13 Mart 2015 Cuma

Kutsal Geometri: Felsefe ve Pratik (Robert Lawlor)



  Bugünün biliminde, maddenin parçacıklı bir yapıda olduğu varsayımından, madde dünyasının ancak onu oluşturan dalga formlarının motifleri sayesinde anlaşılabileceği kavramına doğru bir geçişe tanık oluyoruz.

        Gerek duyu organlarımızı, gerekse algıladığımız dünyayı anlayabilmenin en iyi yolu,  bu saf motif  sistemlerini incelemekten geçmektedir. Bu yüzden, geçmişteki birçok medeniyet, gerçeği geometrinin ve müziğin metaforlarıyla  araştırmış (müzik=ses frekanslarının birbiriyle orantılı yasalarının etüdü) ve zamanımızın bilimine çok yaklaşmışlardır.

         Biyolojiye baktığımızda, canlı ve cansız her varlığın moleküllerindeki atomların tümünün her an, sürekli bir değişim ve yenilenme içinde olduğunu görürüz. Her birimiz önümüzdeki 5-7 sene içinde tamamıyla yepyeni bir vücuda sahip olacağız. Tüm bu süregelen değişime rağmen, sabit ve değişmez olan temeli nerede  bulabiliriz?  Biyolojik açıdan, genetik şifreye üreme ve devam etmenin aracı olarak bakabiliriz. Ancak bu şifre DNA'yı oluşturan atomların (karbon, oksijen, hidrojen, nitrojen) içinde bulunmaz: bu atomlar da devamlı değişmekte ve yenilenmektedir. Sürekliliğin taşıyıcısı DNA'nin moleküler kompozisyonu değil, onun sarmal şeklindeki formudur. Sarmal, spiral gurubunun özel bir çeşididir ve bir takım belirli geometrik orantılardan oluşur. Bu orantılar, maddesel bir bağlantısı olmayan, soyut ve geometrik ilişkilerdir. Bedeni varlığımızın mimarisi, görünmeyen, saf form ve geometriden oluşan bir dünya tarafından belirlenir.

         Modern biyoloji canlı varlıkların form ve moleküler yapılarındaki ilişkilere gitgide daha çok dikkat etmektedir. Örneğin, bitkilerdeki fotosentez olayı, ancak klorofil molekülündeki karbon, hidrojen, nitrojen ve magnezyum atomları 12 yapraklı bir papatyaya benzer şekilde simetrik olarak düzenlendiğinde gerçekleşebilir. Bunun dışındaki herhangi bir düzenleme, ışık enerjisini yaşam maddesine dönüştüremez.

         Tüm duyu organlarımız, dışarıdan aldıkları etkilerdeki geometrik ya da orantısal farklılıklara göre işlevlerini yerine getirirler. Mesela, bir gülü kokladığımızda, onun kokusundaki kimyasal maddelere değil, moleküler yapısındaki geometriye tepki veririz. Bu demektir ki, gülün kimyasal birleşimindeki geometriye benzer şekilde bir araya gelmiş herhangi bir birleşim de aynı bir gül kadar güzel kokacaktır.

         Bunun gibi, aslında duyduğumuz sesler de, ses dalgası frekansları arasındaki logaritmik ve bir orana bağlı farklılıklardır. Görme duyumuzun dokunma duyumuzdan farklı olmasının tek nedeni, retinamızdaki sinirlerin, derimizdeki sinirlerle aynı frekansa ayarlı olmamasıdır. Eğer dokunma hissimiz, gözümüzle aynı frekansa yanıt verebilse, madde dünyasındaki tüm objeler bizde ışık-gölge yansımaları etkisi bırakacaktır. O halde, farklı algılama duyularımız (görme, tatma, duyma, dokunma ve koklama), çeşitli titreşim frekanslarını kapsayan son derece geniş bir spektruma verilen tepki sonucu ortaya çıkar.

         İnsan vücudu ve aklında, bu farklı şekillerde algılanan alanların tümü (beş duyumuzun alanları + saf, soyut, geometrik alanlar + psikolojik alanlar) birleşir. İnsanın farkındalığında, geometrik düzendeki formları içeren kalıcı ilişkiler ile günlük yaşamımızdaki değişen formlar arasındaki saydamlığı kavrama yeteneği mevcuttur. Deneyimlerimizin içeriği, enerji dalgalarından oluşan geometrik ve soyut bir mimarinin sonucudur.
Geometrinin Yunanca karşılığı, toprağın/dünyanın ölçümüdür. Eski Mısır'da, Nil’in suları taşarak yerleşim alanlarını kapladığı için böyle bir ölçüme gerek duyulmuştur. Geometri, Yunan Medeniyeti’ne Mısır’dan gitmiştir. Klasik eğitimin dört ana disiplininden biri geometri, diğerleriyse aritmetik, astronomi ve müziktir. Bu eğitimin amacı, zihni, görünen formlar yoluyla, soyutu algılayabilen bir kanal haline getirebilmektir. Geometri, evrenin düzenini ve bu düzenin korunmasını gösteren bir yoldur. Sıradan gözüken bir matematiksel aktivite aslında entellektüel ve manevi görüşü geliştiren bir disiplin haline dönüşebilir.
Geometrinin konusu “saf” formdur. Plato, geometri ve sayıları en temel, en basitleştirilmiş, bu yüzden de en ideal felsefe dili olarak görürdü. Felsefi geometri, herbir formun bir önceki formdan nasıl oluştuğunu tekrar gözler önüne serer. Bu şekilde, gizemli yaratıcılık görünür hale gelir. Saf fikirden forma geçiş, geometri haritasıyla takip edilebilir.
Geometriden ayrılamayan diğer kavram ise sayıdır. Pisagor icin ideal seviyede, sayı ve form bir bütündür. Ancak burada sayı ile kastedilen, günlük yaşamda kullanılan anlamıyla miktarlar değil, sayıların karakteridir. Birlik, ikilik, üçlük gibi… Bunlar sadece bir, iki, üç üniteden oluşan rakamlar değil, aynı zamanda kendi içlerinde bir bütündür.
Bir: Mutlak Birlik…Tanrı sembolü olarak kullanılır. Form olarak noktayı verir ya da kusursuz daireyi simgeler.
İki: Dualite prensibini ve çoğulun gücünü yansıtır. Form olarak, iki çizginin birleşimi olan çizgiyi verir.
​Üç: Form olarak, üç noktanın birleşimi olan üçgeni verir. Nokta ve çizgi gibi soyut elemanlardan, ölçülebilen, somut “yüzeye geçişi” sağlar. Hindistan”da üçgene “anne” denir çünkü birliğin kutuplara ayrıldıktan sonra formların dünyasına doğmasını sağlayan bir rahim kanalı gibidir. Ancak üç, sadece bir geçişi oluşturur.
Dört: Dört ise “ilk doğan şey”i, tabiat dünyasını simgeler. Çarpmanın/çoğalmanın bir sonucudur (2x2=4). Form olarak karedir ve maddenin oluşumunu simgeler.
Bir dairenin çevresini hesaplamak için pi sayısına, bir karenin çaprazını bulmak içinse karakök hesabına ihtiyaç duyarız. Bunların her ikisi de irrasyonel sayılardır. Halbuki geometride kesin sonuç vardır. Felsefi geometri ve dolayısıyla kutsal sanat ve mimari, bu irrasyonel fonksiyonlarla çok ilgilidir. Çünkü evrensel ve değişmeyen bir deneyimi şematik olarak gösterebilirler. 
İrrasyonel fonksiyonlar, sayının daha yüksek gerçeğine kapı açarlar. Sayının herşeyden önce bir denge ilişkisi üzerine kurulu olduğunu gösterirler. Karenin kenarına ya da çaprazına ne değer verilirse verilsin, aradaki ilişki aynı kalacaktır. Sayı, bu fonksiyonuyla evrenseldir ve sayı kavramında evrensel sentezi yakalayan bir güç vardır.
​Eski çağlarda geometri Bir ile başlar. Modern matematik ve geometri ise Sıfırla baslar. Sıfır ilk olarak 8. yüzyılda Hinduizm ve Budizmde gelişen bir düşünce olarak karşımıza çıkar. Karmadan kaçış, maddi dünyanın terk edilişi, fiziksel vücudun ölümüyle sonuçlanabilir. Bu inançlardaki amaç, tamamen boş, egosu olmayan, hareketsiz bir bilince kavuşmaktır. Bu deneyim, yaratılan evrenin ve kişisel gelişimin en üst amacı olarak görülür. Bu zaman dilimi, Hindistan’da karanlık bir gerileme devrini oluşturur, ruh ve madde arasındaki ilişkinin uyumu bozulur. Bu dönemde Sıfır gündeme gelir, matematik ve metafizik alanlarında bir isim ve sembole sahip olur. Matematikte, diğer sayılara eş özellik kazanır, işlemlere girer.
9 ve 14. yüzyıllar arasında, Uzak Doğu ve Mısır kültürlerinden bilgiyi devralan Araplar, Sıfırı Batı Avrupa’ya taşır. Önceleri Hiristiyan aleminde Sıfır, “Şeytanın İşi” olarak görülür ve kabul edilmez. Ancak pratik özelliği yüzünden kullanılmaya başlanır. Bunun çok önemli sonuçları olur, aritmetik hesaplar değişir. ( 3+0=0   3-0=0   03=3   3x10=30   ama 3 x 0=0 ve 3/0=?) Mantık çöker, birçok kompleks ve irrasyonel sayı ortaya çıkar ancak kolaylıkları çok fazla olduğu için kullanılmaya devam edilir. 16. yüzyıl sonu Avrupa’da, 0, 1’den önce gelir ve negatif sayı konsepti oluşur.
Sıfır kavramı, doğaya, kendi doğamıza ve çevremize karşı olan görüş ve davranışlarımızı etkiler. Önceleri “boşluk” anlamında kullanılan sıfır, Latinceye “hiçlik”olarak geçer. Yine bu dönemde, Hindistan’da, Sanskritçe orijinal anlamı “bölücü güç/bölen zihin”demek olan “maya’ kelimesi , yeni bir anlam kazanır; illüzyon. Maddi evrenin bir illüzyon olduğu fikri, bu bölgede benimsenirken, Endüstri Devrimi’nden sonra Avrupa’da tam aksi görüş, yani spiritüelizmin bir yanılsama olduğu savunulur.Birlik/Bütünlük, baştaki anlamını kaybeder. Sıfır, Batılı düşünce sisteminde ateizmi ve maneviyatın inkarını başlatır.
Doğada Sıfır yoktur; bu tamamen zihinsel bir olgudur. Ancak bu sembolün etkisi o kadar büyük olur ki, devrin bilim adamları, atom teorisine göre, maddeyi sıfır olan bir boşlukta uçuşan küreler olarak açıklar. 19.yüzyılda etkisini sürdüren bu düşüncenin en uç noktası, miktarı olmayan birşeyin var olmadığı görüşüdür. Oysa 20.yüzyıl nükleer fizikçilerine göre evren birbirleriyle bağlantılı ve sürekli değişen enerji alanlarından oluşur. Madde ve enerji arasındaki sürekli geçiş, tabiatta Sıfırın olmadığının kanıtıdır.
Batıda sıfırın psikolojik etkileri, ölüm korkusu, cennetle dünyanın ayırımı ve varoluşçuluk felsefesi olarak ortaya çıkar. İnsanlar kendilerini diğerlerinden bağımsız, tek varlıklar olarak görmeye başlar. Halbuki şimdi biliyoruz ki, enerji gurupları halinde hareket eder, sürekli iletişimde bulunuruz ve varlıklarımız, daha geniş enerji alanlarıyla birleşebilmek için dışa doğru uzanır. Bu farkındalık, tabiatta hiçbir şeyin yok olmadığını ama bir döngünün parçası olduğunu anlamamızı ve çevremize karşı daha duyarlı ve bilinçli olmamızı sağlar.
Sıfır, yanıltıcı bir kavramdır. Halbuki Birlik kavramında çelişki yoktur. Şu anda kullandığımız düşünce sistemine göre, sayılar şu şekilde sıralanır:
…..-5, -4, -3, -2, -1, 0, 1, 2, 3, 4, 5…..
Eski Mısır'da kullanılan sistemde ise tüm sayılar doğal ve gerçektir:
…..1/5, 1/4, 1/3, 1/2, 1, 2, 3, 4, 5,….
Müzik, aynı sistem üzerine kuruludur. Doğal sayılar grafik olarak işlendiğinde ise, doğada en çok görülen yaprak formu ortaya çıkar.
Bütünlük kavramına göre iki, iki birin biraraya gelmesiyle değil, birin hücre gibi bölünmesiyle oluşur. Bir tektir, iki tane Bir olamaz, Birlik herşeyi kapsar. Tanrı'nın kusursuz sembolüdür.

Hiç yorum yok :

Yorum Gönder