrı’nın kendisidir” ve bu nedenle, “Tanrı
namevcuttur,” her zaman namevcut, zaten ünlü dua da bunu belirtir. “Göklerdeki
Babamız...” Simone Weil bu deyimi ciddiye alır ve ondan çıkabilecek tüm
sonuçları çıkarır: “Bu göklerde olan Baba’dır. Başka yerde değil. Bu dünyada
bir Baba’mız olduğuna inanıyorsak, bu o değildir, sahte bir Tanrı’dır.”
Sevgiye layık olan insan
değildir; sevgi olan Tanrı’dır. Bu sevgi mutlak anlamda birincidir, mutlak
anlamda aktiftir (reaktif değil), mutlak anlamda özgürdür: Bu sevgi,
eksikliğini duyduğu (eros) ya da ona sevinç veren (philia) sevilenin değeriyle
belirlenmez, tersine onu severek o değeri belirler. Bu sevgi, tüm değerin, tüm
eksikliğin, tüm sevincin kaynağıdır. Agape, diye yazar Nygren, “nesnesinin
değerinden bağımsız”dır, çünkü bu değeri yaratan odur:
“Agape, yaratıcı sevgidir. Tanrısal sevgi
zaten kendi başına sevgiye layık olana hitap etmez; tersine, kendinde hiçbir
değeri olmayanı nesne olarak kendine alır ve ona değer verir. Agape’nin,
[eros’un yaptığı gibi, philia’nın da hemen hemen her zaman yaptığı gibi] hitap
ettiği nesnenin değerinin saptanmasıyla oluşan sevgiyle ortak hiçbir yanı
yoktur.
Agape değerleri saptamaz, onları yaratır. Sever ve sevdiği için değer
verir. Tanrı’nın sevdiği insanın, kendinde hiçbir
değeri yoktur, ona bir değer veren şey, Tanrı’nın seviyor olmasıdır. Agape,
değer yaratıcı bir ilkedir.
İçimizdeki,
Tanrı’ya dönük olmayan sevgi, der Aziz François de Sales, ancak çıkara dayalı
bir sevgi olduğundan bu henüz evrensel insan sevgisi değildir (çünkü diyordu
Aziz Pavlus, evrensel insan sevgisi “kendi çıkarını aramaz”): Doyumsuzluktur,
ümittir! Evrensel insan sevgisi, gerçekten de ancak Tanrı’ya duyduğumuz dostluk
sevgisiyle başlar: O, tüm yaşamımızı aydınlattığından ve hemcinslerimizin
üzerine yansıdığından bu dostluğun ta kendisidir.
“Bir
dosta duyduğumuz dostluk öyle büyük olabilir ki, onun sayesinde ona bağlı
olanları da, onlar bize saldırsa ya da nefret etse bile severiz. Bizim insan
sever dostluğumuz bu sayede düşmanlarımıza kadar uzanır: Onları evrensel insan
sevgisiyle severiz, evrensel insan sevgimizin esasen yöneldiği Tanrı’ya
referansla severiz onları.” Ama ya Tanrı yoksa geriye ne kalır?
“Kendiliğinden
sevgi,” diyordu Nygren, “gerekçesiz sevgi, yaratıcı sevgi...” Sevginin, aşkın
kendisidir bu. Bir şeyi iyi olduğu için arzulamayız, diye açıklar Spinoza, onu
arzuladığımız için onu iyi olarak değerlendiririz. Arzunun gücü, der Nietzsche,
değer verilen her şeyi hazine ve mücevher haline getirir. Bu, sevgi için ve
özellikle onun için geçerlidir. Bir şeyi sevgiye layık olduğu için sevmeyiz;
onu sevdiğimiz için o sevgiye layıktır. Örneğin anne babalar çocuklarını onları
tanımadan, onlar tarafından sevilmeden ve onlar ne olursa olsun yine de
severler.
Kendimizi başkasından daha kolay
severiz, kendimizdense başkasından daha kolay nefret ederiz. Demek ki, evrensel insan sevgisi
dostluğa indirgenemez, dostluk her zaman bir tercih, bir seçim, ayrıcalıklı bir
ilişki varsayar, evrensel insan sevgisi ise tersine evrensel olmak ister ve
özellikle düşmanlara ya da ilgisi alakası olmayan insanlara yönelir (çünkü
ötekiler için dostluk yeterli olabilir).
Düşmanlarımızın
dostu nasıl olabiliriz? Onların varlığı bizi yaralarken, bizi öldürürken,
varlıklarından dolayı nasıl sevinç bulabiliriz? Demek ki onları başka türlü
sevmek gerekir. Ne eros, ne de aynı kökten gelen bir başka kelime Yeni Ahit’in
herhangi bir metninde yer alır.
Ve,
Aristoteles’in saptadığı gibi, herkesin dostu olan kişi bir dost değildir.
Sevgi
buyurulmaz, demiştim, çünkü buyuran sevgidir. Ama o gerçekten de buyurur ve bu
nedenle tüm yasa sevgidir, tıpkı Aziz Pavlus’un görmüş olduğu gibi o, hatta
bilimden, imandan ya da ümitten daha değerlidir, bunlar değer taşıdıklarında
yalnızca sevgi sayesinde ve sevgi için değer taşırlar.
Bu
üç “şey” geleneksel olarak (çünkü üçünün de nesnesi Tanrı’dır) üç
teolojik erdem diye adlandırılan şeydir. İçlerinden ikisi, iman ve
ümit, bu kitapta yer almaz, çünkü bunların gerçekten de, benim inanmadığım
Tanrı’dan başka bir akla yatkın nesneleri yok gibidir. Bu iki erdemden zaten
vazgeçilebilir. Ama evrensel insan sevgisinden (en azından fikir olarak ya da
ideal olarak) nasıl vazgeçebiliriz?
Zaten,
Aziz Augustinus ve Aziz Thomas, evrensel insan sevgisi koşuğunu[9]
yorumlarlarken, üç teolojik erdemden evrensel insan sevgisinin yalnızca, Aziz
Pavlus’un dediği gibi “üçünün en büyüğü” olmakla kalmadığını, aynı zamanda,
Tanrı ya da Onların dediği gibi (Tanrısal) Krallık nezdinde anlam taşıyan tek
erdemin de o olduğunu gayet iyi göstermişlerdir. İman geçicidir (Tanrı’dayken
Tanrı’ya nasıl inanılır?), ümit geçicidir (Tanrısal Krallık’ta, ümit edecek
hiçbir şey olmayacaktır) ve bu nedenle yalnızca evrensel insan sevgisinin
“gelip geçmeyeceği” söylenir.
“Sevmek,” diyordu Alain, “zenginliği kendi
dışında bulmaktır.” Bu nedenle sevgi her zaman yoksuldur ve biricik
zenginliktir.
Demek
ki, özetlersek, basitleştirirsek, üç tür sevme biçimi vardır ya da üç tür
aşk ya da aşkta üç derece vardır: Eksiklik
(eros), neşe (philia), evrensel insan sevgisi (agape). Bu sonuncunun
aslında yumuşaklığın, acımanın ve adaletin bir halesi olması da mümkündür,
böylelikle eksikliğin ya da neşenin şiddetini ılımlılaştırabilir, diğer
sevgilerimizde, aşklarımızda olabilecek daha kaba ya da daha dolu şeyleri
yumuşatabilir veya onları deşebilir.
Eğer
sevgi eksikliği olmasa ahlaktan söz etmeye ne gerek var? “Erdemin en iyi
ve en kısa tanımı,” diyordu Aziz Augustinus, şudur: “Sevgi düzeni.”
Ama sevgi, çoğu zaman, ancak yokluğuyla parıldar.
KAYNAKÇA
[1] Risale: Küçük kitap, broşür (TDK)
[3] Nihilizm:Bireyüstü gerçek ve değerleri yadsıyan görüş.
[4] Normatif: Kural koyucu.
[5] Kaotik: Düzensiz, karmakarışık.
[6] Kinik: Kinizm taraftarı (kimse veya görüş), sinik
[7] Aletheia’dan (Yunanca hakikat) türeme ve Hıristiyan geleneğinde iman
demek olan teologal erdemin elbette zıttıdır-çünkü onun nesnesi Tanrı’dır.
[8] Narsisizm: İnsanın kendi benliğini sevmesi, özseverlik.
[9] Koşuk: Nazım, manzume, türkü
renkler kaymış okunmuyor
YanıtlaSil