Bölüm 3 VARLIK TEORISI
Eski adıyla "metafizik", bugün daha çok kullanılan
adyla "Ontologie",genel felsefenin üçüncü bölümünü teşkil eder. Her
ne kadar klasik genel felsefe Aristo'nun felsefe sınıflamasında bilmeye karşılık
olarak mantık (organon), fizik ve metafizik; eyleme
(agir) karşılık olarak ahlak, ev iktisadi ve siyaset: yapmaya (yaratmaya) karşılık olarak Poetik ve Rhetorik (yani yazı sanatı ve
dil sanatı) sırayla yer alıyordu. Bu sınıflama, bazı değişmeler ve kısaltmalarla,
klasik felsefede devam etti. Yeni felsefe bu klasik kadrodan hayli ayrılmıştır.
Bugün Varlık teorisi (ontologie)
deyince
"metafizik"ten çok farklı bir felsefe disiplini anlaşılmaktadır.
İlk Aristocular bu kelimeyi, sonrakilerin kullandığı gibi
değil, Fizik konusundaki 8 kitabından sonra yazılmış anlamında kullanmışlar ve
filozofun"İlk Felsefe" dediği yazılarını, kitaplarının tertibinde
Fizik kitaplarından sonraya koydukları için Metaphysique demişlerdi.
Fakat sonradan bu kelime fizik ötesi konularla uğraşan bilgi anlamına geldi.
Aristo'dan hemen bu yüzyıl başına kadar metafizik,
ilimlerin ilkelerini içine alan geniş anlamı ile varlığın ilkelerinin ilmi sayıldı.
Varlığa ait en genel üniversel kavramlar onun konusunu meydana getirdi. Aristo'ya
göre bunlar cevher ve arazlar (yani dokuz kategori) olmak üzere on tümel
kategoridir. Yine varlığa ait olması bakımından sebep, gaye, başlangıç, madde-şekil,
güc-fiil, v.b. kavramlarıdır ki, bu kavramlar eski metafizik anlayışında, soyut
ve genel olarak bütün varlıkları kuşatır, açıklar. Kısaca: eski felsefede
Metafizik bütün somut varlıkları içine alan en soyut (abstrait) ve
en tümel varlığa ait ilkeler sayılırdı. Bunlara, metafiziğin anladığı
"madde" veya "güc" (Puissance) kavramlarını
aşan ve yine soyut ve genel olan "nefs" (ame) ve "ruh" (esprit) kavramlarını; metafizik konusu tabiat üstü olduğu için
ilahiyat (the'ologie) kavramlarını da katmalıdır Başka deyişle
klasik felsefedeki metafizik görüşü, ister istemez theologie problemlerine
cevap vermekte ve onları kendi ilkelerine göre çözmeğe çalışmakta idi. Islam
dünyasında bu yolu tutanlara filozof kelâmcılar deniyor: Fakat Aristo metafiziği
ilkeleri ile din konularının çözülemiyeceğini iddia eden ve metafizik ile kelâm
arasında sınır çizen kelâmcılar da vardı : Gazali gibi.
Klasik metafizik başlıca şu soyut problemlerle uğraşmıştır:
1) Cevher ve araz problemi;
2) Gayelilik ve mekanizm problemi;
3) Ruh ve madde problemi;
4) Aşkıniık ve içkinlik problemi;
5) Sonsuzluk ve sonluluk problemi;
6) Birlik ve çokluk problemi.
İlim verilerini ve ilmi açıklamaları aşarak varlığın
özüne ait sayılan bu problemleri çözme çabası insan kafasını felsefeden önce ve
felsefi düşünce içinde binlerce yıl uğraştırmıştır. Biz burada onlardan yalnız
ilk üçü üzerinde duracağız.
1) Cevher ve Araz Problemi
Aristo „cevher"i
metafiziğin temel kavramı sayıyor ve ona, her şeyin kendisine dayandığı temel,
altta duran şey (hiypokaimenon) veya
" öz" (ousia) diyor. Arazları
da cevhere katılan ve şeylerdeki değişiklikleri meydana getiren vasıflar (nitelikler) sayıyor. Fakat metafizik'in kurucusundaki bu
kesin tarife rağmen cevher-araz karşıt kavramları fikir tarihinde başlıbaşına
bir problem meydana getirmiştir:
Şeylerin değişik vasıflardan, görünüşlerden ibaret
arazlara indirilemiyen bir "cevher"i varmıdır? Yoksa bütün şeyler ve
olaylar (yani alem) arazlardan mı ibarettir?
Problemin konuluşundaki bu iki alternativ, burada hiç değilse
iki doktrinin doğmasına sebep olmuştur: Bir yanda cevhercilik (substantialisme), öte
yanda olaycılık (phnomenalisme).
İlkçağda Cevhercilik
Eflatun İdee'den,
ideal cevheri kasdediyordu. İdee'ler yetkinlik halinde varlıklar, cevherlerdir.
Madde cevher olmadığı gibi, menfi bir varlık hatta (non-etre)
dir. (Fransızcada "yokluk" (Neant) ile var-olmamak" (Non-Etre)
ayrıldığı gibi arapçada da birincisi
"adem" ikincisi "lâ-vucud" kelimeleriyle ayrılır.)
İdee'ler değişikliğe uğramazlar. Şekilden şekile geçmezler. Sabit ve tekdirler. Şeylerde çokluk, değişiklik ve oluş o sabit ve bir olan İdee'den çıkmıştır, yine ona döner. Dünyadaki bütün şeylerin ve eylemlerin ilk örnekleri (prototype) bu İdee'lerdir. Güzellik İdee'si, doğruluk İdee'si gibi. Fakat ayrıca somut şeylerin de ilk-örnek olan Ideeleri vardır. Hatta Eflatun her ferdin, her somut varlığın değişmez örneği olan bir İdee'si olduğunu kabule kadar varır. Ancak bu İdee'leri tümel İdee'lere tabi kılar. Bundan dolayı İdee'ler arasında ortaklık (participation) vardır. Çünkü Eflatun'a göre iyilik hem İdee'dir, hem Bir'dir, hem Varlıktır. Su halde o Bir ile Varlık'ı İdee'ler âleminin zirvesine koyuyor. Ona göre bütün âlem, iyilik gayesinde yetkinlik (perfection) kazanıyor.
İdee'ler değişikliğe uğramazlar. Şekilden şekile geçmezler. Sabit ve tekdirler. Şeylerde çokluk, değişiklik ve oluş o sabit ve bir olan İdee'den çıkmıştır, yine ona döner. Dünyadaki bütün şeylerin ve eylemlerin ilk örnekleri (prototype) bu İdee'lerdir. Güzellik İdee'si, doğruluk İdee'si gibi. Fakat ayrıca somut şeylerin de ilk-örnek olan Ideeleri vardır. Hatta Eflatun her ferdin, her somut varlığın değişmez örneği olan bir İdee'si olduğunu kabule kadar varır. Ancak bu İdee'leri tümel İdee'lere tabi kılar. Bundan dolayı İdee'ler arasında ortaklık (participation) vardır. Çünkü Eflatun'a göre iyilik hem İdee'dir, hem Bir'dir, hem Varlıktır. Su halde o Bir ile Varlık'ı İdee'ler âleminin zirvesine koyuyor. Ona göre bütün âlem, iyilik gayesinde yetkinlik (perfection) kazanıyor.
Eflatun'dan önce iki fikir çığırı vardı : Biri
Physiologue'lar veya Ionia'lılar; öteki Parmenide'ciler veya Elea'lılar. Ionia‘lılara
göre bütün şeylerin ortak bir aslı vardır: Madde, ruh ve hayat bu ortak asıldan
gelmiştir ve değişiklik halindedir. Değiştikçe türlü şeyler ve âlemler buradan
meydana çıkar. Bu filozoflardan bir kısmı âlemin esası olarak "ateş"i, bir
kısmı "hava"yı, bir kısmı "su"yu kabul ederler. Fakat onların
ateş veya
hava deyince anladıkları bizim duyularla kavradığımız basit maddi cisim değil,
canlılık ve ruhluluk vasıfları da kendisinde güc halinde bulunan bu "cevher"dir.
Hepsinde ortak fikir bu tek cevherin şekil değiştirmeleriyle şeylerdeki çeşitliliğin
meydana geldiğidir. Bundan dolayı onların cevherciliğine hylozoisme, yani canlı
ve ruhlu olan madde teorisi denmektedir. Elea‘lılar ise varlık deyince, her
türlü değişme, hareket ve oluş üstünde bir değişmezlik ve sabitlik anlamaktadırlar.
Birincilere göre değişmelerle şekilden şekile giren bir cevher olduğu halde,
ikincilere göre değişme görünüşten ibarettir ve cevher bütün değişmeler
üstündeki sabit esastır.
Eflatun, bu iki görüşü birleştirdi: Ona göre akılla
kavranan (Intelligible) İdee'ler âleminde
değişmez ezeli cevherler vardır. Duyularla kavranan (sensible)
oluş âleminde ise değişmeye
ve bozulmaya elverişli şeyler vardır. Cevher,asıl hakikat olduğu halde duyulan şeyler
görünüşlerden ibarettir.
Yeni çağda cevhercilik
Ortaçağda cevheri Realiste‘ler kabul, Nominaliste'ler inkar ediyorlardı. Çağdaş
felsefede Descartes önce "metodlu şüphe"yi (doute methodique) kullanarak ortak duyunun "madde"sini
inkârla işe başladı; sonra ilmi sağlam bir temel üzerine yeniden kurabilmek
için eskilerin görüşündeki
"cevher" kavramı yerine iki maddi hassayı (özellik,
özgülük) (propriete)
koydu ki, bunlar yer
kaplama veya uzam (etendue), hareket (mouvement) dir. Descartes bunlardan başka bir de bölünürlük (divisibibilite) den
söz ediyor. Dış âleme temel olan madde fikri eskilerin kaba cevheri yerine
ölçülebilen iki dış vasfa (nitelik) dayanmaktadır. Descartes, geometri ve
mekanikle ölçülemeyen her şeyi inkar ettiği halde, Leibniz kuvvet prensipine dayanarak
cevheri yeniden kurmağa çalıştı. Bu işde matematiğin gelişmesi ve sonsuz küçük
hesabı da kendisine yardım etti. Alemde sonsuz küçük birtakım bölünmez kuvvetler
halinde cevherlerin bulunduğunu iddia etti ve bu cevherlere monade adını verdi.
Bundan dolayı kendi cevher teorisine monadologie dedi. Monade'lar bir
yandan Demokrit'in atomlarına benziyordu; bir yandan bütün cevherlik vasıfları olduğu
için Aristo'nun cevherine benziyordu. Fakat ikisinden de ayrılan bir cihetleri
(tarafları) vardı. O da her monade'in, eskilerin
"küçük Alem" (microcosmos) görüşünde
olduğu gibi, kendi başlarına bütün alemi tasavvur ve temsil etmeleri idi. Bundan başka monade'lar ne Aristo'nun
cevheri gibi bütün şeylerde ayrı ayrı görünüşler alan bir esas, ne de atom gibi
donmuş bir madde idi. Monade'lar madde de, ruhta, hayatta, her şeyde bulunan
dinamik prensipler idi. Böylece İlk çağın sabit, değişmez ve sakin cevheri
yerine modern felsefede etkin, dinamik bir cevherin, başka anlamda gerçeklik (realite) fikrinin doğduğunu görüyoruz. Fakat çağdaş feslefede cevher
fikrine en yaygın anlamını veren Spinoza olmuştur. O, kısmen eski
felsefeye döndü. Descartes'in dış âleme
ait ölçülebilen vasıfları yerine Tek ve sonsuz varlık olmak üzere cevher
fikrini koydu. Berkeley'in tam aksine, dış ve iç alemleri cevherin birer görünüşü olarak
kabul etti. Cevher, asıl şey (chose en soi) dir;
var olmak için başka hiç bir şeyin varlığına muhtaç olmayan şeydir. Sıfat (attribut), varlığı
başka bir şeyin varlığı ile kaim olan ve kendi başına varolmayan şeydir. Spinoza bunlara "tavır"ı (mode)
kattı. Madde ve ruh cevherin sıfatlarıdır. Madde ve ruh sıfatlarındaki değişmeler
de onun "tavır"larıdır.
İlk ve Ortaçağlarda arazcılık
Eski ve yeniçağlardaki cevhercilik doktrininin tam karşısında
fenomencilik veya arazcılık (accidentalisme)
doktrini yer almaktadır.
İlkçağda cevhercilik karşısına ancak sofistler ve şüpheciler çıkabilmiştir. Çünkü
bütün felsefeler, türlü tarzlarda cevherden hareket etmekte idiler. Her şeyin
devamlı değişmeden ibaret olduğunu söyleyen Heraklit dahi ateşi prensip olarak
koyduğu için ona bir nevi cevherlik vasfı vermektedir. Fakat Ortaçağda islam
kelâmcıları arasında cevhere karşı arazı prensip olarak koyanlar görülüyor. Arapçada
atom karşılığı "cevher-i ferd" denilmesine rağmen ,onun cevherliğini
inkar ederler. Cevheri inkar edenlere göre zamanda her an (instant) bir
arazın yaradılışı demektir. Böyle düşünenler için nitelik (azlık, çokluk,
hacim, sayı) cevher olmadığı gibi araz da değildir. Bu matematik kavramların
yalnız zihinde tasavvuri hakikatleri vardır. Dış alemde gerçeklikleri yoktur.
Zaman da mevhumdur; psikolojik zaman yoktur. Ancak "cevher-i ferd"
gibi "zaman- ı ferd"
vardır ki, bu, bölünemeyen an demektir ve arazdan
ibarettir. Demokrit atomculuğunun aksine olarak islam atomcuları "cevher-i
ferd"lerin meydana gelmiş ve mahvolacak şeyler olduğunu, yani başlangıçları
ve sonları bulunduğunu kabul ederler.
Onlara göre atom bir yer kapladığı için meydana gelmiştir ve mahvolacaktır.
Çünkü yer kaplayan şey hareket ve sükun halinde olmaya elverişlidir. Hareket ve
sükun ise bir halden başka
hale geçmek demektir. Bu da onun meydana gelmiş olduğunu, yani araz olduğunu
isbat eder. Böyle düşünen kelamcılar cevherlerin meydana gelmiş (hadis) olduğunu,
arazların meydana gelmiş olmasıyle isbat ederler. Araz demek değişme demektir;
her değişen şey ise "hadis"dir. Arazlar
cevherin şartıdırlar. Cevherin devamı ancak arazların devamına bağlıdır.
Her ne kadar cevher, öz (essence) ise de, bütün arazları
kaldırırsak cevher kalmaz. Öyle ise meydana gelen ve kaybolacak arazlara bağlı olarak
cevherin de meydana gelmesi ve kaybolması gerekir. Bu kelâmcılara göre cevherin
devamı, ancak ona her an etki yapan bir etkileyene bağlıdır ki, bu devam
ettirme haline "tefviz" (feyiz verme) diyorlar. Arazlar toplamı olan
cevherin devamını sağlayan bir dıştan etki (müdahele) alemin devamlı bir yaradış
halinde olduğunu gösterir. Kelamcılarm bu görüşü çağdaş felsefede ruh ve madde
cevherlerinin devamını sağlamak için Descartes'm
ileri süreceği cre'ation contintae görüşünün kaynağı değil midir?
Çağdaş Felsefede: cevher fikrine karşı
Cevherciliğe
karşı asıl hücumlar çağdaş felsefede başlamıştır. Guillaume d'Occam, felsefeyi
temelsiz saydığı soyut metafizik kavramlardan kurtarmak için "Occam
usturası" diye tanınan bir metodla belirli bir gerçeğe karşılık olmayan
bütün soyut ve boş kavramları zihinden tarıyor. Bu tarama işi eski metafiziğin
birçok kavramları gibi, başlıca cevher kavramına çevrilmiştir. Ayni metodu
kullanan Locke "cevher"i boş bir kelime sayıyor ve ona dayanan metafizik felsefelere karşı yalnız bilgi verlerinin
tahlilini yapan epistemologie’yi koyuyor. Berkeley bu eleştirmede devam ediyor.
Eski metafiziğin dayanağı olan dış âlemin
varlığını reddederken, ona karşı yalnız fikirlerden ibaret olan şuurun varlığını ileri sürüyor. Fakat orada
da, öncekilerin yaptığı gibi genel fikirlerin soyut kavramlardan ve
"kelime"lerden başka bir şey olmadığını söylediği için dış alemde
olduğu gibi iç alemde de tam cevherci sayılamaz. (Çünkü onun idealizmini
spiritualisme ile karıştırmamalıdır). David Hume bu hücumda daha ileri gidiyor:
iç âlemin, yani şuurun da birbirine türlü çağrışımlarla bağlanan hayallerden
ibaret olduğunu söyleyerek Berkeley'in dış âleme yaptığı hücumu iç âleme de yayıyor.
Mutlak olarak her türlü cevheri reddediyor. Alemde ruhi izlenimlerden,
fenomenlerden, başka bir şey olmadığını söylediği için tam fenomenalizme varıyor.
Menfi Kavram olan
Cevher Fikri
Kant, cevher fikrini menfi bir şekilde ele almaktadır.
Ona göre cevher,duyarlığımızın şekillerine ve zihnimizin kategorilerine
girmeyen, yani fenomenler dışında kalan "asıl şey" demektir. Öyle ise
insan zihninin kuruluşu bakımından asıl şey (veya Noumene) kavranamaz,
bilinemez Zihnimiz yalnız fenomenleri, yani görünüşleri (Erscheinungen) bilebilir. Bu düşünce tarzından ilerleyen
Hamilton "mutlak"ı tamamen inkâr ettiği gibi Auguste Comte da, mahiyeti
gereğince mutlak'ı menfi kavram saydı. Bu suretle eski metafiziğin "asıl şey"
ve "Mutlak" dediği şey yeni felsefede terk edildi. Ancak, yine Kant'ın
felsefesini başka bir yönde devam ettiren romantik felsefe, yeniden mutlak araştırmasına
kalktı. Schelling zihin ve akılyürütme
yolu ile Ruh=Tabiat aynılığını anlamanın kabil olmadığını ileri sürdüğü zaman, söz konusu olan Ruh=Tabiat artık tabiat bilginlerinin
bahsettikleri fenomenler ve görünüşlerden ibaret olan tabiat ve ruh olayları değildir. Bütün derinliği
ve mutlaklığı ile ruh ve tabiat birliğinin asıl özüdür. Bu filozofa göre böyle
bir kavrayış bilginin tecrübeleri ve algısı ile değil, sanatçının doğrudan doğruya
mutlakı kavrayan estetik sezgisiyle (Anschauung) mümkün
olabilir. Sanatçı (şair, ressam, kompozitör) ruh ve tabiat bütünlüğünü unsurlarına
ayırmaz, parçalamaz, onu içinden yaşıyarak sezer ve bu sezgi varlığa nüfuz
etmeyi sağlar.
Kısaca: Cevhercilik doktrini eski metafiziğin başlıca
dayanaklarından biriydi. Cevher fikrine karşı çağdaş felsefenin şiddetli
hücumları bu dayanağı temelinden sarsmış, klasik metafiziğin en sağlam
direklerinden biri yıkılmıştı.
2)Gayelilik ve Mekanizm Problemi
İçinde bulunduğumuz âlem ileride gerçekleşecek bir gayeyi
gerçekleştirmek üzere meydana gelen olaylardan mı ibarettir , yoksa yalnızca birbirine kör bir surette
öncekinin sonrakini gerektirmesi şeklinde mekanik bir sebeplikle mi bağlıdır?
Probleme
verilecek hiç değilse iki cevaptan birincisi gayecilik (finalisme), ikincisi mekanisme veya kör zorunluluk (necessite) doktrinini
doğurur. İlkçağdanberi her iki doktrin de ateşli taraftalar bulmuş ve çatışmışlardır.
Gayeci görüşü savunanlar tabiatı organik bir bütün gibi görmektedirler. Mekanizmi
savunanlar ise böyle bir bütünlüğü red etmektedirler.
Aristo'da ve Stoahlarda
Gayelilik
Gaye fikrini açıkca Aristo ileri sürdü ve bunu
"organik" kavramı ile birlikte kullandı. Kelimenin kök anlamı Yunanca
da alete ait (instrumental) demektir. (Çünkü organon yani alet
kelimesinden gelir). Bir gayeye göre düzenlenmiş olan insan bedeninin
bütününden bahsedildiği zaman kullanılır. Tabiat da böyle bir bütün gibi anlaşılınca,
ona "organik" gözüyle bakılabilir ve orada da gaye söz konusu olur.
Aristo kendi sebepler teorisini kurabilmek için tabiatı yaratılmış bir sanat
eseri gibi düşünüyor. Sanatçı bir heykel yaparken kaç türlü etken işe karışır?
1) Önce heykelin işlendiği madde: mermer veya alçı. Bu
heykelin yapılmasında "madde-sebep"dir.
2) Sanatçının
taşa verdiği şekil: " şekil-sebep" tir.
3) Sanatçının
heykeli yaparken gördüğü sanat işlemi: bu, "Hareket sebep"dir.
4) Bir de sanatçının kafasında yapmak istediği heykelin fikri
önceden hazırdır. Heykel,
bu fikrin gerçekleşmesidir. Bu da "Gaye-sebep" dir.
Aristo sanat eseri gibi tabiatta da bu dört sebebin rol
oynadığı kanısındadır. Bunlardan madde ve şekil sebepleri tabiatın içinde,
hareket ve gaye sebepleri
ona katılmıştır. Allahı ham maddeden bir eser meydana getiren sanatçı gibi
"yapıcı" (Demiurgos) sayan Aristo, tabiattaki olayların yalnız madde ve şekil
sebepleri ile değil, ayni zamanda ona dışından katılan ve yapıcının eseri olmasını
sağlayan hareket ve gaye sebepleri ile gerçekleştiğini söyler. Aristo'nurt
anladığı gayelilik, artık bir organizmin parçaları ile bütünü arasındaki
ilişki gibi değildir. Çünkü onun savunduğu gaye, olayların
dışındadır, önceden konmuştur ve olaylar bu gayeyi gerçekleştiren araç (vasıta)
görevini görürler. Böyle anlaşılan gayeliliğe
"dış gayelilik" (finalite
externe) denir ki, asıl metafiziğin konusu olan budur. Bir sebep-eser
zincirinde sebepler eserlerden önce geldiği halde, bir gaye-araç zincirinde
gayeler araçlardan önce gelirler. Halbuki bu öncelik yalnız tasavvurdadır.
Çünkü fiilde, önce olan gayeye sonradan varılacaktır. Bir de organizmin
parçaları ile bütünü arasındaki ilişkide görülen gayelilik vardır. Bu, söz gelişi,
kan dolaşımı veya sindirim görevlerinin araç, yaşamanın (yani organik bütünün
devamının) gaye olmasından ibaret olan gayeliliktir. Buna, birinciden farklı olarak
"iç gayelilik" (finalit
interne) denir. İlkçağda evren'i organik bir bütün gibi gören Stoa
felsefesinin anladığı gayelilik budur. Bu ikinci anlamdaki gayelilik
Aristoda'da vardır ve yalnız evrende değil, ahlâk, aile ve devlet işlerinde de
söz konusu oluyor.
Yeniçağda Gayelilik
Gayeci evren görüşü (teleologie) Orta-çağ
felsefesinde devam etti. Farabi (870-951). İbn Sina (980-1037) gaye-sebebi kabul
ettikleri gibi Saint Thomas (1225-1274) da da bu kavram esaslı rol oynar.
Evren'in kuruluşunda bir gayesi vardır düşüncesi, canlı ve şuurlu varlıklardan
her birinin kuruluşunda bir gayenin bulunduğu şeklinde yaygınlaşmıştır. Buffon
(1707-1780), "Tabiat Tarihi"
dediği canhlara ait bilgilerde her canlının belirli bir gayeye göre yaratılmış
olduğunu iddia edecek kadar ileri vardı. Evren'in gayesi düşünüldüğü gibi,
ahlâki hayatın gayesi de "mutluluk" veya "erdem" şeklinde
düşünülmüş ; devletin gayesi yönelttiği insanları mutlu ve erdemli kilmak olduğu
kabul edilmiştir. Gayeli düşüncenin uygulanmasındaki bu aşın şekiller
gerçek toplumu veya gerçek devlet şekillerini inceliyecek yerde ideal bir
gayeyi gerçekleştirme görevini almış olan toplum veya devleti incelediği için,
daha Farabinin "Erdemli Sitenin Halkı üzerinde düşünceler" adlı eserinden
başlıyarak
Thomas Morus ve Campanella'ya varıncaya kadar birçok
ideal gayelere göre tasarlanmış "hayali devlet" şekillerinin düşünülmesine
sebep oldu.
İlkçağda Mekanizm
Gayeciliğe karşı tepki yine İlkçağda Demokrit (M.0.5. yüzyıl) atomculuğu ile başladı. Bu filozofa göre evren sonsuz sayıda atomlardan
ibarettir. Bütün tabiat olayları atomların birbirini itemesinden meydana gelen
gerekli ve belirli sebepler zincirine bağlıdır. Hiç bir şey rastgele (tesadüfi)
değildir. Her şey daha önceki bir olay tarafından meydana getirilmiştir. Demokrit'in determinist evren görüşü ayni zamanda mekanikdir. Çünkü
atomlar sonsuz küçük maddi unsurlardır ve onların birbirini itmesinden meydana
gelen olaylar zinciri de maddi hareketlerden ibarettir. Mekanik, zaten
makinaların icadı ile ilgili bir kavramdır. Aristo, nitekim bu mekanik
kelimesini "makina" anlamında kullanır. Fakat Aristo felsefesinde
organik ve gayelilik kavramlarının üstünlüğü "mekanik" kavramını,
sonuçlarına kadar götürmesini engellemiştir.
Ayrıca Demokrit'de de "hareket" kendi başına ele alınmamış, maddi unsurların
birbirine çarpmaları ile açıklanmıştır Onun çığırını devam ettiren Epikür (M.O.341-270)
sebep zincirlerinin birbirlerini kestikleri yerde "rastgele" olayların
meydana geldiğini kabul ettiği için Demokrit'in kesin determinizmi olasılık (probabilit) fikriyle
gevşemiş bulunuyordu.
Descartes'da
Mekanizm
Ancak, çağdaş felsefede Descartes, Mecanisme kavramını bütün
genişliği ile ele aldı. Biz maddeyi yalnız uzam ve hareket sıfatları ile tanıdığımız
için, maddi âlem hakkındaki bilgimiz de uzam ilmi olan geometri ile hareket
ilmi olan mekanik'e dayanacaktır. Descartes'a
göre ruh cevherinden başka her şeyin bu iki maddi sıfata
indirilmesi gerekir. Öyle ise tabiatta bütün olaylar mecanique ile açıklanabilir
ve açıklanacaktır. Bu yeni teoriyi kimyager filozof Robert Boyle (1627-1691),
mümkün olan bütün alanlara uygulamak üzere tabiatın mekanisme universel
ile açıklanacağını iddia etti. Sonraki devirler bu terimi bazan daha geniş,
bazan daha dar anlamlarda kullandılar. Meselâ Descartes felsefesinden mülhem
olan XVII. yüzyıl materyalistleri, onu insanla ilgili olaylara da yayarak genişlettiler.
La Mettrie (1709-1751) insanı, bir "makina-adam" (L'homme-machine) olarak
gördü. XIX. yüzyılda bile bazı psikologlar (meselâ Kostyleff) ruhi olayları mekanizm
ile açıklamada ısrar etti. Jacques Loeb "hayatın mekanik görüşü" (La conception macanique de la Vie) adli
kitabında
biyolojiyi bu açıdan
temellendirmek istedi.
Gayeciliği Eleştirme
Mekanizm
doktrini yalnız tabiat ve insan olaylarını mekanik görüşle açıklamakla kalmıyor.
Şiddetli eleştirmelerle gayeci görüşe de hücum ediyordu. Descartes'a göre
tabiatta gaye-sebep düşünülemez. Çünkü tabiatı anlamak için uzam ve hareketten
başka hiç bir dayana- ğımız yoktur. Canlı varlıklar mekanik sebeplere bağlıdırlar.
Fakat gayeciliğe karşı daha şiddetli eleştirmeyi Spinoza yapmıştır. Ona göre
tek ve sonsuz cevher olan Allah da gaye-sebep'den bahsetmek saçmadır. Çünkü
böyle bir düşünce en yetkin varlık olan Allah'ı
eksik görmek
demektir. Bir gayeye göre hareket etmek, bir eğilime bağlı olmaktır. Halbuki eğilim
yalnız eksik olan, kendini tamamlamak isteyen varlıklarda, insanlarda söz
konusu olabilir. Allah'ta gaye sebep olmayınca, onun "yaratılmış tabiat"
(Natura naturata) manzarasında da gaye-sebep olamaz. Spinoza mutlak
determinizmin sonucu olarak gayeciliği red ettiği halde, Kant gaye sebebin düşünülemez
olmasından hareket ederek onu red etmektedir. Çünkü insan zihni fenomenleri
yalnız mekan ve zaman formlarına göre kavrama gücündedir. Yani onlar arasında yanyanalık veya ardardalık
ilişkileri kurabilir. Bundan dolayı da olayları "sebeplik" kategorisi
içinde düşünür: sebep önce-eser sonra gelir. Yani onlar, bir zaman sırasına
göre düşünülürler. Halbuki biz sonra olacak olan şeyi (gaye) önce olanın (araç)
gerçekleştiricisi sayıyoruz. Bu ise zihnimizin kuruluşuna aykırıdır. Bununla
beraber Kant, "Saf Aklın Kritiği" adlı kitabında dış gayeliliğin düşünülemez
olduğunu söylediği halde "Hüküm Gücünün Kritiği" adlı kitabında tabiatı
organik bir bütün olarak gördüğümüz zaman orada bir iç gayeliliğin düşünülebileceğini
kabul ediyor. Nitekim aynı kitapta sanatçının eserinde de böyle bir iç gayeliliğin
söz konusu olduğu kanısına varıyor. Kısaca: Kant ilmi kuran akıl alanında gayeliliğin
düşünülemez olduğunu söylerken, sanat görüşünde ve onun gibi anlaşılan organik
tabiat görüşünde bir iç gayelilikten, bahsediyor. Kant'dan sonraki bazı filozoflara "mekanizm üniversel"
görüşünün kuvvetli eleştirmelerine rağmen tekrar sınırlı bir anlamda gayeciliğe
dönmek cesaretini veren de bu olmuştur.
Leibniz Gayeciliği
Öte yandan XVII. yüzyılda Spinoza mekanizmi kuvvetle savunurken,yine
Descartes felsefesine bağlı olan Leibniz gayeciliği başka bir tarzda
savunmaktadır. Spinoza'ya göre yaratılmış olması bakımından tabiat mutlak
cevherin bir görünüşü olduğu için tam bir yetkinliğe sahip bulunduğu halde, Leibniz'e
göre tabiat kusurlar ve eksikliklerle doludur. Bu yüzden orada fizik olarak
eksiklik, çirkinlik, ahlak olarak kusur ve hata, metafizik bakımından
yanılmalar vardır. Böyle anlaşılan tabiatta mutlak
determinizm değil, zorunsuzluk (contingence) hâkimdir. Fakat Monade'ların Monade'ı ve
biricik tam ve yetkin varlık olan Allah bütün bu eksik ve kusurlu varlıkların
son hedefi, tamlaşmak ve yetkinleşmek için gayesidir. Leibniz'e göre gayelilik
sonsuz varlık olan Allah için değil, bu ideale yükselecek sonlu ve kusurlu varlıklar
için düşünülmelidir. Filozof, “Theodice”sinde
ilahi âleme yükselmeden ibaret olan bu gayeli düşünce (teleologie) ile
Spinoza'nın sonsuz cevher olan Allah da gayeliliği lüzumsuz bırakan „Ethique“ine cevap veriyor.
Fakat hemen işaret edelim ki, çağdaş felsefeye bilgi tahlili
yolundan girenler cevher fikrine olduğu gibi gayelilik fikrine de hücum etmişler;
bunu da eski metafiziğin anlamsız kelimelerinden biri olarak görmüşlerdir. Bu
tenkitler artık gayecilik ve mekanizm doktrinlerinin, her ikisi de metafizik
karakterdeki karşılıklı tartışmalarından farklıdır. Bunlara bilgi teorisinin öncüleri olan İngiliz filozofları başlamış, Kant daha
geniş ölçüde devam etmiş olup yeni Kantcılar'ca aynı konu üzerinde çalışılmaktadır.
Klasik doktrinlerin şiddetli eleştirmesini yapan Bergson, her ikisini
"hayat hamlesi" (elan
vital) görüşüyle
aşmakta ise de, "hayat"ı cevher, gaye, ruh veya madde gibi genel
ve soyut prensipler şeklinde
koyduğu için, eleştirmelerindeki bütün kuvvete
rağmen metafizik kadrosunu
aşmamıştır. Zaten kendisi de "bir ilim gibi düşünülen
metafizik" görüşünü
benimsemektedir.
3)Ruh ve Madde Problemi
Fizik ve psikoloji verilerini aşan evrensel bir açıklama
tarzı olması bakımından, evren'in esası ruh mudur, madde midir? diye bir problem
de klasik felsefenin metafizik soruları arasında yer almaktadır. Ilkçağda bu
soruya iki alternativ'den birine göre cevap vermeden önce ruh ve madde, hatta
canlı varlık birbirinden ayrılmamış olarak düşünülmekte idi. Thales'in suyu,
Anaximerıes'in havayı, Heraklit'in ateşi ilk olgu (arche)
diye görmeleri bizim bu cisimlere verdiğimiz anlamdan büsbütün farklı idi. Yukarıda
sözü geçtiği gibi bu ilk olguyu aynı zamanda hem maddi, hem canlı, hem ruhlu
diye kabul ettikleri için onlara hylozoiste deniyordu. (hyle = madde, zoon
= canlı). Fakat sonraki yüzyıllarda evren'in ilk prensipi olan Nous (akıl)dan,
söz etmelerine rağmen tabiat açıklamalarında maddeyi, canlıyı, ruhlu varlığı ayırmağa
başladılar. Bir yanda maddeyi insana benzer vasıflardan gittikçe sıyırarak sırf
madde halinde gören bir doktrin, öte yanda insanı felsefenin hareket noktası diye
aldıktan sonra ruhi varlık üzerinde israr eden bir doktrin doğdu. Fakat Ilkçağın
kaba maddecileri sırf ruhcularırıdan daha önce meydana çıkmışlardır. Bunun
sebebi:
1) Tabiata ait araştırmaların insana ait araştırmalardan
önce başlaması,
2) Auguste Comte'un (1798-1857) iddiasının aksine olarak
soyut metafizik konulara karşı ilginin, ortak duyuya dayanan felsefi ilgiden
daha geç ve daha güç uyanmasıdır.
3) Buna bir de Orpheus misteri gibi Yunan misterlerinin
felsefi ilgiyi uyandırmada rol oynadığını katmalıdır: Oldukça erken başlayan
Pythagore'in matematik felsefesi, aynı zamanda Orpheus misterinden ilham alan
bir ruh felsefesi idi.
ilkçağda
Materyalizm
İlkçağda materyalizm Demokrit'in atomculuğu ile başlar.
Ona göre duyularla kavradığımız algılanabilen cisimde ulaşılan bir son nokta
vardır.Bu nokta artık parçalara aynlamaz. Küçüklük bakımından en son hadde ulaşmıştır.
Bütün cisimlerin terkibine giren ve onları meydana getiren bu ilk unsura atom
denir. O asla yalnız başına ayrıca varolmamıştır ve olamaz. Çünkü ilk birim
olması bakımından başka bir unsurun tamamlayıcı bir parçasıdır.
Sonra başka atomlar da onları tamamlamak üzere yanyana,
dereceler halinde ardarda birbirlerine katılırlar. Bütün bu atomlar kendi başlarına
varolamıyacakları için, başkalariyle birleşmek üzere cisimleri meydana
getirirler. İlk cisimlerin irca edilemez basitlikleri vardır. Ve bu irca
edilmez parçacıkların bir cinsten ve sıkıca birbirine uyan bütünlüğünü teşkil
ederler. Bundan dolayı eğer küçüklük bakımından sınır yoksa, en küçük cisimlerin
bile sonsuz sayıda parçacıklardan
kurulmuş olması gerekir. Çünkü her yarımın bir yarısı olacak, onun da bir yarısı
olacak ve bu sonsuzca böyle gidecektir. O
zaman en küçük unsur ile şeylerin hepsini içine alan bütün arasında ne fark
kalacaktır? Bunu belirlemek mümkün değildir. Çünkü evrenin bütünlüğünün ne
kadar büyük bir sonlu uzamı (etendue)
olsa, en küçük
cisimlerin dahi yine sonlu parçalardan kurulmuş olması gerekecektir. Sağduyu
bunu olumlamadığı ve düşüncenin buna inanmasını kabul etmediği için, artık
parçalara bölünebilir olmayan ve küçüklüğün limitine ulaşan birtakım katı cisimler vardır
demek zorundayız. Madem ki onlar vardır; öyle ise onları kuran unsurların da
aynı suretle katı ve değişmez olduğunu olumlamak gerekecektir. Eğer bütün şeylerin
yaratıcısında,her şeyi sonsuz küçük unsurlara bölmek alışkanlığı varsa, bu
yaratıcı tabiat onu bir daha terkip edemiyecektir. Çünkü bu sonsuz küçüklerin
artık daha küçük parçaları olmadığı için, onların maddelere ait nitelikleri olmıyacaktır.
Onların nitelikleri ancak unsurların birleşmesini sağlayan türlü bitişmeler, yoğunluklar,
darbeler, karşılaşmalar ve hareketlerdir.
Lueree'de Atomculuk
Demokrit'in eserleri mahvolduğu için onun doktrinini
Roma'da savunmuş olan Lucrece, (M.Ö.
98-55) "Tabiatın özü" (De
Recum Natura) adlı eserindedoktrininin esas fikirlerini anlatıyor. Burada Heraklitin ateş hakkında doktrinini
red eden filozof atomlar için şöyle düşünüyor: Onlar, kokusuz, renksiz en küçük
unsurlardır. Cisimlerin nitelikleri atomlar ın türlü nisbetlerde birleşmelerinden
meydana gelir. Ancak onların kendilerine vergi şekilleri vardır: Bazıları yuvarlak, bazıları yassı, bir kısmı sivri ve
dikenli, bir kısmı yumuşaktırlar.
Cisimlerin dokunma duyumuzda farklı etkiler yapması onları
kuran atomların bu farklarından ileri gelir. Atomlar arasında boşluklar vardır.
Bu boşluklar atomların hareket etmesini, yer değiştirmesini ve birbirini
itmesini sağlar. Evrende türlü yoğunlukta gerçeklikler atomların terkip
nisbetleri arasındaki farklardan ileri gelir. İnsan atomlardan meydana geldiği
gibi, insan ruhu da ötekilerinden daha ince ve akıcı atomlardan kurulmuştur. Bu
doktrine göre bilgi, maddi atomların ruh atomları üzerinde bıraktığı izlerden doğar.
Alemde sonsuz sayıda atomlar vardır. Onların başlangıcı ve sonu yoktur, değişmezler.
Yalnız yer değiştirirler, hareket ederler ve cisimlerin yoğunluk farklarını,
onların doğma ve dağılmalarını meydana getirirler. Atomların birbirleriyle ilişkisi
zorunlu ve gerekli bir ilişkidir.
Atomculuğun Ionia filozoflarına üstün ciheti maddenin çok
ince bir tahlilden geçirilmiş olması ve maddi realitenin ilk defa soyut olarak
ele alınmasıdır. Ayrıca cisimlerdeki niteliklerin atomlara ait terkip
farklanndan ileri geldiğini söylemeleri de büyük bir adım sayılmalıdır. Fakat
atomculuk, bu sonsuz küçük unsurları sırf diyalektik yoldan cisimlerin sonsuzca
bölünemiyeceği hakkındaki düşünce ile elde etmiştir. Onlar XIX. yüzyıl fizik ve
kimyasının ulaştığı tecrübi araştırma ile temamen ilgisiz bulunuyorlardı.
Bundan dolayı da onlar atomlarını oldukça safdil bir görüşle tasvir
etmektedirler. Bilgiyi açıklamak için maddi atomlarla ruh atomlarının ilişkisinden
bahsettikleri zaman aynı safdillik görülüyor. (Ancak bu noktada XX. yüzyılın
Ernest Mach (1838-1916) ve B. Russell (1872-1970) gibi filozofların da buna benzer
ipotezler ileri sürdüklerini unutmamalı.)
Ortaçağda Islam materyalistleri Dehriyün diye tanınan
cereyandır. Gerek bunlar, gerek birçok bakımlardan onlara benzeyen batınileri
tam materyalist saymak doğru değildir. Çünkü batınilere göre madde, mekan,
zaman, ruh diye ezeli ilkeler kabul edilmesi, yani madde
yaratılmamış gibi tasavvur edilmiş olmakla beraber madde
dışında da ilkelerin ileri sürülmesi bu çığırdan olanlara tam anlamı ile
materyalist denemiyeceğini gösterir. Hele bazılarının
yaptıkları gibi İslam "Vücudiyun"u (panteistler)
ile materyalistleri birbirine karıştırmaları çok ağır felsefi bir yanılmadır.
Böyle düşünmek Spinoza'ya materyalist demek kadar gülünç olur.
17 ve 18. Yüzyılda Materyalizm
Materyalizm Batı felsefesinde ancak XVII. yüzyılda
Gassendi (1592-1655) ile meydana çıkmıştır. Ona göre madde bütün başka
realitelerin kaynağıdır ve irca edilmez ilk realitedir. Fakat o madde deyince
atomcuların duyularla kavranması mümkün olmayan soyut ilk maddi unsurlarmi değil,
bütün nitelikleri ile maddeyi ve cisimleri anlar. Gassendi hayatı ve ruhu madde
ile açıklar. Fakat bu ilk gerçek dışında Allah'ın varlığını kabul eder, onu
sonraki materyalistlerden ayıran başlıca vasıf budur.
Yine o yüzyılda Descartes'in mecanisme teorisinin etkisi
ile doğan daha geniş bir materyalizm çığırı vardır ki Cabanis (1757-1808),
d'Holbach, (1723-1789) Helvetius (1715
1771), La Mettrie başlıcalarıdır. Bu filozoflar Descartes'ın madde hakkındaki
görüşünü tamamen benimserler, ortak duyunun kaba maddesi yerine uzam ve hareket
sıfatları ile tanınan geometri ve mecanique ilimleri ile incelenen maddeyi
kabul ederler. Fakat Descartes felsefesinin ruh cevherine ve Allah'a ait kısımlarını
almazlar. Onun canlı varlıkları mekanizm ile açıklama teşebbüsünden faydalanarak bütün canlıları ve
insanı, hatta insanın ruhi hayatını ayni ilkeye dayanarak açıklamaya çalışırlar.
Çağdaş felsefe kurucusunun sisteminde yaptıkları bir organ kesme işlemi ile onu
sakat hale getirirler. Fakat kendi ilkelerine göre Descartes felsefesinin
ruh-beden paralelliği ipotezine ve Allah'ın doğru sözlülüğüne (veracite)
başvurmaya mecbur olması yüzünden düştüğü çelişmelerden kurtuldukları ve bu
felsefeyi sonuçlarına kadar götürdükleri düşüncesindedirler.
Materyalizmin bu şekli mecanisme'in felsefedeki başarısı ve dayanma gücü
nisbetinde yaşamıştır
19. Yüzyılda
Materyalizm ve Enerjetizm
Ancak XIX. yüzyıl ikinci yarısında materyalizm tabiat
ilimlerindeki yeni araştırmalardan, başlıca biyoloji, embryologie ve
paleontologie'nin gelişmesinden, evrim teorilerinin yayılmasından faydalanarak
yeni bir şekilde meydana çıkmıştır Bu yeni materyalizmin temsilcileri Karl Vogt
(1817-1895), Ludwig Büchner (1824-1899), Moleschott (1822-1893), Ernest Haeckel
(1894-1919) gibi Alman filozoflarıdır. Büchner'e göre madde ve kuvvet ayrılmaz
bir bütündür ve kuvvet maddenin evrimini meydana getirir. Filozofu böyle düşürmeye
götüren fizikte enerji araştırmalarının gelişmesidir. Fakat ondan daha açık
olarak Ostwald (1853-1932) maddenin enerji kaybetmesi olayından faydalanarak
enerji birikmesiyle de maddenin meydana geldiği ipotezini çıkarıyor. Başka deyişle
maddenin kökünde enerjiyi buluyor. Energetisme denen bu görüşü esas bakımından
materyalizmden ayırmak doğru değildir. E. Haeckel ise, "Evrenin
Bilmeceleri" adlı eserinde biyolojinin yeni dallarındaki verilere dayanmak
üzere maddenin evrimini inceliyor. Ona göre maddeden canlı valığa doğru evrim
iki yoldan tetkik edilmelidir: Biri hayvan veya insanın hayatı boyunca olan
küçük evrim ki, buna ontogenese diyor. İkincisi maddeden canlı nevilerine geçişi
ve bu nevilerin yeryüzünde geçirdiği milyonlarca yıllık evrimi ki, buna da
phylogenese diyor. Haeckel'e göre iki evrim arasında paralellik vardır. Birinin
verileri ötekini destekler. Böylece geologie'den Paleontologie Fiziko-Kimya'dan
biyoloji ve başlıca embryologie'ye doğru yükseldikçe maddenin geçirdiği şekil
değiştirmeleri ve yeni gerçeklere doğru nasıl yükseldiği görülür.
Diyalektik Materyalizm
Materyalizmin bu akımla az çok çağdaş ve XIX. yüzyıl ortalarında
doğan ikinci bir şekli teorik olmaktan ziyade pratik, toplumla ilgili bir görüş
olarak doğan tarihi materyalizm veya başka adıyla diyalektik materyalizmdir. Bu
çığırı açan Karl Marx (1818-1883) ve Engels(1820 1895), XIX. yüzyıl İngiliz endüstrisini
incelemek suretiyle sermayenin birikmesi üzerine araştırmalara başladılar. Birincisi daha çok iktisadcı, ikincisi daha çok filozof olan bu iki düşünür
sosyal bir devre üzerindeki derinleşmelerinden çıkan hükümleri bütün devirlere
ve uygarlıklara yayabilmek için
kendilerine bir metod aradılar ve bunu Hegel'in diyalektik felsefesinde
bulduklarına inandılar. Ancak, kendi deyişleri ile, Hegel'in idealist olan
felsefesini tersine çevirerek (onlar buna "doğru oturtarak"
diyorlar.) maddeci diyalektik haline koydular. Bu metoda göre tarihi açıklamaya kalkarken, zamanlarındaki
diyalektikçi olmayan bazı materyalist filozoflara da şiddetle hücum ettiler ki
bunlar Dühring (1833-1921) ve Feuerbach (1804-1872) dir. Diyalektik metodunun
doğuşundan, tarih boyunca geçirdiği değişikliklerden ve modern mantık içindeki
yerinin ne derecede tutarlı olduğundan bu derslerin birinci bölümünde bahsettiğim
için burada o konuya dönmüyorum. Yalnız bir noktayı işaret edeyim:
Diyalektik materyalizm çelişkilerin sentezi ile tarih
devirlerindeki evrim ve devrimlerin
açıklanabileceğini iddia etmektedir. Önce bu noktada diyalektik materyalistler arasında hemen hiç bir
uzlaşma olmamıştır. Daha geçen yüzyılda
bu çığırın iki kurucusu arasında bazı farklar olduğu gibi sonradan
Bernstein, Kautsky (1854-1938),
Jaures (1859-1914) v.b. yorumlayıcılarla Rosa Luxembourg (1870-1919) ve 1917 den sonra Lenine'in (1870-1924)
Trotzky'nin yorumlamaları arasında birbiriyle çelişecek derecede farklar vardır.
Bu çığırda yetişenlerin ortak
vasfı kendinden öncekilerin "diyalektik"i anlamadığını,bundan dolayı da
fikri çıkmaza götürdüğünü iddia etmeleridir. Bugün de J. P. Sartre (1905) gibi bir existence filozofu da bir yandan
bu çığıra yanaşmakta, fakat bir
yandan da "Diyalektik Aklın Tenkidi" adlı eserinde Engels'i eleştirirken yaptığı gibi bu görüşü
bir organ ameliyatından geçirerek bir tarafını tamamen red etmektedir. Bu çığır doğalı 130-140 yıl olmuştur. Bu
düşünürler çelişiklerin senteziyle
tarih devirlerini açıklamak isterken, bazı devirlerin genel açıklamalarına göre bir sapış halinde olduğunu, çatışmaların
daima sentezi doğurmadığını, iki
tarafı yıprattığını, hatta yok ettiğini, bazı duraklamaları ve kısırlaşmaların
bu tarzda anlaşılamadığını görmüyorlar.
Pythagore'da Ruhçuluk
Bu doktrinin karşısında spiritualisme'in ilk çağdan beri
doğduğunu, geliştiğini, her devirde yeni verilere dayanarak yeni şekillerde
meydana çıktığını görüyoruz. Ruh fikri yarı misterlere bağlı olan Pythagore'da
başlıyor. Sayılann, olayların ilişkisini anlama bakımından büyük görevini
meydana çıkaran ve alemi sayılar düzenine göre açıklayan bu filozofun aynı zamanda Orphee misterinden mülhem (esinlenme) bir ruh görüşü vardı. Ruhlar
ona göre ölümden sonra başka bedenlere girmek üzere devam ederler. Bu düşünce
ruhlann ölmezliği fikrinin başlangıcı olup Doğu uygarlıklarına mahsus olan
"kalıp değiştirme" (metempsychose = Tenâsuh) inancına bağlıdır.
Ancak Hint dinlerinde gördüğümüz ruhlann bu dünyada acı çekmek için başka yaratıklann
bedenlerine girmesi, bedenden bedene göç etmesi (transmigration) inancından
oldukça farklıdır. Matematik düşüncenin başlangıcı olduğu gibi, güneşi
gezegenlerin merkezi sayan astronomik görüşün (heliocentrisme) de başlangıcı
olan Pythagore'da ruhların bedenden bedene geçmesi inancı ilkel düşüncenin kalıntısı
gibi görülemez. Bu daha ziyade ruhlar arasında ortaklık (participation) olduğu
ve bunun da evrensel ruhun türlü şekillerde meydana çıktığı inancından doğmuş görünmektedir.
Platon'da Ruhculuk
Ilkin Eflatun ruhu maddeden büsbütün ayrı cevher olarak
anladı . Ona göre ruh "ten
kafesinde mahbus can kuşu" gibi anlaşılmalıdır. Onun aslı üstün alemde, Idee'lerdedir. İnsan ilk kök
ile ilişiğini ancak, bu dünyaya düşmeden
ve bedenle birleşmeden önceki halini hatırlayarak meydana koyar. Eflatun "Devlet" diyaloğunun
yedinci kitabında mağara benzetmesi dediği bir benzetme ile ruhun üstün âlemden ayrıldıktan sonra beden zincirleri
içindeki durumunu, bu
zincirlerden kurtuluşunu ve hatırlama ile asli halini nasıl yeniden
yaşadığını anlatıyor. Timaios adlı diyaloğunda da âlemin
doğuşundan ve ruhun bu dünyaya düşmesinden bahsederken hatırlamalarla meydana çıkarılan
bu ilk hale insanlığın "Altın çağı" (Age d'or) diyor. Ayni
fikri çağdaş felsefede Schelling "Mitoloji Felsefesi" adlı kitabında
canlandıracak, ancak Eflâtun'dan oldukça farklı bir anlamda ruh ile tabiatın
aynılığında gördüğü Mutlak felsefesi haline koyacaktır. Eflatun belki de
Pythagore den mülhem olarak ruhların bedenden bedene geçmesi inancına da bağlanıyor
ve zaman ezedi dönüş (Eternel retour) halinde kendi kendisini tekrar
eden bir çark olduğu için ruhların da bu tekrarda yeniden yer yüzüne
dönecekleri sonucunu çıkarıyordu. Eflatuna göre ruh, aslında "âlemin
ruhu" (nefs-ül-alem = l'ame du monde) idi. Böyle anlaşılan
ruh, ancak sonradan İbn Rüşd ve Hegel de görüleceği gibi "evrensel ruh"
dur. O, göksel dinlerde (hıristiyanlık, islamlık) olduğu gibi bir kişinin ruhu
olarak yaratıldıktan sonra yer yüzüne düşecek yerde (Zelle-i Adem veya Hubut-i Adem),
bu evrensel ruhun her madde içinde mahbus kalmak üzere dünyaya (yani duyular
alemine) düşmesi ve daima oradan kurtulma ve aslına dönmesi " şevk"i
içindedir. İşte metafizik felsefenin anladığı gibi maddeden ayrı ve ondan
kurtulma çabası içindeki ruh fikrinin kökü budur.
Aristo'da Ruhculuk
Aristo'nun ruh anlayışı oldukça farklıdır. Metafiziğinde
"ferdi cevher" fikrini temel olarak koyan bu filozof ruh sorusunda da
ferdi ruh görüşünü savunmaktadır. Ruh ile maddenin ilişiği şekil ile maddenin ilişiği
gibidir. Bu iki varlık birleşerek cevheri meydana getirir. Ruh maddenin şekli
veya gücün (kuvvenin) fiili dir, beden bir nevi madde olduğuna göre, ruh
bedenin şekli (forme) demektir.
Bu şekil yalnız figure anlamına gelmez; beden unsurları
arasındaki uyuşma ve ahenk anlamına gelir. Fakat böyle
anlaşılınca ruhun maddeyle beraber dağılıp gitmesi gerekir. Halbuki Aristo'ya
göre henüz hiç bir şekli almamış olan ilk madde olduğu gibi, hiç bir maddeye
muhtaç olmayan sırf şekil de (forme
pure) vardır. Bu sırf
şekiller veya sırf fiiller maddeye muhtaç olmayan ruhlardır. Aristo da burada
üstün âlemin ruhlarını ve Allah'ı açıklamakla beraber bu dünyaya ait ruhlar da
Eflâtun'cu görüşten ayrılıyor. Diyalektik yerine gözleme ve kanıtlamaya dayanan filozof
ruh görüşünü metafizik bir psikoloji ile tamamlıyor. Ona göre madde dışında
evrensel bir Ruh (Esprit) değil, ancak gözlemlerle tesbit ettiğimiz
Nefsler (les âmes) söz
konusudur. Nefs, içinde bulunduğu maddeyi hareket ettirici prensiptir. Yalnız
canlı maddeden başlıyarak meydana çıkar. Bitkide, bitkinin nefs'i, hayvanda
hayvanın nefsi, insanda akıllı nefs olur. Her derecede öncekinden daha üstün
yeni melekeler kazanır. Mesela bitkide yalnız beslenme gücü
ile çoğalma gücü olduğu halde, hayvanda bunlara hareket ve algı gücleri katılır.
Insanda bütün bu güclerle birlikte bilici güç ile işleyici güç onu önceki varlıklardan
ayırır. İnsanın bilici gücü de pasif ve aktif iki bilme gücüne ayrılır.
Birincisinde yalnız izlenimleri alır; ikincisinde onları terkip eder ve üstün
âleme çevrilir. Dünyaya ait eylemlerden kurtularak sırf şekillerden ibaret
üstün alemi, yani evrenselleri seyretme gücü haline gelir.
Aristo ve Eflâtun ruh anlayışlarının ilk ifadesinde çok
ayrıldıklan halde, sonuçlarda yine de birleşmektedirler. Eflâtun gibi Aristo'ya
göre de sırf şekil olan ve bütün varolanlann sırf fii’li olan Allah külli
ruhtur. Her ikisinde de İdee veya sırf şekil bizim üzerimizde (yani dünya işlerinde)
etkili değildir. Allah maddeyi bilir, onu bütün olarak seyreder ve bilir. Bunun
için Allah' ın her şeyi bilme gücü (omniscience)
buradan gelir. Eflâtun'da da Aristo'da da
insan
nefs'inin üstün gücü eylem (action)
değil, temaşa (contemplation)
dır. İnsan ne kadar dünyaya ait eylemlerden ayrılır; ne kadar temaşa
gücünü kullanırsa bilgisi o kadar tamdır. Köleler işle uğraştıkları için onlarda
yalnız eylem nefsi gelişmiştir. Bunun
için asıl ilim ve felsefe ile uğraşmak hür sitelilere vergidir.
Plotin'de Ruhculuk
Ancak İlkçağ sonunda Plotinus'un (205-270) ruh görüşü
Aristo ve Eflatun'dan mülhem olmakla beraber bir bakımdan onlardan ayrıldı. Her
iki Yunan filozofunda aşkın âlem ile dünya ayrı kaldıkları halde Plotin'de
onlar birleşir. Bu birleşme, Aristo'yu Eflâtunla tamamlamak için Iskenderiye'li
filozofun yaptığı fikri çabadan doğsa gerektir. Bu noktada Plotin, Eflatun diyalogları
arasındaki tutarsızlığı da ortadan kaldırmaya çalışır. Bir yanda
akıledilir âlemle, duyulur alemi ayıran gençlik ve orta
yaş diyalogları; ötede bu iki alemi birleştirmeye meyleden yaşlılık diyalogları! Bu çelişmeyi çok iyi farkeden Plotin Eflâtun'u kendi eserleri içinde sistemleştirmek
ve onu Aristo'nun, Fiil-Güc teorisi ile uzlaştırmak için büyük gayret gösterir.
Vakıa Aristo dahi bütün tabakalı alem görüşüne rağmen ilk madde ile son fiil
arasında Allah ın eşyaya hareketi vermesi bakımından bağlılık görmüyor mu? Burada aşılacak bir adım kalıyor. O da Allahla alem, ruhla madde
arasındaki ayrılığı ortadan kaldırmak, Plotin bunu da Eflâtun'un "Alemin
Ruhu" fikrini anlattığı Timaios diyaloğunda, filozofun kozmogonisinde
buluyor. Böylece âlem, Allah'tan ayrı olacak yerde ondan çıkıyor. Her şey bir
olan varlıktan çıkmaktadır.Ruha gelince, O da gnostiklerin sandıkları gibi
maddenin düşmanı ve onunla savaşan bir güç değil, maddenin içinde öyle bir
konuktur ki, oturduğu konağa güzellik verir, onu onarır ve ayrılması da düşmanlıkla
değil, çıkmış
olduğu ilk köke tek ve mutlak varlığın ruhuna dönmek
içindir.
Ortaçağda Aristo'nun Nefs teorisi Neşşai diye tanınan
islam filozofları tarafından kısmen Plotin'in fikirleriyle uzlaştırılmak üzere benimsendi.
Platon'un fikri birincisi kadar iyi tanınımadı. Fakat O da Avesta doktrini ile
az çok karışmış olarak işraki filozoftarında ve bu çığırı kuran Şehabeddin
Sühreverdi maktul (1153-1191) ün eserlerinde yaşadı. Sufiler ve başlıca Vücudiler
denen ibn. Arabi (1164-1240) izinden gidenler Plotin fikrine dayanarak onu İslam
inancı içinde geliştirdiler.
Yunan filozoflarında ruh maddeden ayrı olarak düşünülmüş ise
de, başlıca zihin melekesi üzerinde israr edilmiştir. Çünkü O yapıcı
değil, bilici, bir güc gibi anlaşilmıştı. Halbuki yeni Eflatunculuk
da denen Plotin felsefesinde ruh bedenden ayrılmakla beraber sırf
zihinden ibaret değildir. Onun aslına dönüşü vecd ve cezbe (extase) gibi
duygusal hayata, "zühd" ve "yalnızlaşma" (itikaf) gibi
fiili hayata aittir. İlk Birliğe dönmek isteyen insan, ruhunu özel
bir eğitimden geçirecektir ki, bu da dünyadan vazgeçme
eksersizinden ibaret olup Zühd ile kazanılır. Ancak ruhun ilk Birlikten tekrar
dünyaya dönmesi (yani Birlikten çokluğa geçmesi) bu eğitimin aşılacak ikinci
konağıdır. Burada Sufi artık yalnızlıkta kazandığı birlikle buluşma halinden
tekrar çokluğa, dünyaya ve topluma dönmektedir. Ortaçağ düşüncesine Eflâtun ve
Aristo'dan ziyade Plotinci düşünce hâkim oldu. Eski Yunanın
temaşacı (contemplatif)
"akıl"ı yerine hıristiyanlık ve Islâmlığın
cezbeli Ruhunu (Esprit) getirdi.
Descartes'da düalist Ruhculuk
Çağdaş felsefe
her iki adımı da aştı. Ruh fikri Descartes'dan başlayarak,ruhla beden
münasebeti şeklinde bir psikoloji problemi halini aldı. Metafizik temelini
kaybetmemek üzere sonraki psikoloji araştırmalarına başlangıç oldu. Filozof
"Tutkular Kitabı"nda (Traite sur les Passions) ruhla beden
ilişkisini inceledi. Madde uzam ve hareket, ruh da düşünce ve irade sıfatları ile
görünen birer cevherdir. Cevher olmaları bakımından dıştan bir etki almazlar. Ne
ruhun beden, ne bedenin ruh üzerinde etkisi vardır. Böyle olmakla beraber ruh
ve beden olayları arasında yine de ilişki görülüyor. Çünkü önce de söylediğimiz
gibi Descartes ruhla beden arasında Allah'ın kurduğu bir paralellik olduğunu kabul
eder. Bu iki cevher o tarzda düzenlenmiştir ki ne zaman ruhta bir değişiklik
olsa ona paralel olarak bedende de bir değişiklik olur. Fakat Descartes'in
izinden giden filozoflarca türlü şekillerde yorumlanmış olan bu paralellik
hipotezi ruh ve madde ilişkisini tam aydınlatamadığı gibi onların büsbütün ayrı
iki cevher gibi düşünülmesi de felsefe ve ilim alanında problemi çözülmez
güçlükler içinde bırakıyordu.
Bunun için, İlkçağdan beri Ruh-Beden ilişkisine ve Ruhun
özüne dair ileri sürülen metafizik fikirleri görelim:
İlk çağda Ruh-Beden ilişkisi
İlk çağda Ruh-Beden ilişkisi
I. Aristo'ya göre Ruh şekil (forme) nevindendir.
Başka deyişle, bedenin şeklidir. Ancak, bu biçim (figure), dış görünüş anlammdaki
şekil değildir. Varlığın en yüksek derecesinde maddesiz şekil (Suret) lere
ulaşıldığı için, üstün Ruhlar da maddeden ayrı şekiller (müfarakât) dır. Cevher
daima madde ile şekilden meydana geldiği için, bu görüşte Ruh'a tam cevher
denemez. Ancak maddesinden ayrılmış şekiller ve akılların (ukul i müfaraka)
cevherliğinden söz edilebilir.
İbn
Sina'da Ruh-Beden ilişkisi
II. Ortaçağda İbn Sina Ruh'un cevherliği fikrinde, onu
Form sayan Aristo'yu aşmaktadır. İbn Sina'ya göre Ruh, manevi bir cevherdir ve
bedenden ayrıdır. Bu problemi çözmek için ergin yaşta yaratılmış olduğumuzu, dış
dünyayı görmediğimizi, boşlukta bulunduğumuzu farz edelim. Organlarımız birbirine
değmemiş, yani hiç bir duyum almamış olsunlar. Böyle bir kimse, yine de var
olduğunu kabul edecek, fakat organlarının, duyusal ruhunun varlığını kabul
etmiyecektir. Onun bu sırada ellerinden birini tasavvur etmesi de mümkündür.
Ancak bunun kendisine ait olduğunu düşünmiyecektir. Bunun için, bu kimse
organları olduğunu bilmeksizin kendi kendisini bilebilecektir. Ayrıca, canının
(nefsinin) bedeninden farklı olduğunu da görecektir. İbn Sina'nın bu
"uçucu insan" (insan ı tâir) benzetmesi, eserlerinin
latince çevirileri ile hiristiyan Ortaçağında da biliniyordu. - Ruh bir cevher
midir? diye soruyor. Buna iki türlü cevap verilebilir: 1) Ruh bir cevherdir,
2) Ruh bir araz (ilinek) dır. Ruhun cevher olduğunu söylemek için, onun araz
olmadığını kanıtlamak, bunun için de insanın karmaşık varlığında Ruhun bir ve
aynı olduğunu göstermek gerekir. İbn Sina'ya göre soru, Ruhun daha önce başka şekilde
var olan bir bedenle mi birleştiği, yoksa şekil verdiği bir maddeyle mi birleştiği sorusudur. Asil güçlük şuradadır: Ruh bir
bedenin ruhu mudur? Beden bir ruhun bedeni midir? Yani Ruh cevher midir, arazmıdır
? Cevabı şöyledir: Ruh bedene varlık veriyor, bunun için onun arazi (ilineği)
değildir. Onun yetkinliği (Entelechia) olduğu için, var kılan şeydir.
Öyle ise, ruhu almadan önce bedenin beden olarak var olduğunu farz etmek çelişiktir.
O bir bedene girecek yerde onu meydana getirir, bundan dolayı cevherdir. Ruh bedeni
bırakınca, beden ceset olur. Ruh bedenden ayrılınca canlılar nevinden çıkar.
Ruhla onun can verdiği unsurlar arasında başka orta şekiller vardır. Böylece
Ruh, insanda aşağı nefs (âme) lerin bağlı olduğu asıl cevherdir. Fakat ne
biçim bir cevherdir? Şekil kattığı maddeden ayrılmayan maddi bir Form' mudur?
Vakaa maddeye kazılı ve ondan ayrılmayan Form'lar vardır. İnsan Ruhunun bir
beden şekli olmadığının kanıtı, onun maddi nefs'i değil akılla kavranan
(ma'kul) şekilleri alma yetisinde olmasıdır. Akılla kavranan şekiller ise bir
bedende devam edemez. Akılla kavrananın bölünür bir cisimde olduğunu farz etmek,
"ma'kul" lerin de bölünebilir olması ve uzam (yer kaplama) gibi
özellikleri bulunması demektir ki yalnız geometri figürleri ve sayıların böyle
şekilleri olabilir ve bölünebilirler, "Ma'kül" ün ise böyle şekli
olamaz ve bölünemez. İbn Sina bunu kanıtlamak için psikolojik tecrübeden kanıtlar veriyor:
I.- Nefs kendini algıladığı halde, bedenini bir aletle algılar: a) nefs kendini bir araçla bilseydi, kendini onun yardımı ile bilecekti, halbuki kendini doğrudan doğruya biliyor ve bu bilgiyi biliyor. Öyle ise kendi hakkında bilgisi her türlü beden organından bağımsızdır. b) Akıldan başka bütün yetiler kendilerini bilemezler: duyum kendini duymaz. Yalnız akıl kendi kendisini düşünür. c) Bir alet kullanan bütün yetiler çalışmaları uzadıkça yıpranır ve yorulurlar. Ruh ise en yüksek bilgilere ulaşdıkça çalışması kolaylaşır. Yoruluyorsa, bu kullandığı aletlerin yorulmasındandır. Beden yaşlanınca organlar zayıflar .Halbuki "ma'kul“leri kavrama yetisi asıl yaşlandıktan sonra artar.
II.- Ruh bir şekil değilse ve bir beden aleti kullanmazsa, bedene ihtiyacı nedendir? İbn Sina burada Ruh'la beden ilişkisini, ruhun bedene ihtiyacı olduğu, çünkü ancak bedenle ferdi ruh halini aldığını söyleyerek cevaplandırıyor ki, bu kanıt Felsefe tarihinde "Fertlik ilkesi" (Mebde'-üt taşahhus) diye tanınmaktadır. İbn Sina'daki ruhun cevherliği fikri Descartes'a, bütün cartesienlere kadar gelmiş ve Düşünce tarihinde derin iz bırakmıştır. Fakat onun ruhla beden ilişkisine ait kanıtları doyurucu değildir. Ferdi ruh bir bedene muhtaç ise, bedenden ayrılınca ferdi ruh olmaktan çıkar mi? Bedensiz ruhun özü nasıl devam eder? Filozof bunlara bazen ruhun bedensiz devam ettiği, bazen Kelâmcılara uygun olarak tekrar bedenle birleşeceği tarzında cevap verdiği için bu noktada düşüncesi bulanıktır."
I.- Nefs kendini algıladığı halde, bedenini bir aletle algılar: a) nefs kendini bir araçla bilseydi, kendini onun yardımı ile bilecekti, halbuki kendini doğrudan doğruya biliyor ve bu bilgiyi biliyor. Öyle ise kendi hakkında bilgisi her türlü beden organından bağımsızdır. b) Akıldan başka bütün yetiler kendilerini bilemezler: duyum kendini duymaz. Yalnız akıl kendi kendisini düşünür. c) Bir alet kullanan bütün yetiler çalışmaları uzadıkça yıpranır ve yorulurlar. Ruh ise en yüksek bilgilere ulaşdıkça çalışması kolaylaşır. Yoruluyorsa, bu kullandığı aletlerin yorulmasındandır. Beden yaşlanınca organlar zayıflar .Halbuki "ma'kul“leri kavrama yetisi asıl yaşlandıktan sonra artar.
II.- Ruh bir şekil değilse ve bir beden aleti kullanmazsa, bedene ihtiyacı nedendir? İbn Sina burada Ruh'la beden ilişkisini, ruhun bedene ihtiyacı olduğu, çünkü ancak bedenle ferdi ruh halini aldığını söyleyerek cevaplandırıyor ki, bu kanıt Felsefe tarihinde "Fertlik ilkesi" (Mebde'-üt taşahhus) diye tanınmaktadır. İbn Sina'daki ruhun cevherliği fikri Descartes'a, bütün cartesienlere kadar gelmiş ve Düşünce tarihinde derin iz bırakmıştır. Fakat onun ruhla beden ilişkisine ait kanıtları doyurucu değildir. Ferdi ruh bir bedene muhtaç ise, bedenden ayrılınca ferdi ruh olmaktan çıkar mi? Bedensiz ruhun özü nasıl devam eder? Filozof bunlara bazen ruhun bedensiz devam ettiği, bazen Kelâmcılara uygun olarak tekrar bedenle birleşeceği tarzında cevap verdiği için bu noktada düşüncesi bulanıktır."
Descartes'da
Ruh — Beden ilişkisi
III.- Descartes, metodlu şüphe yolundan doğrudan doğruya
ve kesin olarak bildiğimiz ilk bilginin ben şuuru olduğunu söyleyerek Ruh'un
cevherliği fikrine varıyor. Ruhu ve bedeni iki ayrı cevher sayıyor. İbn
Sina'dan farklı olarak zıt vasıfları olan bu iki cevher arasında "canlılık"
diye başka bir araç-varlık görmüyor. Insanda her şey ya Ruh'tur ya bedendir
yani maddedir. Bütün canlılar gibi insan da yaşama görevlerini "hayvani
makineler" dediği damarlardan geçen bir maddi akımla yapar. "Le
Monde" adli kitabında hayvani makinelerin insanları nasıl hareket
ettirdiğini söyle anlatıyor: "Bütün insanlar bir ruh ve bedenden oluşmuşlardır.
Bunun için ruhu ayrı bedeni ayrı tasvir etmeliyim ve bize benzeyen bu insanları
meydana getirmek üzere bu iki tabiatın nasıl uzlaştığı ve birleştiğini göstermeliyim.
Sindirim, damarların işlemesi, beslenme, organların gelişip büyümesi, solunum,
uyku ve uyanış , ışık, koku, tad, ısı ve başka niteliklerin dış duyu
organlariyle alınmaları, genel
duyumda iz bırakmaları, bu izlerin beyne gitmesi, iştah,
tutkuların iç hareketleri, bunca işlemleri yapan bütün organların dış hareketleri
gibi görevleri bu hayvani makinelerin yaptığını düşünün. Bu görevlerin tıpkı bir
saat veya otomatın hareketleri gibi yalnız organların işleyişine bağlı olduğunu
da gözönüne alın. Bundan dolayı ne başka duyusal ve bitkisel "nefs"i,
ne de başka bir hayat ilkesini düşünmeye lüzum var."
Descartes, yine “Traita sur les Passions” adlı kitabında
da bu hayvani makinelerin beden hareketlerini nasıl yaptığını şöyle anlatıyor:
"Bu hayvani esprit'ler beynin girintilerine sokuldukca, oradan organlara
geçerler. Onlarda kasların biçimini değiştirme ve böylece bütün organları kımıldatma
gücü vardır. Krallarımızın bahçelerindeki çeşmelerde kaynaktan çıkan suyun kuvveti
bir çok makineleri kımıldatmaya, hatta bazı aletleri oynatmaya, borulardan
geçen suyun onlara bazı sözler bile söyletmeğe yettiğini görmüşsünüzdür.
Gerçekten hayvani esprit'ler bu aletleri kımıldatma bakımından
suya benzetilebilir."
Filozof bu benzetmede çok ileri giderek her şeyin ya ruh
ya madde olmasından, canlılığa ait bütün işlemleri maddi cevhere bağlayarak iki
cevherci (dualiste) bir görüşe ulasıyor. İbn Sina'nın ruh-beden ilişkisine
ait açıklamasında baş vurduğu "hayvani nefs"i ortadan kaldırıyor.
Ancak ona göre ruhla beden arasında hiç bir etki olmaksızın yine de paralellik
(mes. Iradeyle davranış, heyecanla ifade arasında bağlantı) vardır. Aralarında
karşılıklı
etki olmayan iki cevherin parelelliği, Allahın her an
onları yeniden düzenlediği düşünülmeden nasıl açıklanabilir? Ilim alanında
paralellik ipotezi, ancak bedene ait değişmelerin ruhdaki değişmeleri doğurduğu
şeklinde psikofizyolojik, yahut her iki yanın karşılıklı etki yaptığı şeklinde
psikosomatik tıp yorumlamalarına götürebilir. Herhalde beden değişmeleri ile
ruh değişmeleri arasında bağlantı o kadar kendini gösteriyor ki, metafizik
ipotezi bırakarak, bu ilişkiyi ruh-beden bütünlüğü halinde görmemek güçtür.
Biricik savunulabilir paralellik güc halinde (virtuel) olanıdır. Düşünce
ile beyin merkezleri arasındaki ilişki bunun açık bir örneğidir. Bir çok
tecrübeler konuşma, yazma, anlama, v.b. düşünce fiilleri ile beyin merkezleri
arasında ilişki olduğunu göstermiştir. Bu ilişki yalnız bu merkezler zedelendiği
zaman ruh yetilerinin bozulmasında meydana çıkıyor. Fakat bu güc halinde
paralellik de bazı limitler içinde kabul edilebilir: savaşlarda beyni zedelenen
bazı hastaların bu merkezlere karşılık olan ruhi görevleri kaybettikten sonra,
yeni alışkanlıklarla bu yetileri kazandıkları görülmüştür. Demek ki, beyin
merkezleri ile düşünme ve konuşma görevleri arasındaki ilişki, ikincilerin
birincilere göre gölge-olay (epiphenomene) olmadığını, ruhi görevler işledikce
onlara karşılık olan organları da tamir ettiğini gösteriyor.
Objektif Spiritüalizm
IV.- Descartes'ın dualisme'i veya sübjektif ruhculuğunun
ilim alanında yorumlanmasından doğan başka bir Ruh görüşüdür. Leibniz, âlemin
monade'lardan ibaret olduğunu söylerken aynı zamanda alemi sonsuz sayıda ruhi
varlıkların meydana getirdiğini, böylece objektif olarak âlemin esasının ruhi (spirituel)
olduğunu söylemiş oluyordu. Filozof bu teori ile ruh - beden paralelliği
ipotezinin güçlüğünden kurtulmak, atomculuğun çıkmazına düşmemek istiyordu.
Alem mekanik kanunlarına tâbi ise de (ki çağdaş ilimde önemli rolü olan Leibniz
bunu inkâr edemezdi) bu mekanik kanunlar dinamik ilkelere dayanmaktadır. Çünkü
maddenin temel vasıfları yalnız uzam ve hareket değil, nufuz edilemezlik ve
dirençtir. Direnç
ise ancak direnen bir kuvvete bağlıdır. Öyle
ise maddenin irca edilmez bir vasfı kuvvettir. Leibniz aynı yüzyılda Boskowicz
ile birlikte maddenin temelini kuvvet saymak üzere mekanizmi dinamizm temeline
oturtmakta idi. Fakat Leibniz, cartesien felsefenin en zayıf tarafını,
ruh-madde ilişkisini çözebilmek için felsefesini bu ikilikten kurtarmağa çalıştı:
âlemin esasının ruhi cevherler olan sonsuz sayıda monade'lar olduğunu iddia
etti. Ona göre: Monade'lar
bir anda başlar ve bir anda biterler. Yaradışla başlar, yokoluşla sona
ererler. Halbuki oluşum eseri olan bütün şeyler unsurların birleşmesiyle başlar,
dağılmasiyle sona erer. Monade'ların dışarıya pencereleri yoktur, kendi başlarına
birer âlemdirler. Monade'ların değişmeleri iç ilkelerinden gelir, hiç bir dış sebep
onları etkileyemez.
Leibniz'in objektif ve çokcu (pluraliste) ruhculuk
görüşü cartesien'lerin açıklayamadıkları noktaları açıklamak, bu felsefeyi
kendi ilkelerine tam uygun hale getirmek ihtiyacından doğmuştur.
Fakat kendisi de yeni çıkmazların doğmasını önleyememiştir:
1) Alemin temeli olan monade'lara hiç bir yoldan girilemediği için, onları ancak
insan ruhuna benzeterek (analogie ile) anlayabiliriz. 2) Fakat âlemin birbirine
kapalı monade'lardan ibaret olması pek gevşek bir ipotezle kabul edilebilir. 3)
Monade'lar hem kapalı âlemlerdir, hem de aralarında Allahın Ezelde kurmuş olduğu
bir ahenk vardır demek paralellik ipotezini başka bir tarzda canlandırmaktır.
Her halde atomlardan kaçan filozof onlardan daha güç anlaşılır bir fanteziye
kapılmış görünüyor.
Mach
ve Russell'e göre spiritüalizm
V. - Ernest Mach "Bilgi ve Yanılma" adli
eserinde " maddeyi oluşturan ilk unsurlarla, şuuru oluşturan ilk unsurların,
aynı kökten, duyumların sentezinden çıktığını, söylerken maddecilik ve
ruhculuktan kurtulacak yerde "duyumlar kompleksi" fikriyle yeni bir
sübjektif idealizme girdiği gibi, Bertrand Russell de Analyse de l'Esprit adlı
eserinde maddecilik ve ruhculuğun yaygın şekillerine hücum ettikten sonra şöyle
bir sonuca varıyor: "Tecrübe dünyamızı meydana getiren cevher bence ne
ruhtan, ne maddeden kurulmuştur, her ikisinden daha ilkel bir şeyden meydana
gelmiştir. Ruh ve madde oluşumlardır (composition). Onları yapan cevher
ise her ikisinin arasında ve üstünde aranmalıdır." Russell burada ruhi
olayların bir objeye yönelmeden ibaret olduklarını söylerken Fenomenoloji görüşüne
yaklaşıyorsa da, sonra onu eleştiriyor. Düşüncesiz obje olamazsa da objesiz düşünce
olabilir diyor. " Fikirlerin objelere bağlanması inanç'a
dayanan bir olgudur diyor. Hayalgücü ile kafanızda inanca bağlı olmadan bir çok
fikri uyandırabilirsiniz. Bu fikirlerin objesi olmayacaktır. Ancak müphem bir
imajla ona ait bir objeye inanırsanız burada fikirle obje arasında bağ kurabilirsiniz."
Russell'in objektif algıyı inanca dayandırması bilgi ile değerleri karıştırmasından ileri geliyor. "Ruhi olaylar bazı davranışları anlamak
için kullandığımız itibari fiction'lardır. "Hakikat ne materyalizmde ne
spiritüalizmdedir. Amerikan realistlerinin "tarafsız" dedikleri (neutre)
ilk unsurlardadır ki, ruh da madde de onların oluşumundan meydana
gelir" diyen Russell tehlikeden korunmak için hiç bir kanunun işlemediği
bir alanda dolaşmaktadır. Ne Mach'ın "Duyumlar kompleksi", ne Russell' ın madde ve
ruh olmayan bu "tarafsız alan" görüşü doyurucu görünüyor. Bu ilim
filozofları Madde ve Ruh metafizikinden kaçarken, iki dünyanın arasında
savunulması büsbütün güç banşsever bir silahsızlanma metafizikine kapılmışlardır.
Romantik Felsefede
Spiritüalizm
VI. - Romantik felsefe ruhculuğa büsbütün başka yönden
ulaştı. Schelling'de Tabiatla Ruh'un başlangıç aynılığı fikri (kendisinden hem
Ruh hem Tabiatın çıkacakları) Mutlak Varlığın kökünde bir "Mitoloji
Felsefesi" olarak geliştiği için Hegel'in hücumuna uğradı. Hegel'e göre ne
Ruh ne Tabiat olan ve ikisini belirsiz olarak kuşatan ilk varlığı bırakarak,
felsefenin temeli olan kavramların incelenmesinden işe girmelidir. Bu da onu
yeni bir
mantık kurmağa götürdü. Diyalektik her an değişmekte olan
âlemin tez -antitez-sentez halindeki "an"larını incelemeyi sağlar.
Böyle bir inceleme soyut kavram olan Varlık ile, yine soyut kavram olan Yokluk
yerine, onların sentezinde Üniversel somut kavram olan Oluş'u koymaya götürür.
Her şey Oluş halindedir ve Oluş halindeki âlem Üniversel Ruh'tur. Hegel
objektif Ruh olarak görünen Oluşu sosyal kurumlarda, Mutlak Ruh'u da Devletde görüyor. Fakat Hegel'in Devlet
teorisi, Bismark Almanyasının demokrasi dünyasına karşı aldığı menfi tavrın
sonucu olarak Prusya monarşisinin devletini açıklamaktadır. Hegel'in sanat felsefesi
de sistemin gerektirdiği sürekli yeni sentez fikirine rağmen İlkçağ klasisizmi,
modern Romantizm ve onların sentezi olan Sembolizm ile kapanmaktadır. Hegel'in
mutlak ruhculuğu
siyasi alanda anti-demokratik olduğu gibi, sosyal
kurumlar alanında da insan ilimlerini sınırılamaktadır. Nitekim 19. ncı yüzyılda
Schopenhauer, Nietzsche felsefeleri, Kierkegaard, B. Russell, W. James alemi
bir diyalektik mantık cenderesine sığdırmak isteyen bu kapalı sisteme (bu panlogisme'e)
ayrı açılardan hücum etmişlerdir.
Mutlak
Spiritüalizm
VII. - Mutlak ruhculuk (spiritualisme absolu) fikri
yaşadıkları sırada pek tanınmamış olan Maine de Biran (1766-1824) ile onun
psikolojik çalışmalarını bir Ruh metafiziki haline koyan Ravaisson. (1813-1900)
tarafından ileri sürülmüştür.
Maine de Biran, Hume'un ve Condillac' ın (1715-1780) görüşlerine
tam zıt bir psikolojinin temellerini kurmağa çalıştı. Ona göre şuurun ilk
olgusu iç duyu (sens intime) dir ve oradan başlayarak bütün şuur
olayları çaba (effort) dan meydana gelir. Filozof Hume'un
aksine olarak ruhi atomlar olan duyumlar ve hayallerden değil, çabadan yani
ruhun dinamizminden işe başlar. Ve yine onun aksine olarak alışmanın (habitutde) mekanik tekrarlariyle çağrışımları, üstün ruhi yetileri
açıklamaya çalışacak yerde, ruhi dinamizmin alçalması, maddeye yaklaşmasından
alışkanlıkların doğduğunu iddia eder. Bu
yeni "alışma" görüşü Ravaisson'da Mutlak Ruh metafiziki halini aldı. Ömrü
boyunca Müze muhafızı ve Kütüphaneci olan bu filozof da basın dünyasına az eser
bıraktı. Fikrini Habitude adlı küçük bir kitapta özetledi. Ona göre alışkanlıklar
insan ruhunun maddeye en yakın, en aşağı derecesi oldukları gibi, tabiatın alışmaları
da onun mekanizmlerini, kanunlarını meydana
getirmektedir. Alem bütün olarak Ruh'tan ibarettir ki,
tabiat kanunları dediğimiz tekrarlar onun alışmalarıdır. Filozof Aristo
felsefesini de ayrı bir inceleme ile bu açıdan ele aldı. Emile Boutroux
(1845-1921) Ravaisson'un mutlak ruhculuğunu ilim kültürü ile zenginleştirdi. "Tabiat
kanunlarının zorunsuzluğu" adlı en tanınmış eserinde matematik ilkelerden
ruhi realiteye kadar derece derece zorunluluğun (necessite) azaldığını söylerken, tabiat olaylarını kendi açtıkları yataklarda
akan akımların değişebilir zorunluluğu gibi anladı ve bu görüşle Ravaisson
geleneğini devam ettirdi.
Bergson'da Spiritüalizm ve Vitalizm
VIII . —
Eskilerinden farklı yeni bir ruh görüşü (Fransız spiritualist felsefesi geleneğine
bağlı olmak üzere) bu yüzyıl başında Henri Bergson tarafından ileri sürüldü.
19.ncı yüzylın kesin determinizmine karşı Ruh alanında indeterministe ve aşırı zihinciliğine
karşı antiintellectualiste bir felsefenin savunucusu olan Bergson bu yüzyıl ilk
yarısının en tanınmış filozofudur. Şuuru bir hayaller şebekesi gibi gören psikoloji
yerine William James'den daha ileri giderek, dinamik bir şuur görüşünü koydu.
Bergson "Yaratıcı Evrim" adlı eserinde canlı nevilerinin içten bir
itilişle, "Hayat hamlesi" ile geliştikleri temel fikrine dayanarak
canlıların mekanik hiç bir evrime bağlı olmadıklarını, biri eklemliler
(böcekler) de öteki omurgalılarda (başlıca insanda) üstün şeklini alan,
birincisi içgüdü ikincisi zeka denen gücleri meydana
getirerek yaşama
kuvveti kazanan başlıca iki dala ayrıldığını gösterdi. İçgüdü hedefine şaşmaz
olarak gider, fakat kör bir güçtür. Zeka deneme ve yanılmalarla gittikce
düzelerek gelişir. Zekanın esaslı rolü çevresini kendi faydasına kullanabilmek
için parçalara bölmek, niceleştirmektir. Zeka, maddenin nicelik vasıflarına
uyarak ondan faydalanmasını bilir, yani pragmatik bir yetidir. Hayat gibi şuurun
kendisi ise, nitelikten,
değişmeler içindeki oluştan ibarettir ve bu vasfiyle maddenin tam zıttıdır. Bütün
anları birbirine bağlı olan, parçalanamıyan bu değişmeler içindeki devama
Bergson kendine vergi bir terimle "süre" (Duree) diyor.
Zekâ başlıca maddeden faydalanmaya, hatta madde olmayanı (hayatı ve ruhu) madde
gibi parçalara ayırarak, bozarak açıklamaya çalıştığı için hayatı ve ruhu zekâ
ile anlamak kabil değildir. Hume ve Taine'den beri filozof psikologların yanılmaları
onu maddeyi inceler gibi unsurlara ayırmalarından, niceleştirmelerinden gelmektedir.
Buna karşı Bergson, insanda kökleri içgüdünün yanlımaz gücünden gelen ve zihnin
ince bir yetisi olan sezgi (intuition) bulunduğunu ve ruhun kalitatif süresini yalnız sezgi ile kavramak mümkün olduğunu söylüyor. Bu, Schelling'in sanat sezgisine benzeyen,
hayat ve ruh gerçeğini oluş halinde kavrayan bir güçtür. Fakat artık burada
filozof determinist görüşü bırakarak hayat hamlesini, ruh oluşunu bir sanatcı sezgisi
ile hür olarak kavrayan bir görüşü, zihinciliğe ve determinizme karşı bir görüşü
savunmaktadır.
Bergson
"Madde ve Hafıza'" adlı eserinde yeni ruh görüşünü daha iyi açıkladı.
Bunun için, dinamik ruhun en belirli görünüşü olan hafıza ile maddenin münasebetini
inceledi. Eskiden beri paralelizm ipotezine bağlı olan psikofizyoloji hafıza
ile beyin arasında sıkı bir ilişki görür; hatta birincisini ikincisinin görevi
sayardı. Psikologlara bu cesareti veren hafıza ve konuşma
hastalıklarında
beyin merkezleri denen yerlerin zedelenmiş olması idi. İlk defa Pierre Marie
böyle bir paralellikten şüphe etti. Fakat Bergson kendi dinamik hafıza görüşüne
dayanarak böyle bir ilişki görüşünün çok zayıf temellere dayandığını gösterdi.
Onca hafıza bir hayaller şebekesi olmadığı gibi beynin bir görevi de değildir.
Beyin, hafızanın (genellikle Ruhun) yalnızca aleti (instrument)
dir. İkisi arasındaki nisbet yalnız bir çerçeve ile
levha ilişkisinden başka bir şey değildir. Hafıza geçmişten şimdiye, yaşanan
gerçeğe doğru gergin dinamik bir güctür. Onun uyanıklığı yaşayış yönünden ileri
gelir. Hayaller hafızanın akışı üzerinde gerçekle temas noktalarıdır, hafızanın
bütününden ayrı varlıklar değildir. Mutlak unutma yoktur, yaşayış yönü ile
ilgisi olmayan hayaller alt şuurda, yeni bir gerilme anında meydana çıkmak üzere
beklemektedir. Bergson'a göre ruhla beden arasında paralellik olmak şöyle dursun,
ruh bedeni aşar, onunla ölçülemez. Beden yalnız ona alet görevini görür.
Çağrışımcı, unsurcu, mekanik hafıza görüşlerine hücumlarında, beyin merkezleri
ile konuşma bozukluğu arasında daima başarılı olmayan ilişkilere çevrilmiş tenkitlerinde
Bergson büyük bir yenilik getirmiştir. Şu kadar ki "Madde ve Hafıza"
da verdiği benzetişler de gösteriyor ki, bu görüş ruhun kendi aleti olan
beyinle ilişiğini ortadan kaldıracak kadar ileri gitmektedir. Yeni görüşün doğurduğu
buhran, ruh ve beden zıtlığını nitelik ve nitelik zıtlığına irca etmesinden,
sonradan hayat realitesini bütün varlığa yaydığı halde köklerinde fransız
felsefe geleneği gibi ikici kalmasından gelmektedir.
Ruh-Beden Bütünlüğü
IX. - Ancak Gestalt psikolojisi ve yeni araştırmalar
Bergson'un tenkitlerindeki doğru taraflarla birlikte, ruhla beden arasında iki
ayrı cevherin ilişiğini değil, bir bütünün iki manzarasını görmeğe doğru
ilerlemektedir. Bu alandaki çalışmalar Hering, Rignano, Bleuler, Jung, Klages,
v.b. larına, ayrıca Wertheimer, Koffka, Levine, Köhler ve daha başka Gestalt
psikologlarına aittir. Gestalt psikologları ruhu mozaik gibi parçaların yanyana
gelmesi şeklinde anlayan eski çağrışımcı görüşe karşı en kuvvetli eleştirmeyi
yapmışlardır. Fakat Köhler'in yanılması mekanik düzenle dinamik düzen arasında
zıtlık kurması ve yalnız dinamik görüşe bağlanmasındadır. Beyinde belirli ruhi
görevlere karşılık merkezler değilse de bölgeler vardır. Ancak herhangi bir
sarsıntı (diyelim savaş zedelenmeleri) ile bozulan bu bölgeler yeni alışkanlıklarla
baştan kurulabiliyor. Organizm kendini tamir edebiliyor, ruhi görevler de
eskisi gibi işlemeye başlıyor. Birinci Dünya Savaşı sonunda askeri hastanelerde
yapılan bir çok tecrübeler yeni alışkanlıklarla merkezler veya bölgelerin tamir
edildiğini ve eski ruhi görevlerin yeniden işlediğini gösterdi. Bütün gözlemler
Bergson'un çağrışımcı
ve unsurcu psikoloji görüşüne yaptığı hücumlar ne kadar
kuvvetli olursa olsun, ruh-beden bütünlüğünü ortadan kaldıran yeni bir
metafizik ruh görüşü hesabına kullanılamaz.
Hiç yorum yok :
Yorum Gönder