kitap
ZÂBIT VE KUMANDAN ILE HASBIHAL
M.Kemal
Dizgi - Baskı - Yayımlayan:
Yenigün Haber Ajansı
Basın ve Yayıncılık A.S.
Haziran 1998
ATATÜRK'ün Askerlik Üzerine Kitapları (1908-1918)
Atatürk, 1893'te (Selanik) girdiği
askeri mektebi 1905'te (Istanbul) kurmay-yüzbası rütbesini alarak bitirmisti.
M. Kemal'in öğretim durumunu,
Selanik'teki askeri ortaokul, manastırda lise (1899) Istanbul'da harp okulu
(1902) ve harp akademisi olarak sıralamak
mümkündür. O, bu suretle askeri bilgiler için, zamanının bütün
normal öğretim kademelerini basarı ile
atlamıstır. Kurmay (erkânı-harp) sınıflarındaki okuma devresi
kendisine yükseköğretimin en ileri
bilgi ve görgülerini kazandırmıstır. Bunu her vesile ile kendisi daima
hatırlardı. O, kurmay sınıflarında
iken memleketin siyasi durumu ile ilgilenmis, istibdada karsı hür fikirler
yayan gizli nesriyatı okuması ve
arkadaslarıyla konusmaları sayesinde, daha o zamandan memleketin siyasi
mukadderatı için mesgul olmaya baslamıstır.
O yıllarda harp akademisine ayrılan az sayıda genç subay
talebeler, binlerce harp okulu gençlerine
hitabeden hür fikirleri yaymak için çesitli vasıtalardan
faydalanmıslardı. Bu arada tertip
ettikleri gizli gazetelerin yazıları bizzat M. Kemal'in kaleminden çıkmıstır.
M.
Kemal okuma devrelerinde anlayıslı,
zeki ve çalıskan, hatta bazen fazla atılgan bir talebe olarak hocalarının
takdirini kazanmıs ve dikkat nazarlarını
çekmistir.
Aynı zamanda M. Kemal, öğretim
devresinin her kısmında yazı yazmaya ve hatta manastırdaki okulda iken
edebiyat ve siire merak sarmıs ve
hitabet tecrübeleri için hiçbir fırsatı kaçırmamıstır. Ders kitaplarından gayri
ne bulursa okumus, harp akademisinde
ve devlet merkezindeki müsahedeleri onda derin izler bırakacak
kadar kuvvetli olmustur. Bu tahsil çağından
sonra 1905'den 1908'e kadar M. Kemal, Suriye'de ve
Makedonya'da vazife görmüstür.
Bu yıllarda M. Kemal, bir taraftan
mesleki bilgilerini tatbiki sahada ilerletirken bir taraftan da memleket
idaresi
için ikinci mesrutiyetin ilanından
önceki siyasi faaliyetlere katılmıstı. Bu maksatla Sam'da kurduğu (Ekim
1906) Vatan ve Hürriyet adı altındaki
siyasi cemiyetin faaliyetini Makedonya'ya intikal ettirmis bulunuyordu.
Ikinci mesrutiyetten önce Makedonya ve
bilhassa Selanik, her bakımdan Osmanlı Imparatorluğu'nun en faal
merkezlerinden biridir. Siyasi
fikirler orada teskilatlanmıs ve olgunlasmıs, askeri birliklerin önemli kısımları
orada toplanmıstır. Askeri ve sivil
aydınlar zümresinin büyük faaliyeti bu bölgede merkezilesmistir.
1907 yılında M. Kemal, kolağası (kıdemli
yüzbası) rütbesiyle Makedonya üçüncü ordu müfettisliğinde
vazifelidir. Aynı zamanda ''Ittihat ve
Terakki'' cemiyetinin gizli çalısmalarında yer almaktadır.
Makedonya'da (23 Temmuz 1908) hürriyet
ilan edilince, Osmanıl Imparatorluğu'nda ikinci mesrutiyet devri
açılmıstır.
M. Kemal bu inkılaptan sonra ordu
mensuplarının günlük politika konularıyla mesgul olmasını
istememektedir.
Iktidarı ele alan ve siyasi bir parti
olarak is basına geçen Ittihat ve Terakki mensupları, bu fikri kabul etmek
istememektedirler. Çünkü ihtilali
basarabilmek için ordu mensuplarına dayanılmıs olduğu gibi, iktidarı devam
ettirebilmek için de yine onların
siyasi faaliyetine ihtiyaç hissediliyordu.
M. Kemal, ordunun ıslahını istediği
gibi, talim ve terbiye için gerekli çalısmaların yapılmasına çok önem
vermekteydi.
Mesrutiyetin ilanından sonra, M. Kemal
bütün dikkat ve ilgisini askeri çalısmalar üzerinde toplamıstır. O,
subayların yeni esaslara göre mesleki
bilgilerini arttırmak için yayın yapılmasını lüzumlu addediyordu.
Selanik'te Üçüncü Ordu Subay Talimgâhı
Komutanlığı'nda (1909) iken, bu islere daha çok vakit ayırmıstır.
Osmanlı ordusunun Alman usulüne göre ıslahat
hareketini zaruri bulmakla beraber, yine de kendi askeri
hayatımızdan alınmıs tecrübelerin bu
iste rol oynamasını istemektedir.
M. Kemal imzasıyla 1908-1918 yılları
arasında küçük brosürler halinde yayımlanmıs kitapların tarih sıralarına
göre isimleri sunlardır:
1) Takımın Muhabere Talimi, General Litzman'dan tercüme, Selanik. 10
Subat 1324-(1908) (64 sayfa)
2) Cumalı Ordugâhı. Süvari, Bölük, Alay, Liva Talim ve Manevraları.
Selanik 1325-(1907) (41 sayfa)
3) Besinci Kolordu Erkânı-Harbiye Tabiye ve Tatbikat Seyahati. Selanik
1327-(1911) (40 sayfa) (*)
4) Bölüğün Muharebe Talimi. General Litzman'dan tercüme Đstanbul
1328-(1912) (74 sayfa)
5) Zabit ve Kumandan ile Hasbihal. Đstanbul
1334 -(1918) (32 sayfa).
Atatürk'ün bu küçük brosürlerini üç kısma
ayırmak lazımdır. Birincisi iki kitap halinde olan
General
Litzman'dan tercümelerdir. Diğer ikisi, askeri tatbikat esnasında
tutulan notların krokiler ilavesiyle kitap haline
getirilmesidir.
''Zabit ve Kumandan ile Hasbihal'' ise arkadası M. Nuri'nin (Conker)
''Zabit ve Kumandan'' adlı eserini
okuduktan sonra onunla ''hasbihal'' seklinde cevabıdır.
Simdi sırasıyla bu kitapların mahiyetine temas edelim:
Atatürk, General Litzman'ın ''Seferber mevcudunda Takım, Bölük ve
Taburun Muharebe Talimleri'' adındaki
eserini (dördüncü baskısı) Türkçeye çevirmistir.
Kendisinin önsözünde de belirttiği gibi bu eserin dilimize çevrilmesini
lüzumlu görüyor, fakat baskalarının da
aynı fikirle hareket edeceklerini düsünerek kendi tercümesini derhal çıkarmıyor.
''Fakat zannettiğim henüz
olmadı'' diyerek eserin ''tekmil münderecatının'' bütün tercümesini
beklemeden her meselenin bir kitapçık
halinde çıkmasını münasip görüyor. Ayrıca da kaydettiğine göre ''Eser
tertibi cihetiyle buna müsaittir'' diyor.
Bu tercümede harflerle gösterilen sahıslar yerine Türk isimleri kullanılmıs
ve haritadaki yer adları da
tamamen Türkçe olarak konmustur. Mesela, Yesil Tepe, Pınarlıtepe,
Föztepe, Yassıtepe gibi. Bunların, Türk
okurlarına meseleyi mütalaa ve takip edilislerinde daha kolaylık olacağını
kaydetmektedir.
M. Kemal'in imzasını tasıyan bu tercümelerden biri (10 Subat 1324-1908)
Takımın Muharebe Talimi, ikincisi
ise Bölüğün Muharebe Talimi'dir (1328-1912). Yukardaki listede 1 ve 4
numaralardır. Birincisinde bir harita
ikinci kitapta ise bir kroki vardır. Ikinci kitap doğrudan doğruya
askeri bir meseleye dair verilen ''misal'' ile
baslar ve daima krokideki isimlere atıf yapılarak açıklamalarda
bulunulur. Yeni tabiye ve seferiye külliyatının
besinci numarasını alan bu kitapların, isimlerin değistirilmesinden
gayri, General Litzman'dan tamamen
tercüme olduğu anlasılıyor.
Daha önce Selanik'te basılmıs birinci kitabın doğrudan doğruya
tercümesinden evvel, Atatürk'ün yazdığı
önsöz bilhassa dikkate değer. Burada esas fikirleri sudur:
Türk ordusunda senelerden beri tatbik edilmekte olan talimnameler bu yıllarda
yeni usullere göre
değistirilmektedir. Bu, Türk ordusunun kendi çalısmaları neticesi ve
tedrici bir tekamül ile olmadığı için
yapılan yeniliklerin askeri hayatta esaslı hazırlıklar olmazsa sasırtıcı
olabileceğine inanıyor ve eldeki eski
talimnameler'in zamanın terakkilerine uygun olmadığını kaydederek onların
yerine ''zaman-ı hazır harbinin
taleb eylediği evsaf ve seraiti bahsedecek yeni bir kitab-ı mübin koymak
mecburidir'' diyor. Böyle bir hazırlık
ve çalısma yapılmadığı takdirde neticelerin iyi olmayacağını su cümle
ile belirtmektedir: ''Iste bugün Osmanlı
ordusu, heyet-i askeriyesi bu haldedir. Lakin, ne çare ki bu saskınlıktan
bugün ihtiraz etmek istersek, yarın
derecesi büyüyeceği için ihtiraz imkânı azalacak ya da bir meydan
muharebesi atesli seması altında esbab-ı
izalesi mevcudiyetimize tesir-i elim icra edebilecek azim bir saskınlıkla
nihayet bulacaktır.''
Bu cümle, maalesef mağlup olduğumuz Balkan Harbi'nin adeta bir ön sezisi
gibidir.
M. Kemal, ordudaki eski talimnameleri, ''sakim âdetleri'' tamamen bırakmak
taraftarıdır. Fakat yeniliklere
delalet edecek olan her rütbedeki subayların bu bakımdan iyi yetismeleri
sarttır. Kendisi bunun için diyor ki:
''Bu hususta en iyi vasıta talimlerin harp noktai nazarından suret ve
muvaffakiyet-i icraiyesini tasvir eden
asardan istifade etmektir.''
M. Kemal, elde bulunan eserleri kâfi görmemektedir. Iste bu itibarla lüzumuna
inandığı yabancı eserlerden
tercümelere baslamıs ve bunlardan ikisini birer küçük brosür olarak
nesretmistir.
Bu brosürlerden ikinci grup baska
mahiyettedir. Atatürk bir kurmay-subay olarak nazari bilgilere önem
verirken, askeri tatbikat ve manevraların,
sadece istirak edenlerin istifadesinde kalmasına gönlü razı
olmamaktadır. Bu itibarla, o bu
tatbikat esnasında tuttuğu müsahade notlarını ve kumandanların yaptıkları
tenkitlerini yazmıs ve bunlardan
ikisini bol krokilerle yine küçük birer brosür halinde nesretmistir. Bunlar
yukardaki listede 2 ve 3 numaralı
olanlardır.
Bunlar öyle birer örnektir ki, M.
Kemal'in mesleki gelismesini hazırlamıs ve onda müsahade ve tenkid tabiatını
olgunlastırmıstır. Bu kitapların metni
okunduğunda, zamanının tarihini de düsünerek, bir hüküm vermek
yerinde olur sanırım.
Simdi aynı tarihlere ait Atatürk'ün
bana yazdırdığı bir hatırayı burada okumak, kendisinin o devredeki
mesguliyetleri için iyi bir fikir
verecektir:
Atatürk, Selanik'te geçmis bu olay
için hatırasını dikte ettirdiği vakit (1937) yazıyı su hükümle bitirmisti:
''Kumandanlar madunlarından yüksek ve
alim olmalıdırlar.'' Ayrıca da bana tavsiyesi su olmustu: ''Bu yazıyı
bir gün nesretmek istersen benim o
tarihlerde çıkardığım bir tercüme kitabımdaki önsözümü okur ve buna
ilave edersin.'' Bu makaleyi o önsözle
beraber Belleten'de 1950 yılında bastırdım ve tavsiye ettiği kitabın
önsözünün bir kopyası ile fotoğrafını
ilave ettim. Yazı sudur:
''Osmanlı Đmparatorluğu'nda 1908
Hürriyet inkılâbı olmustur. Mustafa Kemal,
Makedonya'dadır. Yıl 1909
yazıdır. O, Selanik'teki büyük kumandanlık (erkân-ı harbiye) kurmayında
kolağası (kıdemli yüzbası)
rütbesinde bir subaydır.
Osmanlı ordusu hizmetinde bulunan Almanyalı Maresal Von der Goltz,
Makedonya'daki Türk ordusuna
garnizon tatbikatı yaptırmak üzere, Selanik'e gelecektir.
Büyük kumandanlık erkân-ı
harbiyesinde, talim ve terbiye masası sefi olan Mustafa Kemal, Maresal Von der
Goltz gelmeden evvel, Selanik civarında
tatbikini muvafık gördüğü bir meseleyi hazırlamakla mesguldür.
Mustafa Kemal, Kumandan Hâdi ve Erkân-ı
Harbiye Reisi Ali Rıza Pasaları bundan haberdar etmek istiyor.
Pasalar, Kolağası Mustafa Kemal'in bu
cüretini hayretle karsılıyorlar, onu âdeta tahtie ediyorlar:
- Canım, diyorlar, buraya gelecek olan
Goltz bizden ders almak için değil, bize ders vermek için geliyor.
Mustafa Kemal,bu sözlere su cevabı veriyor:
- Büyük âlim, filozof, ''Millet-i müsellâha'' müellifi olan Goltz'dan
istifade etmek, üzerinde durulacak mühim bir
noktadır. Ancak, Türk erkân-ı harbiye ve kumanda heyetlerinin kendi
vatanlarını nasıl müdafaa etmek lazım
geleceğini gösterebilmeleri elbette ondan daha çok mühimdir. Bir de,
buraya yorgun gelecek olan Maresal'a,
fazla külfet yüklememek de münasip olur kanaatindeyim.
Mustafa Kemal'e serzenisler devam
etmektedir. Onun hareketini doğru bulmayanlar, henüz kanaatlerini
değistirmemislerdir. Bunun üzerine
Mustafa Kemal daha ileri giderek:
- Efendim, diyor, benim hazırlayacağım
meseleyi Maresal'a göstermek ayıp değildir; bunun aksi ayıptır.
Benim eserim, Maresal'in fikrine uygun
düsmez veyahut Maresal benim eserime alaka göstermezse, kendi
istediğini tatbik ettirmek onun
elindedir. Fakat bütün Makedonya'ya sâmil, büyük bir Türk ordusu kumanda ve
erkân-ı harbiye heyetinin hiçbir seyi
düsünmez ve hiçbir müdafaa tertibatı alamaz insanlardan tesekkül ettiği
zehabını onda uyandırırsak, iste asıl
Türklüğe ve Türk askerliğine yakıstırılamayacak hareket, bu olur.
Maresal Goltz Selanik'e gelmistir ve
Splandit-Palas'tadır. O günün gecesinde, Mustafa Kemal, bu otele ve
Maresal'in nezdine gitmek üzere, bir
davet alıyor. Mustafa Kemal'i otel koridorunda karsılayan, Erkân-ı
Harbiye Reisinin yüzünde müjdeleyici
bir besaret vardır. Maresal'in bulunduğu salona giderken, Erkân-ı
Harbiye Reisi, bu müjdeyi Mustafa
Kemal'e bildiriyor: Kendisinin planını Maresal çok beğenmistir, ancak bazı
izahat almaya lüzum gördüğünden plan
sahibini davet etmistir.
Mustafa Kemal: ''Merak etmeyiniz
icabeden izahatı veririm'' sözü ile muhatabını tatmin ederken, holde
Maresal'le karsı karsıya geliyor.
Salona giriyorlar. Masa üstünde bir büyük harita durmaktadır. Kumandan ve
Erkân-ı Harbiye Reisi ayakta
dinliyorlar. Yalnız Maresal ile Mustafa Kemal konusmaya baslıyorlar. Münakasa
ediliyor ve karar veriliyor: Mustafa
Kemal'in planı tatbik edilecektir.
Ertesi gün, Vardar nehri havzasında
tatbikat baslıyor, karsılıklı kuvvetler harekete geçiyorlar. Bir muharebe
tatbikatı yapılmaktadır. Muharebenin
cereyanı esnasında Maresal Goltz, Mustafa Kemal'i aratıyor ve yanında
bulunmasını emrediyor. ''Bana yardım
ediniz'' diyor. Maresal'in hakkı vardır. Çünkü kendisi araziye
yabancıdır, o havaliyi Mustafa Kemal
kadar tetkik etmek fırsatını bulamamıstır; bir de bu meseleyi tertip eden
kendisi değil, bizzat Mustafa
Kemal'dir.
Manevra bittikten sonra tenkid yapılacaktır;
bunu yapan bizzat Maresal olmustur. Bu tenkidden bütün
kumanda ve erkân-ı harbiye heyeti
memnun ve müstefid olmustur. M. Kemal'in kanaatine göre, Almanyalı
Maresal'in tenkidi, herkeste su intibaı
bırakmıstı:
''Kumandanlar mâdunlardan yüksek ve
âlim olmalıdırlar.'' (*)
Iste bu hatıra M. Kemal'in o
tarihlerde mesleki meselelere ne kadar önem verdiğini belirten güzel bir
örnektir.
Bu brosürlerden sonuncusu ''Zâbit ve
Kumandan ile Hasbihal''dir. Sofya'da Atasemiliter iken Mayıs 1330'da
yazdığı bu kitap diğerlerinden tamamen
farklı bir karakterdedir.
Arkadası Binbası M. Nuri (Conker)'in
''Zâbit ve Kumandan'' adlı kitabını okuduktan sonra kaleme aldığı bu
yazılarda M. Kemal hakikaten baslığında
belirttiği gibi bir dertlesmede, bir hasbihal havasını vermektedir.
Kitabın tanıtılmasına geçmeden önce bu
yazıları yazmaya kendisini sevk eden M. Nuri Conker'den biraz bilgi
vereyim. Esasen bence Atatürk'ün
Hasbihal'ini okumadan evvel ''Zâbit ve Kumandan'' kitabını okumak
lazımdır. Simdi nesredilmekte olan bu
kitabın bas kısmında M. Nuri Conker'in hal tercümesi okunacaktır.
Ancak burada Nuri Conker'in Atatürk'le
olan arkadaslık derecesine isaret etmek isterim.
11.1.1937'de vefat eden Nuri Conker
için Atatürk bana hitaben Cenevre'ye 16.1.1937'de yazdığı mektupta
aynen söyle demektedir: ''Hatay
üzüntüsüne Conker'in ölümü acısı karıstı; bu acının açtığı yaranın derinliğini
tahmin edersin.''
Atatürk hakikaten Nuri Conker'i çok
severdi. Onunla sakalasmaları, konusmaları en samimi bir hava içinde
geçer ve birbirlerine senli benli
hitap ederlerdi. Bunun sebeplerini söylece sıralamak mümkündür. Bir kere M.
Kemal, Selanik'te mahalle arkadası,
sonra Askeri Rüstiye'de, Manastır idadisinde, Istanbul Harbiye
mektebinde, Harp Akademisi'nde mektep
arkadaslığı etmis olduğu Nuri Conker ile hayatta da hemen daima
aynı yerlerde vazife görmüslerdir.
Bunlar sırasıyla söyledir: Selanik'te Üçüncü Orduda, Hareket Ordusunda,
Arnavutluk harekâtında, Afrika'da
Trablusgarp ve Bingazi muharebelerinde, Çanakkale Anafartalar ve
Conkbayırı muharebelerinde, Doğuda Mus
cephesinde, Đstiklâl harbinde ve inkılaplar devrinde, 1937'de Nuri
Conker ölünceye kadar hemen ekseri
zamanla beraber bulunmuslardır. Atatürk onun arkadaslığını daima
aramıs ve birbirlerine karsılıklı vefalı
dost olmuslardır.
Hatta Ankara'ya kısa bir müddet vali
ve kumandan vekili olusunun, Atatürk, Selanik'te hep beraber
konustukları zamanki vazife taksimi
ile ilgili olduğunu, kendisine daima hatırlatırdı.
1908'in kıs aylarından bir gece, Selanik'te
Beyazkule karsısında askeri kulüpte bir konferansı dinleyen bir
grup subay aralarında konusuyorlar.
Atatürk 1937 yılında bu olayı bana söyle anlatmıstı:
''Inkılabı ikmal etmek lâzımdır. Biz
bunu yapabiliriz. Ben, bunu yapacağım. O zaman için, düsündüklerimi size
kısaca anlatayım: Bugünkü, Osmanlı Đmparatorluğu'nun
yüksek sayılan kumandanları, benim için yoktur.
Ordu kumanda sicilleri için, ben son
limit olarak, binbasıyı kabul ediyorum. Geleceğin büyük kumandanları
bunlar olmak gerektir. Sicil defterlerinin
binbasıya kadar olanlarını muhafaza edeceğim, üst tarafını
yaktıracağım.''
Arkadaslarından biri, bu söz üzerine
buna itiraz ediyor ve büyük tasfiye isinin nasıl yapılabileceğini anlamak
istiyor. Mustafa Kemal'in cevabı sudur:
- Evet binbasıdan yüksek olanlar aybasında, benim teskil edeceğim
bürolara gelip maaslarını istedikleri
zaman, büro sefleri defterleri tetkik ettikten sonra: ''Efendim defterde
sizin isminiz yoktur, sizi tanımıyorum''
diyeceklerdir.
Mustafa Kemal'in arkadaslarından biri soruyor:
- Bundan sonrası ne olacak?
Mustafa Kemal, tereddüt etmeden, su cevabı vermistir:
- Bundan sonra ne olacağını, yapacağımız inkılap gösterecektir ve
sözlerine devam ederek daha kat'i bir
ifade ile
- Evet inkılap yapacağız. Bugüne kadar yapılan inkılap, kâfi sayılmaz.
Fazlasını yapacağız. Memleketi binbir
akılsızın eline ve keyfine bırakamam. Bu çok adamların yerine, birkaç
kafa ile iktifa edebilirim: Mesela Kâzım
(Özalp) Köprülü'yü Harbiye nazırı yapacağım. Nuri (Conker)yi Kumandan ve
idare sefi yaparım. Fethi
(Okyar)'yi yeni inkılapçı Türkiye'nin mümessili sıfatıyla Avrupa'ya
gönderirim...
Sofrada hazır bulunan öteki arkadasları, derhal soruyorlar:
- Ya bizleri efendim?
Mustafa Kemal su cevabı veriyor:
- Sizler de göstereceğiniz değer, faaliyet nispetinde birer vazife alırsınız.
Sofradaki arkadaslarından biri Nuri (Conker) M. Kemal'in istikbali
kucaklayan bu sözlerine, ahenkli bir
kahkaha ile gülüyordu. Mustafa Kemal, kahkahasını bir türlü yenemeyen,
bu arkadasının sükûnet bulmasına
intizar etti ve sonra ona sordu:
- Niçin gülüyorsun?
Gülen arkadası cevaben:
- Seni düsünüyorum da, onun için... Bütün bu isler içinde sen ne olacaksın?
Mustafa Kemal, bu suale sarih cevap vermeden, yalnız bu umumi cümle ile
mukabele etmistir:
- Ben mi? Ben de sizleri o makamlara
koyabilen olacağım.'' (*)
Đste Nuri Conker'le Atatürk'ün
mahalle, mektep ve meslek arkadaslıklarının kısa izahı budur.
Simdi asıl iki kitap üzerinde biraz
durmak isterim.
Binbası Mehmet Nuri imzasıyla çıkan
kitap ''Zâbit ve Kumandan'' adını tasır ve ''329 (1913) senesi kıs
devresinde Birinci Fırka ümera ve
zâbitanına verilmis konferansların'' toplanması ve genisletilmesi ile
meydana getirilmistir. Đstanbul'da
Nisan 1330 (1914)'te basılmıstır. 101 sahifedir. Harita, kroki ve resim
yoktur.
Kitabın gayesi, çesitli derecelerdeki
''Kumanda ve salahiyet erbabının'' zafer ve galibiyet temin edebilecek
surette vazife yapmaları için lüzumlu
olan ilmi hasletlerden ve meziyetlerden baska askeri karakterden
bahsetmektedir.
Nuri Conker kitabın mukaddemesinde
''Önümüzde, acılıklarını gözümüzle gördüğümüz ve kalbimizle
hissettiğimiz, felaketle neticelenmis bir harp vardır'' (s. 5) diyor. Asıl
fikir olarak da sulh zamanında harpte
imis gibi hazırlanmak icabettiğine su cümlelerle isaret etmektedir:
''Biz kendimizi daima hal-i harpte bilmeliyiz. Böyle bilirsek bilfiil
harp zuhur ettiği zaman hazırlık devri ile asıl
icraat devri arasında çok fark görmeyiz, sasırmayız, kaybetmeyiz. En çok prova edilen
oyunlar, sahne-i
temasada en muvaffakiyetle verilir. Bu
daha ziyade sene-i tedrisiyedeki mesai ile hitamındaki imtihana
benzer. Harp, vakt-i hazar mesaisinin bir imtihanıdır.'' (S. 10)
Kitap, ''Maksata baslamazdan evvel'' ve mukaddemeden sonra su fasılları
içine alıyor.
1) Đstihkar-ı nefs ve hiss-i fedakâri, s. 17 - 51.
2) Zâbitanın, neferlerin celb-i kulüp ve itimadına mazhariyetleri ve
kuvve-i maneviyelerini takviye, s. 52.67.
3) Fikr-i taarruz. S. 67-78.
4) Kendiliğinden is görmek (bidat-ı zâtiye) ve mesuliyeti deruhte etmek.
S. 78-101.
Nuri Conker bu fasıllarda askeri kanunnameler ve çesitli talimnamelerin
maddelerini alarak üzerlerine
durmus ve onlara dayanarak açıklamalar yapmıstır.
Bu, Nuri Conker'in hayatında yazdığı tek eser olmakla beraber Atatürk'e
bir kitap yazdırmaya sebep olduğu
için çok değerlidir. Kitap, açık ifadelerle yazılmıs ve her mesele
üzerinde hassasiyetle durulmustur.
Atatürk'ün ''Zâbit ve Kumandan ile Hasbihal'' kitabı Sofya'da 1330
(1914) yılında yazıldığı halde ''bazı
takyidattan dolayı tab'ı bugüne kadar teehhür etmistir'' diye
kaydedilmistir. Minber matbaasında 1334
(1918)'de Istanbul'da basılan bu kitabın ilk sahifelerinde sağ kösede M.
Kemal'in madalyon içinde bir asker
resmi vardır ve imzası da ''Sofya Atasemiliteri Erkanı Harbiye Kaymakamı
M. Kemal'' yazılıdır. Diğer kösede
''Erkânı Harbiye binbasısı Mehmet Nuri Bey'e'' ibaresi konmustur.
Brosür, 32 sahifedir, ''6'' bölüme ayrılmıstır. Đçinde altı tane resim
vardır. Đlki M. Kemal Nuri Conker'le sakallı
olarak Afrika'da Trablus Garp muharebesindeki kıyafetleriyledir.
M. Kemal: Derne Kuvvetleri Kumandanı
M. Nuri: Umumi Bingazi ve Havalisi Kuvvetleri Erkânı Harbiye Reisi
Diğer bes resim Derne'de çekilmis grup
halindekilerdir. Atatürk yazılarına su cümle ile baslıyor:
''329 (1913) senesi kısında Birinci Fırka
zâbit ve arkadaslarına verdiğin konferansların tevhidinden vücut
olan'' Zâbit ve Kumandanı, senenin mayısında
okuyabildim.'' (Nuri Bey'in eseri kitabın kapağında da
kaydedildiği gibi nisan ayında basılmıstır).
''Bu güzel ve kıymetli eserini okumakta birkaç gün geç'' kaldığını
esefle kaydeden Atatürk, arkadasının
kitabından çok duygulanmıs ve onu beğenmistir. Sıra ile satır satır,
hatta aynen cümleler alarak izah
ediyor ve kendi fikirlerini ekliyor. Fakat bazen de tamamen kitabın
muhteviyatını bırakarak Nuri Conker'le
beraber takip ettikleri manevralardaki kumandan ve zâbitlerin
durumlarını ve bilgisizliklerini acıklı bir surette tasvir ediyor.
Atatürk'te Balkan harbinin acıları çok derin ve
büyüktür. Doğduğu, büyüdüğü Selanik'in düsmana hibe edildiğini Afrika'da
duyduğu vakit ne kadar elemli
günler geçirdiğini burada hatırlatıyor. Sonra yine Nuri Conker'in kitabına
dönerek hasbihaline devamla diyor
ki:
''Ne garip haleti ruhiyedir? Dertli insanlar muhatabanın derdini
dinlemekten ziyade kendi cerihalarını
açmaktan zevk alıyor. Ben de Nuri,
adeta seni dinlemekte olduğumu unutarak ne derin yaraları karıstırmaya
basladım. Fakat merak etme, iste kitabını
bıraktığım noktadan takibe devam ediyorum.'' S. 11
Atatürk, Nuri Conker'in kitabının her
bölümü üzerinde ayrı ayrı dururken kendi fikirlerini verdiği misallerle de
zenginlestirerek o kadar güzel yazıyor
ki, adeta bu cümleler istikbalin müjdelerini içinde barındırmaktadır.
Bazı cümlelerin altları da
çizilmistir. Meselâ:
''Insanlar, ancak emelleri, fikirleri
teshis ettirilerek sevk ve idare olunabilir'' diye yazdığı cümleyi ismini
vermediği bir filozofa atfetmektedir.
(S. 17).Bu ifadelerden ve kendisinin sonraları anlattığına göre, su
meydana çıkıyor ki, Atatürk Sofya'da,
yeni yeni kitaplar okumakta ve onların üzerinde durmaktadır. Mesela
istikbalin devlet kurucusu ve inkılapçısı
su suali yazdığı zaman acaba ne düsünüyordu:
''Simdi, bizim sevk ve idare edeceğimiz
insanların emelleri fikirleri, ruhlarında meknuz hassaları nedir? Biz,
kumanda edeceğimiz insanların hangi
emellerini sahıslarımızda tecelli ve tecessüm ettirerek onların
kalplerini, onların itimatlarını
kazanacak ve onlara manevi kuvvetleri ilham vesaitini tayin edeceğiz?''
Dördüncü baslık ''Ruh-ı taarruz''dur.
Bu kısımda Japonlardan örnek getirerek bu fasla cevap vermis oluyor.
Atatürk'ün en çok üzerinde durduğu
bölümün ''Đnisiyatif'' baslığı altındaki yazılardır.
Bu kelimenin izahı ''kendiliğinden
hareket ve is görme''dir. Bölüm baslı basına fikir muhassalasıdır.
Mustafa Kemal'in bu kitabının son faslı
(6) Sirenaik harbi ile ilgili örneklerdir:
''Bizim Sirenaik'te kumanda ettiğimiz
kuvvetlerin eczasında, kuvve-i maneviye, fikr-i taarruz ve inisiyatif
evsaflarının mevcut olduğundan
bahsedilmistir'' diyor. Fakat buna derhal cevabı Afrikalılarda bu sayılan
vasıfların fiil halinde gösterilebilmesi,
Türkiye'den gidenlerin orada basa geçmeleriyle meydana çıkabilmistir.
Atatürk, bu küçük kitabında okunduğu
zaman görüleceği gibi çok meselelere temas etmistir. Burada yeni
harflerle okuyacak olanlara eski
harflerle basılmıs kitabın kısa bir tasvirini yapmıs oldum.
Yukarıda yayımlandıkları tarih sırasına
göre listesini verdiğim kitaplardan ''Zabit ve Kumandan ile Hasbihal"
1914'te yazılıp 1918'de basılmıs
olmakla beraber, bu elimizdeki kitapta ilk bölümünde okunacaktır. Çünkü bu
yazılar, o tarihlerdeki Mustafa
Kemal'i bize bizzat kendi kaleminden en iyi tanıtan bir eserdir.
Okuyucular, bu kitapların hepsini bir
bütün halinde görüp Atatürk'ün o tarihlerdeki (1908-1914) mesleki
endiselerini ve okumaya verdiği değeri
anlayacaklardır. Nihayet onun, kendi bilgilerinden ve fikirlerinden
baskalarının da istifade etmesini
istemis olduğu görülecektir.
Fenne, ilme, insan kudretine büyük değer
veren Atatürk'ün bu kitabındaki su cümlesi ne kadar çok sey ifade
etmektedir:
''Insanları istediği gibi kullanan kuvvet,
fikirler ve bu fikirleri teshis ve tamim eden kimselerdir.''
Bu küçük kitaplar, XX. asrın milletçe
ve dünyaca büyük adam tanıdığı Atatürk'ün hayatının belirli bir
devresinde fikri çalısmalarını
aksettirmesi bakımından çok önemlidir.
O, okumus, öğrenmis ve öğretmek için
de yazmıstır.
Prof. Dr. A. AFETINAN
27 Mayıs 1959
Yazan:
Sofya Atasemiliteri
Erkânıharbiye Kaymakamı
M. KEMAL
ZÂBIT VE KUMANDAN ILE HASBIHAL
Bu kitap; 1330 tarihinde yazılmıstır.
Bazı takyidattan dolayı tab'ı bugüne kadar teehhür etmistir.
M. Kemal
- 1 -
1329 senesi kısında Birinci Fırka
zabit arkadaslarına verdiğin konferansların tevhidinden vücut bulan ''Zâbit
ve Kumandan''ı bu senenin ancak mayısında
okuyabildim.
Bu güzel ve pek kıymetli eserini
okumakta, birkaç gün geç kalmıs olmakla cidden ittihama sezayım. Fakat
eser bir defa elime geçtikten sonra da
onu birkaç defa okumaktan ve bilhassa bazı bahislerinin candan
gelmis olan derin ve müessir maanisini
dimağıma yerlestirmekten aldığım zevk ve istifadenin kıymetini sana,
bu sanihatın müessiri olabildiğinden,
tesekkür ederek takdir etmeyi bir vecibe bildim.
- Mukaddemene takaddüm eden beyanatında; ''evsaf ve hasail-i ilmiyeden,
mezaya ve secayay-i
askeriyeden'' bahsedeceğini; ''zabit ruhunun kuvayi maneviyesini
beslemeye hadim olacak nıkat ve keyfiyatın
taharri ve imtihaniyle istigal'' eyleyeceğini; ''efrada telkin edilecek
manevi'' dersleri de mevzuubahis kılacağını
ve ''nüfuz-i amiriyet''in tahsil ve temkini usullerini irae edeceğini
anladığım anda kitabına âsık oldum. Ve
derhal intikal ettim ki sen on senelik hayat-ı askeriyenin, içinde yoğrulduğun
birçok müstesna hadiselerin
sana kazandırdığı acı, tatlı tecrübelerini ve vicdanında ve dimağında
inkisaf-ı tammını bulan o necip ve
vatanperverane efkâr ve hissiyatını, vatancüda olmaktan mütehassıl kalbi
yaralarına mezcederek bizi
ağlatmak, bizi utandırmak, alnımıza sürülen kara lekeleri silmek gayret
ve vazifesine davet etmek istiyorsun.
Ve filhakika mukaddeme-i kelâmın olan, ''önümüzde, acılıklarını
gözümüzle gördüğümüz ve kalbimizle
hissettiğimiz, felâketle neticelenmis bir harp vardır'' ifadesiyle efkâr
ve hissiyatımıza bir saha-i teellüm
açıyorsun...
Ben, bu elem-i fikri ve hüzn-i vicdani ile mukaddemeni takip ederken,
harbin, ''sanat-i askeriyenin
öğrenilmesine medar olan vesaitin en mükemmeli, en hakikisi'' olduğuna
ve Hidemat-ı Seferiye
kanunnamesinin bir madde-i mahsusasının da ishadıyla, muhtelif
rütbelerdeki kumanda sahiplerinin kesb-i
iktidar ve ehliyet etmesine hizmet eden vakt-i hazar vesait ve vesailile
bizzat harp ve onun serait ve
muktezeyatı arasında yaptığın mukayeseyi ve bulduğun dağlar kadar farkı
tasdik ettikten sonra ''ordumuz
zâbitanının kısmıazamının harpte bulunmus olması dolayısıyla, bunca
atesleri kalbimizi yakmıs olan harb-i
ahîrin bize meslek noktainazarından temin-i istifadeden hâli kalmamıs
bulunduğu'' noktasında durdum ve
biraz daha fazla düsündüm.
Senin istidlâlâtına istirak etmek veya etmemekte dumanlı bir muhakeme-i
fikriyenin zebunu kaldım.
Dimağım mübhem hükümlerle kararsızlığını izale edemeden nazarım müteakip
satırlara aktı.
Bir ordunun, hazarda takıbeylemesi lazım gelen ciddiyet-i mesaiye ve bu
mesai ile tahkim olunan
müktesebat-ı ilmiyenin zamanı hulûlünde müntic-i galibiyet olacak
surette tatbiki için meslek-i celil-i askeri
erbabının haiz bulunmaları lazım gelen havas ve mezayay-ı maneviyeye ait
sözlerini de müthis bir darbe takip
ediyor. ''Ordumuzun son Balkan harbindeki mağlubiyet-i elimesi acı bir
hakikattir. Sukut-ı hayale uğranıldı.''
Evet, pek acı bir hakikattir; fakat senin de izah ettiğin gibi bu
hakikat-i mesumeyi idrak edenler de vardı. Ve
bence idrak etmemis olmak için ya gafil veya cahil olmak lazımdı.
Selanik'te 1327 senesi Haziran'ının on yedinci günü, Kolordu Kumandanı'na
takdim edilmis olan resmi bir
raporun bazı noktalarını -ibret almak, mazideki derin uykumuzu hal ve
istikbalde devam ettirmemek için- hep
beraber bir daha gözden geçirelim:
''Madde 1 - ...... Binaenaleyh terbiye-i münferide devrine neticesiz ve
muhassalasız hitam verilmistir.
2- ...... Teftis edeceği devre-i talimiye muhassalasının ne olmak ve nasıl
olmak lazım geldiğinden bihaberdir.
3- ...... Fırka kumandanı kıtaat karsısında aldığı seyirci vaz'iyle
...... adem-i huzurundan daha muzir hissiyat
tevlid ediyor; ...... vazifesinin cahilidir.
4- Alay ve fırka kumandanının teftis ve tenkitteki cihetleri zâbitanda
hayret, istihza ve adem-i itimad hissiyatı
uyandırıyor.
5- Bu zihinde ve bu ilimde alay ve fırka kumandanlarının bugünkü
terekkiyat-ı askeriye ile mütenasip olarak
yetistirilmek mecburi olan kıtaatı yetistiremeyecekleri ve onlara hüküm
ve kumanda ve icabında onları sevk
ve idare edemeyecekleri süphe ve tereddüt kabul etmez hakayık-ı
bahiredendir.
Bu noktadaki hakayıkı görüp söylememek ise ordunun ataletine kıymetsiz
kalmasına, harpte vatanı
kurtarmak için talep olunacak vazife-i mühimmeyi ifa edememesine rızay-i
kalbi göstermektir ki, bu hiyanetle
tevsim olunur.
6- Bu hale bir an evvel çaresaz olmaya tesebbüs her sahib-i namus ve
vicdanın vazifesidir.
Emir ve kumanda salahiyetini haiz olmayanların bu husustaki hizmetleri,
müsahede ve tetkiklerini sahib-i
icraat olanlara arz etmektir.
Sahib-i makam ve icraat olanların eshasa merhamet etmek za'f-ı kalbinde
bulunarak ordunun inhitatına
yardım etmemeleri...''
Bu raporumu takdim ettiğim makamda o zaman -vatanım Selanik'i
muharebesiz Yunan ordusuna teslim eden
kuvvetin basında bulunmus olan- zevat oturuyordu.
Raporumuzun bu makam sahibinden Ordu Müfettislik makamı sahibine kadar
gittiğini isitmistik. Fakat ne
maksatla? Hadnasinas'lığın bir numunesini göstermek maksadıyla...
Ordu müfettisliğine de vaki olmus bir maruzatın son satırlarını okuyalım:
''...... Kumandanları zevat-ı mumaileyhimden ibaret olduktan sonra...
Orduda netice-i talim ve terbiye ve emrü
kumandada ve itaat ve inzibatta hüsnü cereyan aramak serapta taharri-i
ab kabilindendir.''
Ordumuzda (Goltz)'un talebeliğiyle istihar edenlerin de çoğu
müsarünileyhin ''iyi bir ordu vücuda gelmesine
dahli olan avamil-i muhtelifenin en müessiri bilâsek binnefis basındaki
amirin tesiridir'' hakikatini idrakte ve
ordular için beyan edilmis olan bu mülâhazanın en küçük cüzütamlar için
de cari olduğunda gafletleri
görülüyordu.
Devre-i Mesrutiyetin, Osmanlı ordusunu ilk teshir ettiği, Edirne manevra
sahasında hayalen söyle bir
dolasalım:
Senin ve benim ve senin ve benim gibi birçok rüfekanın kollarımızda
beyaz birer band vardır. Biz hakem idik.
Bizden daha büyük hakemler de vardı.
Ne hüküm verilmisti?
Bunu söylemeden evvel ne görülmüs olduğunu hatırlayalım:
Mesela; Mavi Kolordu'nun sağ cenahında hareket eden bir fırka kumandanından
fırkasına verdiği emir ve
fırkasının bulunduğu vaziyetin beyanı -istizah salahiyetini haiz bir zat
tarafından- rica edildi.
Fırka Kumandanı böyle bir suale muhatap olmamıs gibi atının üzerinde
sakit ve pek ziyade sakin ve ebkem
duruyordu.
Biraz intizardan sonra birinci sualin cevabından sarfınazar olunarak
Kolordu Kumandanı'ndan alınan emrin
müeddası soruldu; yine cevap yok! Sebep?!
Sebep, aldığı emrin manasını anlamamıstı.
Sebep, verdiği emrin veya daha doğrusu imza ettiği emirnamenin neden
ibaret olduğunu bilmiyordu.
Sebep, çünkü, zevahire rağmen o fırkaya, o kumanda etmiyordu.
Sebep, edemezdi...
Ya böyle anlasılmadan verilen emri telakki eden alay kumandanları. Evet,
bu merakı izale için Fırka
kumandanının yanından ayrılarak, (Karıstıran) istikametinde yürüyen
alaylara mülaki oldum.
Bir alay kumandanına, beni hareketleri hakkında tenvir etmesini rica
ettim. Simdi, dedi. Ceplerini karıstırdı.
Ceketinin iç cebinden iki burusuk kâğıt çıkardı. Đste iki emirname,
dedi; birini gece aldım, birini sabahleyin...
Henüz ilk emrin icabatını tamamen ifa etmediğimiz için ikinci emrin
ahkamını tatbike baslamadık...
Bu emirleri gözden geçirdim. Đkincisi birincinin hükmünü iskat ediyordu.
Fakat, alay kumandanı, hâlâ, evvela birinciyi ve sonra ikinciyi diyordu.
Niçin?!
Çünkü; alay kumandanı numara sırasıyla tatbikini düsündüğü emirlerin ne
birinci ve ne de ikincisini anlamıstı.
Halbuki, alayı gidiyordu. Fakat, nereye ve ne için?! Bunu, alay kumandanının
kendisi de bilmiyor, alayını takip
edenlerden hiç kimse de bilmiyordu.
O halde, nereye gidiliyordu?
Bu gidis elbette, felakete, hacalete
doğru bir gidisti.
Harekatını nihayete kadar takip ettiğim
bu fırkanın gece olduğu zaman duçar olduğu sefaleti, kıtaatından
bazılarını kaybederek çektiği ıstırabı,
ertesi günü mukabil tarafın topçu ve piyade atesi altındaki perisanlığını
tasvir etmek istemiyorum.
Yalnız, beyan etmek isterim ki bu ve
bunun gibi asker yığınlarının, o gidislerinin muhakkak felakete, mezara
doğru bir gidis olduğuna hükmetmek
için pek keskin muhakeme sahibi ve pek ziyade dûrbin olmak lazım
gelmezdi.
Biz, o zaman hükmümüzü vermis ve
saday-ı vicdanımızı en yüksek perdeden en büyük kulaklara isittirmek
azminde bulunmus ve ''bazı nikatın
nazarı dikkat ve intibaha arzını vazife-i vicdaniye addederiz demistik...
Ve demistik ki, ''bir kıta ve bahusus
zâbitan heyeti, yalnız hüsn-i misal olacak rehberlerle yetistirilir...''
''Đnsanların hürmet ve taziminin,
itaat ve inkıyadının kendinden maddeten değil, manen yüksek olanlar
hakkında tecelli etmesi icabat-ı ruhiye-i beseriyedendir.''
Ve demis idik ki ''Ordunun ukde-i hayatı olup birçok ananata bağlı
olarak nesvünema ve kemal bulabilen
zabturapt-ı askeri hissiyatını bugün Osmanlı Ordusu heyet-i zâbitanında
safha-i hakikiyesinde görmeyi talep
etmek ahval-i ruhiye-i beseriyeye adem-i vukuftur.''
Ve istirham etmistik ki, ''bugün için tesebbüs; bilâkuyud ve müsamaha evsaf
ve liyakat-i mahsusa sahibi
olmak istidadını izhar edenlerden bir (kumanda ve zâbitan heyeti) vücuda
getirmek olmalıdır.''
Ve izah etmistik ki ''Ancak malumatlı, muktedir, faal, mütesebbis ve
sahib-i salahiyet bir ordu müfettisinin
daire-i teftisinde, cahil, ordunun talim ve terbiyesindeki gayeden
bihaber kolordu ve fırka kumandanları
barınamayacakları gibi.. kezalik, ancak, evsaf-ı lâzimeyi haiz kolordu
kumandanlarının, kolordularında,
muhtac-ı istirahat olan ve bir heykel-i muzir vaziyetini almaktan baska
orduya iyiliği olmayan fırka ve alay
kumandanları cay-ı kabul ve atalet bulamazlar...''
Sedit gibi görülebilecek olan bu icraatın mutasavver mahazirinin birer
birer çaresi de gösterildikten sonra:
''Alel'umum iyi ordularla iyi kumandanlar yekdiğerinden infilak kabul
etmez seyler nazariyle görülmek için''
izaa-i vakte lüzum ve müsait hal
yoktur, dedik. Ve en nihayet, hatırlattık ki: ''Ordunun selametini vicdanen
düsünen erbab-ı namus ve ahlak,
riyadan muarradır. Ahlak-ı mükemmele ashabından olanlar ekseriya, sulh
ve asayiste, enzar-ı teveccühü
celbetmekten ziyade meneden bir surette idare-i kelam ederler.''
Sonra ne olduğu sizce malumdur. Denildi ki bu yükselen feryadın manası
yoktur. Bu lüzumsuz bir fart-ı gayret
ve belki de bir cinnettir!..
Yok... Yok... O feryat, eser-i cinnet değildir; o feryat bugünkü
felaketi nazar-ı vicdan ve nazar-ı akl ile
görebilmekten mütehassıl ıstırabatın inikâsatı idi.
Filhakika, bir gün, (Sirenayik) (Cyrenaique) darülharekatından Balkan
yangınına kosarken...
Bir gün, Afrika sahilinden vatanıma ulastıracak yolların kapanmıs olduğunu
görürken...
Bir gün, isittim ki vatanım Selanik ve orada anam, kardesim, bütün
akraba ve taallûkatım -mahiyetlerini
anlattığım için vatanımdan kovulduğum zevat tarafından- düsmana hibe
edilmistir...
Ne garip halet-i ruhiyedir. Dertli insanlar muhatabının derdini
dinlemekten ziyade kendi cerihalarını açmaktan
zevk alıyor. Ben de, Nuri; adeta seni dinlemekte olduğumu unutarak ne
derin yaraları karıstırmaya basladım.
Fakat merak etme, iste, kitabını bıraktığım noktadan takibe devam
ediyorum...
''Harpte, bütün isleri kuru mukavemet ve kahramanlığın göreceği fikri
anlasılmasın demeyi zait'' görüyorsun!
Ben, bunu demeyi bizim için vacip
görüyorum. Beraber sahidi olduğumuz bir iki manzarayı, burada, sana
hatırlatacak olursam senin zait'ten
vacibi de geçerek farz-ı ayna kadar çıkacağından süphe etmem.
Mesela; senin yaralandığın bir
muharebede, sağ cenah alaylarından birinin cesur kumandanı, düsman topçu
atesi altına girdiği huduttan Doğan
Arslan sırtlarında, düsman piyadesinin tekâsüf eden atesleri altında,
alayının geri dönüp kendisini yalnız bıraktığı
noktaya kadar daima palası elinde ve kendi avcı hattının
önünde bulunmustu. Bu cesaretin hayranıyım:
Fakat, maatteessüf bu cesaret ve kahramanlık Alayın
muzaffer olmasını temin edemedikten
baska perisan olmasına da mani olamadı.
Vukubulan bu tavır ve misvara mukabil,
Alayın topçu atesi altında, maksada ve araziye muvafık olarak
açılması ve daha sonra yayılması ve
daha sonra tahsis olunan cephede taarruz ve hücumu ve komsu kıtaat
ile irtibatı sevk-u idare ve muhafaza
olunsaydı ve bunun için elde, pala yerine dürbün bulundurulsaydı ve
bunun için avcı hattının önünde değil,
ihtiyatının yakınında vaziyete nazır ve hakim olunacak noktada
bulunulsaydı ve ancak, halin,
vaziyetin, sanatın bütün icabat ve tedabirine tevessülde muhafaza-i sükûnet ve
metanet edildiği halde nâgehzuhur bir
sebeb-i mesum'dan dolayı Alayının yüz geri ettiğini gördüğü anda,
kılıcını çekip, atını dört nal sürüp
düsmanın sarapnellerini, mermilerini istihkâr ederek geri dönen avcı
hatlarını çiğneseydi ve bu suretle
Alayını durdurup tekrar hasma tevcih etseydi, iste, o zaman, bir Alay
kumandanına yarasan cesarete âsumanî
bir misal gösterilmis ve Osmanlı tarihinin kahramanlığına ait
faslında bir sahife-i zerrin vücuda
getirilmis bulunurdu.
Đste, böyle bir cesaretin kurbanı olan
Alay kumandanının namına, heykel rekzine Cenab-ı Peygamber de
razı; ve ümmeti tarafından ''Hel
yestevi'llezine ya'lemûne ve'llezine lâ ya'lemûn'' mazmununa bir iman-ı fiili
gösterilmis olmasından ruhen mahzuz
olurdu.
- Sen ''hasâil-i mümtaze-i merdâne ve
ahlâk-ı fazıla-ı fedakârane ile tetevvüc etmeyecek kadar malûmat-ı
fenniyenin, baslı basına temin-i
maksat'' edemeyeceğini iddia ediyorsun. Bu iddianda ne kadar haklısın...
Hatta, ben, senin kaziyyeni berakis
yaparak, iddia ederim, ki:
Hasail-i merdâne ve hissiyat-ı fedakâranedir, asl'olan!
Bunlar, yani (karakter) müktesebat-ı ilmiye ve fenniye ile kesb-i
mazbutiyet etmedikçe bile masdar-ı maalî-dir;
ancak her vakit emin, mefkûr netayiç vermez.
- Talimnamelerin, ''harbin zâbitten istediği ruhi ve ilmi kudret ve
meziyeti" verecek olan kısımlarının ve
maddelerinin mekteplerimizde, lâyık oldukları derece-i ehemmiyette hüsnü
tedris ve telkin edilmemis
oldukları hakkındaki beyanatına sahadet ederim. Ve fakat, senin, burada
hitam bulan mukaddemeni, ona,
birkaç satır daha ilave ederek, biraz tatvil ettikten sonra o pek
müdellel olan (istihkar-ı nefis) zeminini tetebbu
edeceğim.
Filhakika, Mektebi Harbiyemizdeki derece-i tahsil ''zâbitlik vezaif-i
asliyesini'' zâbitin ruhuna sokacak
mertebede nafiz değildi. Ve fakat, mektep sıralarında, bu hususta daha
ciddi ve daha vâsi bir devre-i tederrüs
ve taallûm geçirilmis olsaydı dahi yine maksadın husulpezir olamamıs bulunacağı
itikadındayım.
Çünki, bence, hakiki feyiz verebilecek, mekteb-i asli, kıtaattır.
Bence, asıl, talim-i sanat edecek, hakiki muallimler ve mürebbiler
birbirinden yüksek olan kumandanlardır.
Çünki bence, Mektebi Harbiyeden alınan sahadetname, genç mülazımın,
bölük kumandanı efendinin daire-i
terbiyetine kabule sayan olduğuna delalet eder.
Genç mülâzım, asıl ruh-ı sanatını, intisabettiği bölüğün efradı önünde,
bölüğün babası olan yüzbasısından ve
daha büyük âmirleri tarafından, is üzerinde bulunaraktan öğrenecektir.
Evvela, kumandan olacaktır, bir
takıma! Ve sonra, kumandan olmaya hazırlanacaktır; bir bölüğe! Ve iste böyle öğrenecektir
ve sonra
öğretecektir...
Ordu mekteb-i amelisi, ancak bu
suretle, makamının ehli bölük kumandanları; makamının ehli tabur, alay..
ilâh kumandanları yetistirmek
sayesinde, milletin evlatları bir sürü gibi değil; sanlı, serefli insanlar
olarak
san-u serefe sevk ve tevcih olunabilir.
Burada kadim bir hatıramı ihya edeyim: Beray-ı seyahat Đzmir'den rakip
olduğum vapur Girit'ten geçerek
Katanya'ya gidiyordu.
Girit'ten -orada bulunan Avrupalı kıtaattan birine mensup- bir mülâzım
bindi. Bununla muarefe peyda ettik.
Bir gün sonra -tekrar Girit'e dönecek olan bu mülazımla- Katanya'nın bir
gazinosunda bulustuğumuz zaman,
o, bana, orada, tedarik edebildiği yeni bir takım âsar-ı askeriye'yi
gösterirken diyordu, ki: Yüzbasım ''son
zamanlarda yeni çıkan âsar-ı askeriye'yi takipte beni biraz müsamahakâr
gördüğü için adeta bana, mün fail
olmustur. Mesut tesadüfle, burada tedarik ettiğim bu kitapları ve benim
onları okuduğumu göreceği zaman,
süphesiz memnun ve bana bu yüzden hasıl olmus bulunan infiali zail
olacaktır.''
Bu mülâzım efendinin yüzbasısının, zâbitlerini yetistirmekte nasıl bir
bölük kumandanı olduğu, mülâzım'ın
gözlerinde, pekâlâ okunabiliyordu.
-2-
- Đstihkar-ı nefis ve hissi-i fedakâri babında talimnamelerin amik manalı
maddeleri üzerine, o yaralı bacağını
uzatıp çıkıyor ve oradan bütün salahiyet-i kelamınla, hitabederek
diyorsun ki ''zabitlik demek, feday-i nefs-ü
canı katiyen göze almıs olmak demektir.''
''Bir zâbit, sanatı namına, hayat ve mevcudiyetine hiç ehemmiyet
vermeyecektir.''
Zâbit ''hayat ve rahatın hiç düsünülmemesi icabedince'' rahat ve hayatını
feda etmeyi seref bilecektir.
''Muktazay-ı namus'' budur.
Ben bu sözlerin dimağlarda ve vicdanlarda hasıl edeceği derin akislerin
ahengini bozmaktan korkarak, hiçbir
söz söylemeksizin onları yalnız kemal-i husû ile dinlemis olmakla iktifa
edeceğim.
- Muharebede her atılan merminin isabet etmediği hakkında verdiğin teminat
hizasında, muharebede yağan
mermi yağmuru, o yağmurdan ürkmeyenleri, ürkenlerdeh daha az ıslatır,
diyeceğim. Ve filhakika böyle
olmasaydı Trablusgarp harbine istirak etmis olan bütün arkadaslarımızın
mutlaka Trablus'ta, Humus'ta,
Bingazi'de, Derne'de, Tobruk'ta, Đtalyan istihkâmları karsısında bugün
kemiklerinin bile kalmamıs olmaları
iktiza ederdi. Halbuki, o kahraman arkadaslar, Balkan muharebesinin de,
son safhalarında olsun, isbat-ı
mevcudiyet ederek daire-i imkânda kalan derecede icabat-ı namus ve haysiyeti
ifa eylemislerdir.
- Kitabının 24'üncü sayfasında, zâbit nedir? sual-i zımnisine, Piyade
Talimnamesi maddelerinden birinin
verdiği ''zâbit, maiyetindeki efrat için nümune-i imtisaldir'' cevabının
üstünde duran senin ''zâbit, kendi ilim ve
iktidarından kumanda ettiği insanları müstefid edebilmek için
maiyyetindekilerin metanet ve besaletleri
mecmuundan fazla bir metanet ve besalete malik olmalıdır'' sözünü her
zâbit, pek büyük dikkat ve ciddiyetle
okumalı ve onun manasını dimağına hâkketmelidir.Ve bilinmelidir ki bir
millet evlatlarının önüne geçip onları
atese sevketmek hak ve salâhiyetini, ancak -o dediğin- muhassala-i
metanet ve besaleti ruhunda bulmus
olan zabitler haizdir.
-3-
(Zabit ve Kumandan)ın ikinci faslı çok mühimdir. Zâbit, kalb, itimat
kazanacak ve arkasına alacağı insanların
kuvve-i maneviyelerini takviye edecek..
Bu faslın basından nihayetine kadar olan birçok güzel sözleri
dinledikten sonra,
''Askerlik tedvir-i muamelât değil, insanların sevk-u idaresi sanatıdır''
tarifine avdet ediyor ve insanlar nasıl
sevkolunur? diye bir daha kendi
kendime soruyorum.
Bu suale senin izah ettiğin cevapları
hatırlarken sanki bir feylesofun su sözlerini de isitir gibi oluyorum:
Đnsanlar, ancak, emelleri, fikirleri
teshis ettirilerek sevk ve idare olunabilir.
Musa, Mısırlıların kamçıları altında
inleyen Yahudilerin bu tazyik ve esaretten halâstan ibaret olan
meyillerinin tecellisâzı oldu.
Đsa; zamanının nihayetsiz
sefaletlerini idrak ve ıstırabat-ı umumiye devrinde âlemde tahakkuk etmeye
baslamıs olan lüzum-ı
sefakatperveri'yi din halinde tercüme ve ifham etmek yolunu bildi.
Napolyon; Avrupa içinde dolastırdığı
kavmin, mahsusatından olan san-ı askeri mefkûresini tecessüm ve
tesahhus ettirdi.
Hülâsa, insanları istediği gibi
kullanan kuvvet: Fikirler ve bu fikirleri teshis ve tamim eden kimselerdir.
Fikrin hassası da hiçbir itirazın
bozamayacağı bir sekl-i mutlak ile kendi kendisini kabul ettirmektir. Bu ise,
fikrin yavas yavas hissiyata istihale
ederek akideye munkalip olmasıyla mümkündür. Ve böyle olduktan
sonradır ki, onu sarsmak için bütün
baska mantıkların, baska muhakemelerin hükmü olamaz.
Simdi; bizim sevk-u idare edeceğimiz
insanların emelleri, fikirleri, ruhlarında meknuz hassaları nedir? Biz,
kumanda edeceğimiz insanların hangi
emellerini sahıslarımızda tecelli ve tecessüm ettirerek onların
kalblerini, onların itimatlarını
kazanacak ve onlara itimat kazandıracağız? Ve onlara manevi kuvvetler ilham
vesaitini tayin edeceğiz?
Ve insanlarda, ancak, gaye-i
hayalinin, mefkûrenin temerküz ettireceği o gayrimer'i hassalara, mer'i
vasıtalarla mı hitabedeceğiz?!
Her halde askerlerimizin ruhunu
kazanmak bizim için bir vazife olduğu gibi evvela, onlarda bir ruh, bir emel,
bir seciye yaratmak da Allah'tan ve
Medine'i münevvere'de yatan Cenab-ı Peygamber'den sonra bize
teveccüh ediyor.
Süphe yok ki bizim milletimizin
seciyesi de bütün seciyeler gibi teâliye, matlup sekle tahavvüle müstaittir.
Fakat binefsihi olmak sartiyle!..
Eğer, bizim seciyemize, hariçten,
bizim seciyemizden baska secayadaki müessirler tarafından bir sekil
verilmek istenirse, bundan sabit ve
muayyen hiçbir sekil, hiçbir netice hasıl olamaz!..
-4-
Ruh-ı Taarruz
Ordunun vazifesi, vatanı çiğnemek
isteyen düsmana karsı ayağa kalkmaktır.
Bu kalkıs, elbette yerinde durmak için
değil, düsmana atılmak için olursa kalkılmıs olduğuna değer.
(Zabit ve Kumandan)ın üçüncü faslı bu
zeminde ne hakiki esaslar gösteriyor:
- Muvaffakiyet için en emin vasıtanın
taarruz olduğunu anlamakta ısrar olunmaz; ancak, taarruz ordusu
vücuda getirecek milletin, Japonların
(Kokeyi Zaysın) dedikleri, ruh-ı taarruza sahibolması lazımdır.
Bu ruh-ı taarruz, 1904 senesinde,
''Bin keder, bin yeis, fakat her seye rağmen ileri! Baska hiçbir sey
düsünmek lazım değil.
''Na'sımı meydan-ı muharebede teshir etmek.
Đste bu Cenabıhakkın emeli!''
sarkısını terennüm ederek Kazomaro
sefinesiyle harbe giden Miralay Kujima'larda;
Bu ruh-ı taarruz, Sasebu limanından
harbe çıkarken, familyasına ''Bu andan itibaren benden haber
beklemeyin! Vazifemden baska bir seyle
mesgul olamayacağımdan, sizden de haber istemem!'' diye yazan,
Amiral Togo'larda;
Bu ruh-ı taarruz, Nanzan muharebesinde
oğlunun kalbinden vurulduğu haberi üzerine, familyasına:
"Oğlumun külleri Tokyo'ya
getirildiği zaman hemen defnolunmasın! Yakında ben ve küçük oğlum da terk-i
hayat edeceğimizden, o zaman, üçümüzü
birden defnedersiniz'' emrini veren General Nogi'lerde;
Ve bunları takibedenlerin kâffesinde
bütün feyziyle mevcut olduğu içindi ki narin Japonlar iri yapılı Ruslara
meydan okudular.
- 5 -
Đnisiyatif
Nuri; Ruh'ı taarruzundan sonra, kitabının
hitam bulacağını zannediyordum. Derhal (Đnisiyatif)in, önüme çıktı
ve dedi ki:
Muharebede tahsil-i zafer ve galibiyet
en küçüğe kadar bilcümle rütbe eshabının bizzat imal-i fikr ile
kendiliğinden tedbir ittihazına alısmıs
olmalarına mütevakkıftır.
Hakikaten talimnamelerimiz,
kanunnamelerimiz gözden geçirildikçe, sanat-ı askeriyenin aslolan kaide ve
kanun ve usulleri okunur ve bellenir.
Fakat, bu bilgilerin, insanı sanatkâr
yaptığına, yapabileceğine kaani'olmak, elbette gaflet olur.
Hatta, bu usul ve kaidelerin cihat-ı
tatbikiyesiyle de az çok istigal etmis olmak bir ordu için medar-ı necat
olamaz!
Her hangi bir cüzütamın küçük bir
manevrasını takibedelim: ve kabul edelim ki cüzütamın en büyük
kumandanından neferine kadar herkes
talimname ve kanunnamelerde bast-u beyan olunan usul ve kaideleri
biliyor ve bu manevra ilk tatbikatları
da değildir.
Mesela, cüzütam kumandanı, güzel bir
yürüyüs emri veriyor. Uç kumandanı mülâzım efendiye kadar,
bilcümle madun kumandanlar usulüne
muvafık emirlerini veriyorlar ve kol harekete geçiyor...
Düsmanla temas vukuunda da; kezalik,
cüzütam kumandanının verdiği açılma ve sonra yayılma emri,
alâmeratibihim, tekerrür ederek en
küçük parçaya kadar kıtaya yapacağı is tayin ediliyor. Harekâtı, son
safhasına kadar, iyi idare edilmis
görüyoruz.
O halde, hüküm verebilecek miyiz ki bu
kıta muharebede vazifesini ifa edebilir ve vatana muzafferiyet temin
edebilir?
Bu hükmün itasında biraz müteenni
bulunmak lazımdır. Çünkü bu kıtanın muharebede tesadüf edeceği ahval
ve serait hep bu gördüğümüz gibi
olmayacaktır.
O halde ne kadar ahvale tesadüf etmek
ihtimali varsa hepsini tasvir ve tatbik edelim! Çok güzel, bunu
yapmaktan geri durmayalım; fakat
''harpte öyle ahval dahi vaki'' olur ki ahval-i mezküre hakında umumi
vesaya beyanı bile mümkün değildir.''
Talimnamelerimizin, bu gibi fevkalade
ahval için nasihat vermesinden sarfınazar, esasen ihtiva eylediği kavait
ve nizamat; harpte umumiyetle tesadüf edilen basit tabiye ahvaline ancak
samil olabilir.
Halbuki kumandanlar her hal ve andaki vaziyete karsı tereddütsüz ve
süratle icabeden tedbirleri almaya
mecburdurlar.
Fevkalade ve nagehzuhur hallere, ilk temas eden, bir kıtanın en büyük
kumandanı değildir.
Büyük, küçük her cüzütamın içinde her zabit ve her küçük zabit ve hatta
her nefer suret-i hareketine dair
mafevkinden hiçbir emir ve hiçbir fikir almadığı ahval karsısında kalır.
Đste, bu sebepledir ki gerek
kumandanların ve gerek neferlerin bizzat imal-i fikr ederek kendiliklerinden is
görebilecek meziyette yetismis
olduklarına kanaat olmadan bir kıta-i askeriyenin, bir ordunun sayan-ı itimat
ve istinat bir kuvvet olarak tanınması
gaflettir, felakettir.
- Bir kuvveti vücuda getiren insanlar;
hayat-ı umumiyeleri, fikirleri, serbesti-i hareketleri ezilmemis, gürbüz,
neseli efrattan ve zabitandan mürekkep
olursa böyle bir kıta-i askeriyede, bizzat imal-i fikr ile kendiliğinden is
görme hassası pek ziyade mütecelli
olur.
Đtalya muharebesinde, Derne
kuvvetlerine kumanda ettiğimiz müddetçe bu hakikatı ispat eder her gün birçok
misaller gördük.
Filhakika, Derne kuvvetlerini vücuda
getiren Urban, tavsif ettiğim gibi insanlar oldukları gibi onların baslarına
geçen zabitan da - her seye rağmen -
fikirlerini, serbesti-i hareketlerini ezdirmemis gençler idi.
Đtalyanların falan veya filan
istikamette bir hareketleri, bir huruçları haber alınır alınmaz; emir
beklemeksizin
her mücahit tüfeğini kaparak içtima
mahalline kosar ve orada emir itası teahhur ederse yine kendiliğinden
düsman istikametinde revan olur ve bu
hareketini söyle bir muhakeme-i fikriye'ye de istinad ettirir:
Madem ki düsmanın bir hareketi
mahsustur, muharebe ihtimali mevcuttur. Muharebe için düsmanı
ordugâhımızda beklemek olmaz; onu
uzaktan karsılamak ahsendir. Düsman az ise yetisebilenlerimiz onu
tevkif veya tardeder, çok ise umum
mücahidin yetisinceye kadar düsmana tüfek atarak hareketini ağırlastırır
ve icabederse biraz geriye çekiliriz.
Fakat ileri gitmek, beklemekten iyidir. Hiçbir sey yapamazsak düsmanı
görür, kuvvetini anlar, meraktan çıkarız.
Bunların her biri ileri veya geri
harekette nereden gitmek, nasıl gitmek, nerede durmak ve nasıl durup atese
baslamak lazım geleceğini emre intizar
eylemeksizin kendiliklerinden takdir ve tatbik ederler, yeter ki onlara
umumi istikamet ve fikirler isabetle
gösterilmis olsun.
Denilebilir ki - sair yerlerde olduğu
gibi - Derne'de de bir sene Đtalyanları mağlubeden ve Derne'nin üç
kilometre muhiti üzerinde vücuda
getirdikleri istihkamlarında hapseden kuvvet, kendiliğinden Osmanlı
kuvvetini vücuda getiren insanların Đtalya
ordusunu terkibeden insanlardan daha feyizli bulunmus
olmasındadır. Yoksa, adet, top, tüfek,
mühimmat ve fennin bahsettiği faikiyetler nazarı dikkate alınırsa,
kurunuvustadan numune - numa olan
Derne kuvayı-ı kalilesinin son asrın bütün fuyuzat-ı tekemmülatından
hisseçin olan bir ordunun karsısında
bir gün bile durmaması lüzumunu teslim etmek lazım gelirdi.
Görülüyor ki eldeki vasıta kurunuvusta
yadigârı olsa da, bunun eczası, görülecek is için adım basında emre,
bir ihtara ihtiyaç göstermeden kendiliğinden
harekette feyzini almıs bulunursa, karsısındaki bu hassadan
mahrum kaldıkça, dünyayı terekkiyat'ın
en büyük lütuflarıyla mesut olsa bile muzaffer olamaz!..
Tarih dahi diyor ki ordular, kısmıküllisi
gönüllü olan sağlam bünyeli ve istidatlı askerlerden mürekkep
bulunduğu zamanlarda, yani eski
askerlik usulünün cari olduğu edvarda, ordularda (Đnisiyatif) o derece
mütecelli idi ki, mafevkler, bu hassanın
fıkdanından değil, bilakis ifratından endisenâk idiler.
Filhakika, bir ordu eczasından her
birinin bizzat her isi mütefekkir olmakta ve kendiliğinden yapıvermekteki
derecesi ifratı bulursa cidden endiseye değer. Zira: kendiliğinden
görülen isler müsbet oldukça ne kadar
sayanı arzu ve takdir ise maksadın hilafına aidiyeti halinde de o derece
sayanı muahezedir.
Halbuki her hareketin maksada mutabakatı, her türlü ahval ve serait
dahilinde maksadı açık surette
görebilmeye mütevakkıftır, ki bu hususta kolordulara, fırkalara kumanda
edenlerle bir tabur, bir bölük kadrosu
içinde ve avcı hattı dahilinde bulunup manzarası mahdut olanların hüküm
ve ihatalarında elbette fark olmak
lazımdır.
Bu sebepledir ki talimname kendiliğinden harekete bazı hudutlar çizer ve
der ki, madunların istiklâl-i
hareketleri efal-i keyfiye rengini almamalıdır. Harbde, muvaffakiyat-ı
azimenin üssülesası olan faaliyet-i
müstakille, hududu lazime dahilinde olanıdır.
Kendiliğinden hareket hassasiyle, kendilerine kumandanlık etmis olanları
memnun ve hasımlarını pek meyus
etmis olan mücahidin-i urban da bu hususta ifrata kapıldıkça neticeler
menfi olmustur.
Her hareketin, nik ü bedini takdir için bizzat imal-i fikir ve
muhakemeyi ve muhakeme-i fikriyesinin ancak
taallûku halinde is görmeyi itiyadetmek alelıtlak fena olmayabilirse de
orduda mafevk makama geçenlerin,
henüz o makama geçmek için, sinni, tecrübesi ve rütbesi müsait
olmayanlardan alelûmum daha vâsi' ve
sumullü ve vukuflu ihataya sahip bulunmaları kabul edilmek lazım geldiğinden,
madun, mafevkin emrettiği
hususatın mahiyetine akıl erdiremese de onu tatbika mecbur tutulması,
ordunun ruh-ı aslî-i inzibatı
iktizasındandır.
(Inisiyatif)in hadnasinaslık mertebesine varıldığı bir orduda herkes
amir bizzat olur. Amir,
madun yoktur.
Binaenaleyh itaat ve inzibat dahi
teessüs edemez.
Son asır ordularını teskil eden efrat,
eskiden olduğu gibi kısmıküllisi, kendi gönül rızasıyla hizmet-i askeriyeye
dahil olanlardan ibaret olmayıp bütün
efradı-ı millet hizmet-i askeriye ile mükelleftir. Arzusu olan da olmayan
da hizmet-i vataniyesini ifa ile mükellef
tutulmustur. Ve tutulmalıdır. Bu yolda tesekkül etmis bulunan ordular,
eski zamanın ordularında olduğu gibi
mafevkler, ifrat derecede (Đnisiyatif)i hadd-i itidale irca' etmek, onu
inzibat ve idare altında bulundurmak
düsüncelerinden varestedir. Çünkü bugünkü ordularda vakt-ı hazarda
uzun seneler tatbik olunan siddetli
zapturapt birçoklarında kendiliğinden hareket istidadını boğuyor. Bu
sebeple bugünkü mafevkler, madunlarında
(Đnisiyatif) uyandırmak için onları ikaz ve bilhassa muharebede
tesvik ve tergib etmek mecburiyetindedirler.
Daha düne kadar, Osmanlı ordusunun kumandanlarında, zabitlerinde,
askerlerinde (Đnisiyatif)e bedel atalet-i
fikir meshud idi.
Malumdur ki bir orduyu terkibeden, alelûmum, her fert, zihayat bir
makinenin, canlı uzuvları, parçalarıdır. Bu
makineyi isleten, her uzviyeti, her parçasını harekete getiren vasıta,
buharla müteharrik motorlar değildir. O
vasıta-i tahrik, ordu makinesini vücuda getiren azay-ı zihayatın dimağlarındaki
kuvvet ve kanlarındaki ruhtur.
Bu dimağlarda ve bu kanlarda lazım olan kuvvet ve sürat-i cereyan
bulunmazsa makine durur ve baska hiçbir
kuvvet onu isletemez.
Böyle bir makinenin tedviri için herhangi bir veya birkaç makinistin
meharet-i sanatkârisi de kifayet ve kefalet
edemez. Çünkü bu uyusuk dimağlardan ve durgun kanlardan mütesekkil
kütleler, tas, demir ve odun
yığınlarından da daha atıl ve daha sakildir.
Ahcar ve escar yığınları balya haline konarak küçük bir manivela
tatbikiyle sühuletle tahrik olunabilirler. Fakat,
büyük, küçük cüzütam balyaları halinde bulunan atıl dimağlı insan
kütlelerinin sevk u tahriki için lazım olan
kuvvetin, manivelanın mevcudiyet-i fikriye ve ruhiyeden nebeanına
intizar olunur. Ve nokta-i tatbiki, dimağda,
kalpte aranır...
Görülüyor ki, bir kütleye ordu demek için o kütlenin eskal-i muayyeneden
birinde inkısamı ve basında bir veya
birkaç muharrikin bulunması kâfi değildir.
Orduda bilcümle emir sahiplerinin; orduya kumanda eden zevata faal ve
fedakâr birer muavin kılan
(Đnisiyatif)in bütün itiyadatını iktisabeylemeleri icabeder. Bunun için
tevessül olunacak vesaitin lüzum-u
taharrisi matuf olduğu maksadın ehemmiyetiyle tezahür eylemektedir.
Vakıa, alelûmum (Đnisiyatif)in lüzum ve fevaidini talimnamelerimizin
mevadd-ı mahsusasında okuyor ve
nazari olarak muhassenatı hakkında pek çok sitayislerde de bulunuyoruz.
Fakat, itiraf olunmalıdır ki
kendiliğinden hareket ve is görmenin taammumünü umumiyetle faydalı bir
sekle sokarak onun bir vazife-i
mahsusa halinde tanınması için ittihazı icabeden suret hakkında Osmanlı
ordusunda sarf-ı zihin edilmemis
ve bir karar verilmemisti.
Halbuki kumandan, zabit, nefer yetistirmekte takip olunacak esasların,
tatbik olunacak terbiye usullerinin,
yapılacak talimlerin gayesini, kendiliğinden is görmek hassasının
vücutpezir kılınmasına matuf bulmakta
süphe ve tereddüde mahal yoktur.
- 6 -
Bizim, (Sirenayik)'te kumanda ettiğimiz
kuvvetlerin eczasında, kuvveimaneviye, fikr-i taarruz ve inisiyatif
evsafının mevcut olduğundan
bahsedilmistir.
Fakat, bu noktada bütün vuzuhiyle
canlandırılmak lazım gelen bir hakikat-i mahza vardır ki, o da, sıcak kanlı
Afrika evlatlarında o saydığımız
evsaf-ı cengaveranenin fiil halinde tecelliyatı bir takım âtesin ruhların
Afrika
semasında pervazile baslar.
Berveçhiâti bir kaç satırı, Derne ordugahına ve Kasr-ı Hârun, Rabat,
Seyit Abdullah sırtlarına, bir senelik
hayatımızı beraber hasreylediğimiz arkadaslarıma ithaf ediyorum.
Zâbit ve Kumandan'ın mebahis-i muhtelifesini ve bilhassa, istihkar-ı
hayat, fikr-i taarruz ve kendiliğinden
harekete evsaf-ı âliyesini okurken ve
bunlar için zihnimde musahhas misaller ararken, Derne kuvvetleri
nızam-ı harbı söyle gözümün önünden
geçiyor:
Sark kolu, Beraase kolu, Dirse kolu,
Hase kolu, Ubeydat kolu, Ailet-i Mensur kolu, birinci tabur, ikinci tabur,
topçu taburu, mitralyöz bölükleri,
Tümsekit, Suse müfrezeleri.
Ve bunların baslarında; ''Hacı
Emin'ler, Ali'ler, Mümtaz'lar, Đsmail Hakkı'lar, Halim'ler, Sevket'ler,
Nurettin'ler,
Rusuhi'ler, Fehmi'ler, Ahmet
Hamdi'ler, Hüseyin'ler, Saffet'ler, Resit'ler, Esref'ler, Fuat'lar ve bunların
arkadasları.''
Umum Bingazi kuvvetleri nizam-ı
harbine bakmak istersek, bu yazılarımız, bütün o kahramanları
tasıyabilecek kadar tevessu'dan âciz
kalır.
Simdi de, notlarıma bakıyor ve orada,
bu saydığım imzalar üstünde, muhtelif tarihlerde ve muhtelif safehat-ı
muharebede okunmus, askerlik ruhuna
safabahs ve bütün askerler için imtisale sayan enmuzecleri hâvi
yüzlerce raporlar, takrirler
buluyorum.
Bunlardan bazılarının, bazı
cümlelerini, o kıymetli asker arkadasların hürmet ve tebcil ile yâdına vesile
olmak
üzere aynen dercediyorum:
''Muhayyile zaviyesi Urbaniyle dün
gece ileri karakolda idim.
Bugün, tulû-i sems ile beraber (Seyit
Abdullah) cihetinden çıkmak isteyen bir düsman kuvvetine taarruz ettim.
Çıkamadı. Đki kisimiz mecruh oldu.
Sayanı ehemmiyet bir sey yoktur''
''Düsman saat dörtte, garp cihetine
bir tabur, sark cihetine bir bölük çıkardı. Yanımdaki ileri karakol kuvvetiyle
hemen düsmanın taburuna taarruz etmek
üzere yürüdüm. Bunun üzerine düsman taburu geriye, istihkâmlara
çekildi; sarktaki bölüğünün de avcı
siperlerine avdetini gördüm.''
''Saat 11'de Kireçocağı sırtlarına
ilerlemis olan düsman üzerine sark Urbanı, Muhafızıyye ve birinci taburdan
yanımda bulunan kuvvetle taarruz
ettim.''
''Düsmanın hatt-ı aslî istihkâmından
bes yüz metre ileride yaptığı avcı siperlerindeki kuvvetine taarruz ettim.
Düsmanı hatt-ı aslîye kadar takip
ettim.
Đstihkâmın önündeki tel örgülerini ve
büyük kazıkları söküp attım. Tarassüt kulesi gündüz rüzgârdan yıkıldığı
için onu tahrip etmek nasip olmadı.
-Suret-i mahsusada emrolunmustu.- Mamafih sair tarassut mevkileriyle
topçu amplasmanlarının ve avcı
siperlerinin bir kısmını tahrip ettim.''
Düsman bütün kuvvetiyle ilerliyor.
Ben, siz gelinceye kadar düsmanı tevkif için taarruz ediyorum.''
''Düsman, dün aksam isgal ettiği sırtlarda
istihkâm insasıyla mesgul olmaktadır. Topçusu yol üzerindedir.
Garp istihkâmının önünde üç düsman
taburu (Tümsekit)'e doğru ilerlemektedir. Ben (Vadi-i bû Misafir)
cihetindeyim. Taarruz için emrinize
intizar ediyorum.''
''Mitralyözün ilerisinde, dar geçit
yol üzerinden düsmanı kovaladık.
Hacı Emin, Kasım, Saffet Efendilerle
miktarı kâfi muhafıziyye ile bulunuyoruz.
Simdi mitralyözü de ilerletmek üzere
mitralyöze geldim. Onlar da ilerliyorlar. Cemil Efendi'ye emirlerinizi tebliğ
ettim.Tekrar vazifemiz basına
gidiyorum. Kıtamız karıstı, her kabileden mürekkeptir.''
''Emriâlileri üzerine 9 neferle garp
istihkâmının 800 metre karsısına geldim.
Mülâzım Osman Bey de 3 neferle Seyit
Abdullah cihetinden bize doğru geliyor.
Yüzbası Hacı Emin Efendi'nin de vadi
cihetinden taarruz etmek üzere ilerlemekte olduğunu görüyorum.''
''Askerî, Rusuhi, Nurettin, Ethem
yaralandılar. Fakat, diğer arkadaslar daha yaralanmadılar!.. Düsmanı takibe
devam ediyorlar.''
''Topun birinin nisangâh yuvası
bozulduğundan endaht kaabil değil. Birinin de hartuç sürgüsü kırılmıstır, el
ile
imla olunuyor. (Mecmuu zaten iki idi)
eğer mutlak lazımsa bununla atese devam edebilirim.''
Sark kuvasıyla garp ileri karakol
mevziine geldim. Ne cihete taarruz edeyim?
''(Vadi-i bû Misafir)'den ilerleyerek
boyun noktasını isgal etmek suretiyle hatt-ı ricatımızı kesmek isteyen
düsman üzerine, mülâzım Kasım Efendi
kumandasında bulunan 70 kisilik (Aileimansur) ve Sellâvi mücahidini
de alıp taarruz ettim. Saat on buçukta
düsmanın iki taburu ile çarpıstık. Düsman ricate mecbur edilmistir.
''100 kisi kadar mücahit ve muhafıziyye
efradiyla düsmanın (Eritre) taburuna taarruz ettim. Bes yüz metreye
kadar yaklastım. Đstihkâmet, üzerimize
ates açtı.
Sağ kolumdan kursunla yaralandım. Çok
kan zayi ediyorsam da askerin kuvvei maneviyyesini bozmamak için
hattı harpten çekilmeyeceğim. Ölürsem,
yanımda Remzi Efendi vardır. O, benim de kuvvetimi idare eder.''
ZÂBIT VE KUMANDAN ILE HASBIHAL
Sofya Atasemiliteri
Erkânı Harbiye Kaymakamı
M. KEMAL
Erkânı Harbiye Binbasısı
Mehmet Nuri Bey'e
Atatürk'ün ilk eserlerinden biri olan
Hasbihal'in metni, Rusen Esref Ünaydın tarafından yazılan bir girisle,
Büyük Adam'ın ölümünün onsekizinci yıldönümünde
O'nun aziz ruhunu anma vesilesi olarak yayınlanmıstır.
GIRIS
''Zâbit ve Kumandan ile Hasbihal''
Mustafa Kemal'in yazıp yayınladığı kitapların çapça en ufaklarından biridir;
belki de en ufağı... Fakat tasıdığı
mana bakımından, süphesiz ki, çok büyük değerdedir. Bu değer, kitabın
felsefede kullanılan: ''Nicedir?''
fakat: ''Nice olmalıydı?'' yoklamalarına kendi konusunda bilimli bir karsılık
teskil etmesinden ve hele: ''Nice
olmalıydı''yı gerçeklestirecek insanı büyük eserinden çok daha önce
bildirmis olmasından ileri geliyor.
Uyandırdığı ilgi, ruhun maddeye karakterin bilgiye üstün olduğuna inanır,
fakat ikisi de en verimli biçimde
kaynasarak birbirini desteklerse sonucun sağlam olacağına güven besler
gerçekçi bir görüsle ülkücü bir anlayısın
yurtseverlik, milletseverlik, meslekseverlik ve ileri düsünürlük
prensiplerini kendinde diri tutmasından
ileri geliyor.
''Sehl-i mümteni''in, veya ''vecizenin
ta kendidir'' denebilecek bu kitapçık, Mustafa Kemal'in kisiliğini arastırıp
yazacaklar için asla ihmal edilemez
bir belgedir. Onun, değil her faslı hatta her paragrafı ayrı ayrı incelenmeli;
elestirilmeli, yorumlanmalıdır.
Zamanla askerlikteki bazı usuller de
tabii olarak değismis, yenilesmis bulunsa dahi, mesleksever genç
subayın, devrim kavramına bağlı aydın
sivilin bu kitaptan daima öğreneceği, hiç değismez, köklü ders
konuları vardır.
.
Kitap, bir göndermeye karsılık olarak
hasbihal biçiminde kaleme alınmıstır: Erkânı Harbiye Binbasısı Mehmet
Nuri Bey'in (rahmetli Nuri Conker)
1913 yılı kısında Birinci Tümen arkadaslarına verdiği konferansların bir
araya toplanmasından vücut bulmus olan
''Zâbit ve Kumandan'' isimli eserine Bulgaristan'taki Türk
Atasemiliteri Kurmay Yarbay Mustafa
Kemal'in cevabı...
Bu bilgiye göre her iki eserin de
zaman çevresi, Balkan savası ertesi ile Birinci Dünya Savası'nın arifesidir.
Facialı olayların zoru altında bir
silkinip kalkınma çabasına sahne olmus bu zaman çevresi, ordumuzun
ıslahatçılık tarihi ve psikolojisi bakımından
müstesna önemde bir mana tasır. 1908-1909 tarihi,
imparatorluğun hükümet rejiminin değisiminde
nasıl mühim bir yenilesme baslangıcı olmussa, 1913-1914
tarihi de, Balkan bozgunundan sonra
imparatorluk ordusunun gençlesmesinde öyle bir baslangıç sayılmıstır.
Bas hürriyet yiğidi tanılan, Berlin'e
atasemiliter giden, Trablusgarp savasında Bingazi müdâfii kuvvetlerin
umum kumandanı olan, Balkan harbinin
ikinci kısmında Hursit Pasa ordusunun erkânıharbiye reisi olup
Edirne istirdadcısı diye söhreti ordu
ve millet arasında bir kat daha büyüyerek kahramanlığın, mücahitliğin ve
dinamizmin sembolü sayılma derecesine
varan Enver Bey, sadrazam ve serasker Mahmut Sevket Pasa'nın
kurban gittiği suikasttan sonra pasa
rütbesi ile Harbiye Nâzırı olur olmaz, mağlup orduyu, kesin bir kararla,
artık yararsızlasmıs addedilen geçkin
kumanda unsurlarından temizlemistir. Bu yeni orduyu iyice
modernlestirerek sağlamlastırmak
güdüsü ile de General Liman von Sanders'in baskanlığı altındaki Alman
askeri ıslahat heyeti memlekete
getirilmistir.
Đkinci Balkan savasına son veren
Londra muahedesi imzalanıp Balkan devletleri ile diplomatik münasebetler
yeniden kurulunca, hürriyet
kahramanlarından, Paris atasemiliteri, Trablusgarp müdafaa kuvvetleri
erkânıharbiye reisi, ikinci Balkan
harbi sırasında Bolayır'da Fahreddin Pasa kolordusu erkânıharbiye reisi,
Đttihat ve Terakki Partisi Umumi
Kâtibi Ali Fethi Okyar Türkiye'nin Sofya Büyükelçiliği'ne; hürriyet
kahramanlarından, Hareket ordusu erkânıharbiye
reisi, Derne Kuvvetleri Kumandanı Kurmay Yarbay Mustafa
Kemal de Sofya atasemiliterliğine
gönderilmisti.
. Ilk subaylık çağları Istibdat
rejimine karsı Hürriyet kavgaları zamanına, Osmanlı saltanatının
Bosna-Hersek'te, Bulgaristan'da,
Libya'da, On Đki Ada'da, Arnavutluk'ta, Makedonya'da, Batı Trakya'da sona
ermesi yıllarına rastlamıs; böylece,
benlikleri sürgünler, ihtilaller, inkılaplar ve harplar içinden geçe asa on
senede birkaç ömürlük tecrübe edinerek
olgunlasmıs yurtsever iki gurbetzede hemsehrinin heyecanını bir
felaketin acısı ile bir zaferin özlemi
arasında, olanca lirik, elejiyak, satirik, realist ve idealist vasıflarında hıza
getirdiği anlasılan çok esaslı meslek
davalarının çözümündeki görüs noktalarını açıklar bu Hasbihal, Mustafa
Kemal'in sezisi, kavrayısı, kültürü,
inanı, güveni, mantığı ve o demlerde rütbesi iktizası tabii olarak ön planda
görülmemekle ve görünmemekle beraber
orduda mesleki, fakat milli ishalatcılık isterlikteki kıdami hakkında
en doğru düsünceyi edinmemizi sağlamıs
bulunuyor.
Nuri Conker'in ''Zâbit ve Kumandan''ını,
esefle söyleyeyim ki okumadım. Fakat Mustafa Kemal'e,
''Hasbihal''de gördüğümüz derecede
ilgi ve coskunluk vermis ve onun bazı esaslı konular üzerindeki
düsüncelerini açıklayarak meseleyi ve
noktainazarını aydınlatmasına vesile olmus bulunduğuna göre kuvvetle
tahmin ediyorum ki kıymetli bir eser
olacaktır.
Herhalde, Dâhinin belli baslı hassalarını
Türk nesillerine kendi ağzından duyurmaya yol açan bir kitap yazmıs
olduğu için Nuri Conker'e rahmet
dilemek, doğrusu, sükran borcudur.
.
Altısı Derne cephesindeki resimlere
ayrılmıs otuz iki sahifelik bir kitaba, -bir tek sahifede baslayıp biten, en
uzunu dokuz sahifeyi geçmeyen- altı
fasıl sığdırabilmek; bu fasılların daha ilkinde o zamanki ordunun bütün
eksiğini gediğini bes altı maddede
toplayıp bes on satırda ortaya koymak; hiç vakit geçirilmeksizin, su bu
kayıtlar konmaksızın, hatır gönül
gözetilmeksizin bu eskiler giderilmezse böyle bir ordudan harp zamanı
yurdu koruma vazifesi beklenemeyeceğini
felaketten önce sezerek, rütbesindeki küçüklüğe bakmadan, hiçbir
seyden çekinmeden yüksek makamların
kulağına haykıra haykıra ulastırmak; bunu böyle yapmanın vicdan
ve iz'an sahibi kisiler için ahlâk
borcu olduğunu söylemek; ordu kurmanın iyi subay yetistirmeye bağlı
bulunduğuna inanını belirtmek; subayın
ere, komutanın subaya iyi örnek olacak ruh yüksekliğinde
bulunmasının sağlanması gerektiğini açıklamak;
insanların maddece değil, manaca kendilerinden üstün
olanlara saygı besler olduklarına
dikkati çekmek; yeni zihniyetli bir ordu kurmanın yolunu kıdem ve kademe
vasıflarına ve tertiplerine göre aydınlatmak;
en iyi ve genis Harbiye Mektebi öğretiminin bile asıl, ordu
mektebinde, iyi komutanların gözcülüğü
ve yetistiriciliği sayesinde sırf is üzerindeki ciddi eğitim çalısmaları ile
gelisebileceğini bildirmek; ''Ordu mekteb-i
amelisi, ancak bu suretle makamının ehli tabur, alay vs.
komutanları yetistirmek sayesinde
milletin evlatları bir sürü gibi değil, sanlı serefli insanlar olarak san ve
serefe sevk ve tevcih olunabilir''
demek; böylece ordunun öğrencilik çağından en üst komuta mertebesine
kadarki esas islerine akıl erdirmek,
dertlerini bilmek, onların düzeltilmeleri çarelerini göstermek, bir genç
kolağası söyle dursun, değme yüksek
rütbeli ve makamlı yiğidin bile kârı değildir. Bu bakımdan ''Zabit ve
Kumandan ile Hasbihal''in bu tek faslı
bile insana, Koçi Bey'in meshur risalesi ile Đbrahim Müteferrika'nın ordu
ıslahatı lüzumunu bildirir lâyihasının
tümünden daha ilgi uyandırıcı görünüyor.
Bir devlet sonundaki ordunun maddece
ve manaca eksikliklerinin ve bir devlet baslangıcında kurulması
gereken orduda bulunması sart
meziyetlerin Mustafa Kemal gözü ile görülüp karsılıklı iki manzara halinde,
hem de en canlı renklerle resmedilmis
bir tablosudur denebilecek bu fasıl, bence, kendi tarzında, bizim
tarihimizde ve edebiyatımızda bir esi
daha yok bir belge kıymetindedir. Bu fasıl Mustafa Kemal'in, daha
Kolağalığından beri, kendinde büyük
bir ıslahatçı meziyeti, bir baskomutan hâslatı sezer olduğunu gösteriyor.
Tenkitler de, olaylara Mustafa Kemal
gözü ile bakılarak Mustafa Kemal eliyle yazılmıs raporlara dayanır
gerçekçi ve duygulu hatıralar üzerine
yürütülmüstür. Eksiklerin giderilme yolları da onun zekâ haddesinden
geçen tasarılarla ısıklandırılmıstır.
Mustafa Kemal'in birinci fasılda
Edirne manevrasını, mesela ''Karıstıran'' da gördüklerini elestirerek anlatma
tarzı, tıpkı Çankaya sofrasında ciddi
isleri hikâye ve tenkid ettiği zamanki üslubuna benziyor... Namık
Kemalvari olan, hatta yer yer eski
Roma belâgati çesnisini andırır cümlelerle bezenmis bulunan bu üslup,
görüsteki doğruluk, söyleyisteki açıklık
bakımından tipik ve karakteristik Mustafa Kemal edasındadır: öylesine
sağlam mantık; öylesine isabetli
kestirip atıs, öylesine yüreği kanayarak haykırıs, öylesine halis uyarıs...
Faslın dramatik mana alan kısmı sudur
ki Mustafa Kemal, sikâyetli raporunu vurdumduymaz makama
sunmustur. O makamda Selanik'i bir yıl
sonra Yunan ordusuna muharebesiz teslim edecek kimseler
oturmaktadır. Rapor, o makam
sahibinden ordu müfettisliği makamı sahibine kadar gitmistir. Fakat takdir
edilerek değil; haddini bilmezliğin
örneği diye gösterilerek... Halbuki, Kurmay Kolağası Mustafa Kemal,
esasen ordu müfettisliğine de ayrıca
maruzatta bulunmustur; hatta bunun son satırlarında, Eskilos'un
trajedyalarındaki tok sözlülüğü hatırlatır
bir talakatle: ''Kumandanlar böyle zatlardan olduktan sonra orduda
talim neticesi; emirde, kumandada,
itaatta, inzibatta eyi giris aramak serabda su aramak gibidir'' demek
kahramanlığını bile göstermistir.
.
Bununla beraber Mustafa Kemal bu fasılda
mesleğin yalnız kadrosunu haddeden geçirmekle, mesleğin her
rütbe ve merhalesinde bulunması
gereken vasıfları, meziyetleri sayılmakla kalmıyor. Askerliğin gerektirdiği en
köklü ruh meselelerine de temas
ediyor: mukavemet, fedakârlık ve kahramanlık gibi...
Bu haslatların bugünkü fenne ve
terakkiye uygun bir portresini çiziyor... Tasviri, O'nun, sonraları Çanakkale,
Mus, Bitlis, Sakarya, Dumlupınar gibi
büyük islerde göstereceği cesareti daha önceden haber vermektedir.
Mustafa Kemal, mertlik haslatlarını,
fedakârlık duygularını, yani karakteri askerlik ve subaylık mesleğinde asıl
olarak görmektedir: Đlim ve fenle
disiplin altına alınmamıs olsa bile karakter, gene büyüklükler kaynağı olur;
ancak, her vakit ''emin ve mefkûr''
sonuç vermez düsüncesindedir... Cesareti, mukavemeti, kahramanlığı
suurlu bilgili; fennin, meslek sanatının,
halin, durumun dileklerine ve gerektirdiklerine uygun; gayeye dayanır
istiyor. Eli palalı, atı önde, gözü
bir seyi görmez atılganlığa zafer sağlayıcı gözle bakmaktadır.
. Đkinci fasılda nefsi istihkârdan ve
fedakârlık duygusundan bahsederken, Nuri Conker'in: ''Bir zabit, sanatı
namına, hayat ve mevcudiyetine hiç
ehemmiyet vermeyecektir. Hayat ve rahatın hiç düsünülmemesi icap
edince zabit rahatını ve hayatını feda
etmeyi seref bilecektir. Namusun muktezası budur'' dediğini duyunca,
Mustafa Kemal gibi, kimseye bas eğmez
bir adam, bu hakikat önünde adeta bir fakir dervis tevazuu ile boyun
bükerek tasdik etme vaziyeti almakla
mesleğine sevgisinin ve saygısının ne güzel bir örneğini vermis oluyor!
Kahramanın, kendi kılıcını kutlayarak
selamlaması gibi adeta dindarca sövalöresk bir jest...
''Muharebede yağan mermi yağmuru, o yağmurdan
ürkmeyenleri ürkenlerden daha az ıslatır diyeceğim''
sözü, Anafartalar kahramanının ağzına
ne kadar yakısıyor!.. Çöl ve Balkan tecrübelerine dayanan bu söz,
Homeros'un Truva'daki Asilin ağzına
yarastırdığı sözlerden insana daha çok tesirli geliyor...
''Subay maiyetindekilerin metanet ve
besaletlerinin topundan üstün bir metanet ve besalete malik olmalıdır ki
kumanda ettiği insanları kendi
bilgisinden ve gücünden faydalandırabilsin'' diyen Nuri Bey'e Mustafa Kemal:
''Senin bu sözünü her zabit pek büyük
dikkat ve ciddiyetle okumalıdır. Onun manasını beynine hakketmelidir.
Ve bilinmelidir ki, bir millet
evlatlarının önüne geçip onları atese sevketmek hak ve salahiyetini ancak o
dediği
metanet ve besalet muhassalasını
ruhunda bulmus zabitler haizdir'' cevabını sunmakla kendi nazarında
subaya ne büyük mana, misyon ve sorum
vermis olduğunu anlatmıs oluyor.
.
Hasbihal'in, belkemiği saydığım üçüncü
faslı, bence bütün okul kitaplarına alınacak; ders olarak her neslin
Türk çocuklarına kelimesi kelimesine
belletilecek değerdedir... Bu fasıl yirminci yüzyılın ilk yirmibes yılındaki
Türk devletinin bütün mukadderatını; o
mukadderatı değistirip zafere ulastırmakta en bas rolü oynayacak
kahramanla birlikte tasvir eden bir
''Self portrait''dir. Kurtarıcı ve kurucunun kendine inanını ve yapacağına
güvenini apaçık bildiren bir isarettir
bu... Bir yandan yenilmemizle biten Balkan Harbi'nden sonra ordunun
basına ıslahatçı olarak getirilmis
yabancı heyeti; Birinci Cihan Savası; yenilmemizle sona eren o savasın
sonucundaki mütareke; o mütâreke; o
mütâreke içindeki saskınlık; kurtulus yolunu mandaya basvurmada
arayıs; milli ayaklanma; ona, galip
itilaf devletlerince verilen çetecilik ve haydutluk adı Türk vilayetlerinin
baska baska devletlere mensup isgal
orduları arasında bölüsülmesi; Đzmir'e Yunan askeri çıkarılması;
bunlara karsı koyup ve birlik kurarak
kurtulus çabasına sarayın ve Babıâli'nin, yabancı baskısına uyarak,
isyan gözü ile bakması; milli hareket
üzerine Seyhülislam fetvaları ile donatılmıs ''Kuvayı Đnzibatiye''
göndermesi; iç vilayetler ayaklanmaları;
Çerkez Ethem ihaneti; Sevr muâhedesinin idam hükmü gözönüne
getirilir; bir yandan da Kurmay Yarbay
Mustafa Kemal'in: ''Đnsanları istediği gibi kullanan kuvvet, fikirler ve bu
fikirleri tesahhus ve tamim eden
kimselerdir. Fikrin hassası da hiçbir itirazın bozamayacağı bir sekl-i mutlak
ile kendi kendisini kabul ettirmektir.
Bu ise fikrin yavas yavas hissiyata istihale ederek akıydeye münkalip
olması ile mümkündür. Ve böyle
olduktan sonradır ki, onu sarsmak için bütün baska mantıkların, baska
muhakemelerin hükmü olamaz.''
''...Süphe yok ki bizim milletimizin
seciyesi de bütün seciyeler gibi teâliye, matluk sekle tahavvüle müstaittir.
Fakat binefsihî olmak sartıyla... Eğer
bizim seciyemize, hariçten bizim seciyemizden baska secâyâdaki
müessirler tarafından bir sekil
verilmek istenirse bundan sabit ve muayyen hiçbir sekil, hiçbir netice hasıl
olamaz'' demis olduğu okunursa Mustafa
Kemal'in 1914'te daha Birinci Cihan Savası patlamazdan önce,
''gelecek''teki olayları ne kudretli
bir ruhla görmüs, ne kuvvetli bir dille noktası noktasına anlatmıs olduğu
büsbütün ortaya çıkar...
Hele ''Askerlerimizin ruhunu kazanmak
bizim için bir vazife olduğu gibi evvela onlarda bir ruh, bir emel, bir
seciye yaratmak da Allah'tan ve
Medine-i Münevverede yatan Cenab-ı Peygamberden sonra bize teveccüh
ediyor'' demis olması, yapacağına
olaylardan çok daha önce inanan ve basaracağına hiç süphesiz güvenen
kurtarıcı ve kurucunun peygamberane
denebilecek manadaki açıklayısını gözlerimiz önüne koyuyor.
Erzurum, Sıvas Kongreleri, Milli
Misak, Ankara'da Türkiye Büyük Millet Meclisi ve hükümeti, Sakarya,
Dumlupınar hep bu sesin ve bu sözün
içinde kendini duyurmuyor mu?..
Bu belgeden öğünç duymaya
milletimizin, kazandığı zaferle, yerden göğe kadar hakkı vardır. Mustafa
Kemal'in kim olduğunu inceleyecek
bütün medeniyet dünyası için, bütün insanlık için, onun kendi ağzından
isitilmis bu sözler en doğru, en
iftihar duyurucudur.
.
Hele kitabın dördüncü faslı! Baslıklı
fasılların ilki ve fasılların en kısası olan ''Ruh-ı Taarruz''un basındaki su:
''Ordunun vazifesi, vatanı çiğnemek
isteyen düsmana karsı ayağa kalkmaktır. Bu kalkıs, elbette, yerinde
durmak için değil, düsmana atılmak
için olursa kalkılmıs olduğuna değer'' sözü, 1919 Mayıs'ında onun
Samsun'a çıkmakla basına geçtiği
millet hareketinin, daha 1914'te Sofya'da iken ruhunun aynasına aksetmis
ilk manzarası sayılsa yeridir.
.'
'Zâbit ve Kumandan ile Hasbihal''in
daha ilk faslındaki bir paragrafta: ''Makamının ehli kumandanlar
yetistirmek sayesinde milletin
evlatlarının bir sürü gibi değil, sanlı serefli insanlar olarak sana, serefe
götürebileceğini'' söylemis olan
Yarbay, makbul derecesinin ölçüsünü, asırı tasmasının yararsızlığını kendi
denemelerine dayanarak bildirdiği ve
eskisi ile yenisi arasındaki baskalığı pek açıkça belirttiği inisiyatif
bahsında da sahsiyetin, hareket
serbestliğinin ezilmemesine; fikre, kisiliğe sarsıntı getirilmemesine çok önem
verilmesi gerektiğini anlatıp yazmakla
ileri düsünürlüğünün güzel bir örneğini daha göstermis oluyor.
Düsmanın bir hareketi sezilince
muharebe ihtimali mevcuttur derken: ''Muharebe için düsmanı
ordugâhımızda beklemek olmaz; onu
uzaktan karsılamak yeğdir. Düsman az ise yetisenlerimiz onu durdurur
veya geri püskürtür. Çoksa bütün
dövüsçüler yetisinceye kadar düsmana tüfek atar, hareketini ağırlastırırız;
gerekirse biraz geriye çekiliriz.
Fakat ileri gitmek beklemekten iyidir. Hiçbir sey yapamazsak düsmanı görür,
Sayfa 16
kitap
kuvvetini anlar, meraktan çıkarız''
düsüncesindedir. Đste, bu konuda keyfiyeti kemiyete, zekâyı ve iradeyi
değer bir düsüncesi daha: Derne'deki
denemesinden edindiği kanıya göre: ''Eldeki vasıta ortaçağ yadigarı
olsa da bunun eczası, görülecek is
için adım basında bir emre, bir ihtara ihtiyaç göstermeden kendiliğinden
harekette feyzini almıs bulunursa,
karsısındaki bu hassadan mahrum kaldıkça terakkiler dünyasının en büyük
lütufları ile mesud olsa bile muzaffer
olamaz!..''
Karakteri büyüklükler kaynağı sayan
Yarbay, bir orduyu terkip eden her kisiyi yasar bir makinenin canlı
parçası olarak görüyor. Bu makineyi
harekete getirecek vasıtayı, bu makineyi vücuda getiren yasar uzuvları
dimağlarındaki kuvvet ve kanlarındaki
ruhta buluyor. Bu manivelanın islemesini ve tatbik noktasını dimağda,
kalpte arıyor.
Bütün nutkunun gençliğe hitap eden kısmında:
''Muhtaç olduğun kuvvet damarlarındaki
asil kanda mevcuttur'' diyen Büyük Önder'in bu düsünceye ne
zamandan beri inanır olduğu bu faslın
bu bahsinde kendini, iste, gün gibi açık gösteriyor.
O fasla kadar söylediği bütün
hakikatlerin ve saydığı meziyetlerin bir uygulanmasıdır denebilecek altıncı
fasıldaki inisiyatif, hareket ve
dinamizm misallerini kendisine gönderilmis raporlardan aldığı parçalarla birer
ispat belgesi gibi sıralamadan önce
baskalarının büyüklerini hiç kıskanmadan, izzetinefsini hiç incitmeden,
Mustafa Kemal'in, milli duygusu ve
gururu askına su:
''Fakat, bu noktada bütün açıklığı ile
canlandırılmak gereken bir hakikat-i mahza vardır ki o da sıcak kanlı
Afrika evlatlarında o saydığımız
cengaverane vasıfların fiil halinde görülmeleri bir takım âtesin ruhların
Afrika
göğünde pervazı ile baslar'' diyen
sözleri, bir yurtseverin ağzından imrenilerek dinlenecek üstünlükte bir
derstir.
Sonradan büyük zaferler ertesinde
Millet Meclisi kürsüsündeki nutuklarında silah arkadaslarının kahramanlık
hakkını hiç sakınmadan ve kıskanmadan
övdüğünü kendi ağzından isittikçe hayran kaldığımız o ruh
cömertliğini, Yarbay Mustafa Kemal'in
Hasbihalinin bu faslında: ''Askerlik ruhuna sâfâ verecek ve bütün
askerler için örnek olmaya değecek
yüzlerce raporlar takrirlerden bazılarının bazı cümlelerini o kıymetli asker
arkadasların hürmet ve tebcil ile anılmasına
vesile olmak üzere aynen derç'' etmesinde buluyoruz.
.
Hâsılı, mesleğindeki ilk rütbelerinden
beri bir genç kurmay subayında büyük din hareketlerine, kıtalar
kaplayıcı keskinlikte fütûhatçılık
hareketlerine, kendi zamanında Uzak Doğu'da iki büyük devlet
boğusmasından çıkan manaya ilgi
gösterip yorumlarda bulunacak kadar; o vakitler henüz pek kullanılmamıs
inisiyatif gibi terimleri kullanıp
serhetme yetkisini kendinde görecek kadar genis, kültürlü, kavrayıslı, ileri
görüslü düsüncelerin yer etmis olması
ve bunların hepsinin bu küçücük kitapta kuvvet ve cesaretle daha o
vakitler söylenip yazılmıs bulunması,
insanı hayrette ve hayran bırakıyor. Dediğim gibi, bu küçücük kitap bir
büyük tebsirdir.
''Zâbit ve Kumandan ile Hasbihal''
gerçi 1914 Mayıs'ında Sofya'da yazılmıstır. Fakat ilk yaprakta da isaret
edildiği üzere Birinci Cihan Savası
boyunca su bu kayıtlar yüzünden 1918'e kadar yayımlanamamıstır.
Nihayet, Mustafa Kemal'in öteden beri
yakın arkadası ve Sofya'da iken elçisi Ali Fethi Okyar ile birlikte 1918
mütarekesi baslarında Đstanbul'da bir
müddet çıkardıkları ''Minber'' gazetesinin matbaasında, her ikisinin de
dostu ve gazete idaresi islerinde
vekili Sayın Doktor Rasim Ferit Talay'dan öğrendiğime göre Mustafa Kemal
Pasa'nın arzusu ve emri üzerine bin
nüsha olarak basılmıstır. Ve her nüshası yedi buçuk kurus fiyatla satısa
çıkarılmıstır. Bunlardan bir miktarını
dostlarına hediye etmek üzere Pasa almıstır. Geriye kalanı da, Pasa
Andolu'ya geçip Babıâli'ce askerlikle
münasebeti kesildikten sonra, Damat Ferit hükümeti tarafından
toplattırılarak yok edilmistir...
Bendeki nüsha Büyük Adamın o zaman Đstanbul'da
iken el yazısı ve imzası ile bir kat daha kıymetlendirilerek
bana vermek lütfunda bulunmus olduğu
nüshadır. Bu nüshanın simdiye kadar elimde kalmasını, esim
Saliha'nın Mütarekede galip bir Đtilaf
Devleti subayına verilmek üzere bir gün içinde esyamızla birlikte
apartmanımızdan kapı dısarı edilmek; Đnebolu'ya
geçerken, Ümit vapuru, Anadolu'ya subay ve silah
kaçırmaktadır diye haber verilmesi
üzerine Kızkulesi açıklarında Đtilaf kontrolünce dört gün dört gece
alıkonarak kösesi bucağı bavul, çuval
aranıp taranmak; Buhârâ'ya sefâret memurluğu ile giderken Batum'dan
öne bırakılmamak gibi sergüzestlerde
yabancı ele geçirtmeden; Anadolu içindeki tasınmalarımızda ve yurt
dısındaki seyahatlerimizde ziyana uğratmadan
sağlamıs bulunmasına borçluyum. Kadirbilirliğinden dolayı
kendisine burada bir daha tesekkür
ederim.
.
Mütareke sartları içinde elde
kalabilen basit kâğıt üzerine ufak punto ile basılmıs pembe kaplı küçücük bir
risale kılığındaki ''Zâbit ve Kumandan
ile Hasbihal'', yıllar yılı, kimsenin dikkatini çekmedi. Yanılmıyorsam,
ondan ilk bahseden ben oldum. Geçen
sene ''Ulus''ta yayınladığım hatıralarda onun önemini belirttikten sonra
gerekli ve yetkili kaynakların onu
yeni harflerle bastırarak okurların gözönüne bir an öne koymasını
dilemistim. Daha sonra da, ya doğrudan
doğruya, ya dostlar yolu ile ilgilerini çektiğim, -yetkili olabilecekkaynaklar
iyi niyetler belirttiler. Hatta
tehâlük gösterdiler. Bununla beraber, simdiye kadar gerçeklestirici bir
yürürlükte henüz bulunulmadı.
Basvurduklarım arasında yalnız, dostum Hasan Âli Yücel bununla çok
alakalandı. Bendeki nüshadan bir kopya
çıkarılarak eserin Đs Bankası Yayınları arasında yeni harflerle
basılması için tesebbüsünü esirgemedi.
Dileğim üzerine bütün gelirinin Atatürk armağanı olarak bankaca bir
Sayfa 17
kitap
hayır isine bağlanmasına çalısmayı, o
üzerine aldı. Bu eseri bastırmakla Büyük Adamın hatırasına gösterdiği
bağlılıktan ve kültürümüzün
zenginlesmesine ettiği hizmetten dolayı Đs Bankası'na çok tesekkür ederim.
. Đlk baskıda Arapça ve Farsça
kurallara göre, o
zamanın geleneğince yapılmıs
zincirleme tamlamaları,
dilimizin bugünkü özellesmesini
gözönünde tutarak, bir de yazı yeni nesiller tarafından daha kolayca
anlasılsın diye Türkçelestirerek değistirmek
cüretinde bulundum. Dil ve Tarih kurumlarının kurucu ve
koruyucu baskanı sağ olsaydı, süphe
yok ki, kendi de bu açıklastırmayı yapacaktı. Mesela, bugün o da ''Âbda
taharri-i serab kabilindendir'', ''Đcâbât-ı
ruhîye-i beserîyedendir'', ''Ahvâl-i ruhîye-i beserîyyeye adem-i vukuftur''
demeyecekti. ''Bilâkuyûd-i müsâmaha
evsaf-u liyakat-i mahsusa sâhibi'' demeyecekti... Cüretimin özrünü bu
sebepte buluyorum. Onun üslubundaki ağır,
vekârlı ve yazıldığı güne göre makbul ve tantanalı olan
ahenkden hiç süphesiz büyük bir sey
yitirmis olmanın eksikliğine karsılık, düsüncelerinin keskinliği bugün de
zorluksuz anlasılabilmek yararlığına
erisilmistir sanıyorum.
Çünkü bu çapı küçük, fakat manası
büyük kitapta Mustafa Kemal'in ruhu bütün olağanüstü realizmi ve
mistisizmi ile açık ve çok canlı
görünüyor. Onuncu yıl nutkundaki: ''Onbes yıldır sana bir çok vaatte
bulundum. Bahtiyarım ki, hiçbirinde
isabetsizliğe uğramadım'' demesiyle, Türkiye Büyük Millet Meclisi'ndeki
en son açıs söylevinde: ''Biz,
ilhamlarımızı gökten ve gaipten değil; doğrudan doğruya hayattan almıs
bulunuyoruz... Bizim yolumuzu çizen;
içinde yasadığımız yurt, bağrından çıktığımız Türk milleti ve bir de
milletler tarihinin binbir facia ve ıstırap
kaydeden yapraklarından çıkan neticelerdir'' demesi hatırlanırsa
onların nüvelerinin 1914'te yazılmıs
bu Hasbihalde, hatta bu Hasbihalin birinci faslını su: ''Biz, o zaman
hükmümüzü vermis ve sada-yi vicdanımızı
en yüksek perdeden en büyük kulaklara isittirmek azminde
bulunmus ve bazı nikatın nazar-ı
dikkat ve intibaha arzını vazife-i vicdaniye addederiz, demistik''... Ve en
nihayet hatırlattık ki: Ordunun
selametini vicdanen düsünen erbab-ı namus ve ahlak riyadan muarradır.
Ahlak-ı teveccühü celbetmekten ziyade
meneden bir surette idare-i kelâm ederler'' diyen paragraflarındaki
sözlerinde daha 1911'den beri belirtilmis
bulunduğu; bu sözleri söyleyenin nasıl biteviye bir değismez mantık
tasıdığı ve sağlam bir karaktere sahip
olduğu kendiliğinden ortaya çıkar.
Okurları, asıl eserin huzuruna çıkarmadan
önce bu uzun sözlerimle geciktirmis bulunduğumdan dolayı
kendilerinden bin özür dilerim. Bu
hareketimi ancak benim Atatürk'e sevgime ve saygıma vereceklerinden
eminim.
Bir büyük insanın ne vasıfta olduğunu
ve o vasıftaki insanın, çok sükür ki bizim milletimiz oğlu ve önderi
olduğunu kendi eseri ile göstermek
istedim. Bu eserin huzurunda ona hayranlığımı bir kere daha belirttikten
sonra okurları büyük adamla basbasa bırakıyorum.
Rusen Esref Ünaydın
ZÂBĐT VE KUMANDAN
ĐLE
HASBĐHAL
Bu kitap 1330 (1914) yılında yazılmıstır.
Bazı kayıtlardan dolayı basılması bugüne kadar gecikmistir.
M.KEMAL
ZÂBĐT VE KUMANDAN
ĐLE
HASBĐHAL
Sofya 1330
I
- 1329 (1913) kısında Birinci Tümen
subay arkadaslarına verdiğin konferansların bir araya getirilmesinden
vücut bulan ''Zabit ve Kumandan''ı bu
senenin ancak mayıs ayında okuyabildim.
Bu güzel ve pek kıymetli eserini
okumakta birkaç gün geç kalmıs olmakla gerçekten suçlandırılmayı hak
ettim. Fakat eser elime geçtikten
sonra da onu birkaç defa okumaktan ve hele bazı bahislerinin candan
gelmis olan derin ve tesirli manalarını
dimağıma yerlestirmekten aldığım zevk ve ettiğim istifadenin kıymetini,
bu sanihatın müessiri olabildiğinden,
tesekkür ederek takdir etmeyi borç bildim.
- Baslangıçtan önceki beyanlarında:
''evsaf ve hasaili ilmiyeden, mezaya ve secayayi askeriden''
bahsedeceğini; ''zabit ruhunun kuvay-ı
maneviyesini beslemeye hadim olacak nikat ve keyfiyatın taharri ve
imtihanı ile istigal'' eyleyeceğini;
''efrada telkin edilecek manevi'' dersleri de mevzubahis kılacağını ve ''nüfuz-ı
Sayfa 18
kitap
amireyetin'' tahsil ve temkini usullerini
göstereceğini anladığım anda kitabına âsık oldum ve hemen sezdim ki,
sen on yıllık askerlik hayatının,
içinde yoğurulduğun birçok müstesna hadiselerin sana kazandırdığı acı, tatlı
tecrübelerini ve senin vicdanında ve
dimağında tam gelismesini bulan o necip ve vatanperverane
düsüncelerini ve duygularını vatandan
ayrı düsmekten hasıl olmus kalp yaralarına katarak bizi ağlatmak, bizi
utandırmak, alnımıza sürülen kara
lekeleri silmek gayret ve vazifesine davet etmek istiyorsun.
Ve gerçekten sözünün baslangıcı olan:
''Önümüzde acılarını gözümüzle gördüğümüz ve kalbimizle
hissettiğimiz felaketle neticelenmis
bir harp vardır'' ifadesiyle düsüncelerimize ve duygularımıza bir
elemlenme meydanı açıyorsun.
Ben bu düsünce elemi ve vicdan hüznü
ile senin baslangıcını takip ederken, harbin: ''Sanat-ı askeriyenin
öğrenilmesine medar olan vesaitin en
mükümmeli, en hakikisi'' olduğunu ve sefer hizmetleri kanunnamesinin
bir mahsus maddesini de sahit
göstererek; muhtelif rütbelerdeki kumanda sahiplerinin iktidar ve ehliyet
kesbetmesine hizmet eden hazar vakti
vasıtaları ve vesileleri ile bizzat harp ve onun sartları ve muktezaları
arasında yaptığın mukayeseyi ve bulduğun
dağlar kadar farkı tasdik ettikten sonra; ''Ordumuz zabitanının
kısm-ı azamesinin harpte bulunmus olması
dolayısıyla, bunca atesleri kalbimizi yakmıs olan bu son harbin
bize meslek noktainazarından istifade
temininden geri kalmamıs bulunduğu'' noktasında durdum ve biraz
daha düsündüm.
Senin istidlallerine istirak etmek
veya etmekte dumanlı bir fikir muhakemesinin zebunu kaldım.
Dimağım müphem hükümlerle kararsızlığını
gideremeden nazarım daha sonraki satırlara aktı.
- Bir ordunun hazarda takip etmesi
gereken ciddi mesai ve bu mesai ile muhkemlestirilen ilmi müktesebatın,
zamanı gelince, galibiyetle
neticelenecek surette tatbiki için meslek-i celil-i askeri erbabının haiz
bulunmaları
lazım gelen manevi hassalara ve
meziyetlere ait sözlerini de müthis bir darbe takip ediyor:
''Ordumuzun son Balkan harbindeki mağlûbiyet-i
elimesi acı bir hakikattir. Sukut-ı hayale uğranıldı.''
Evet, pek acı bir hakikattir. Fakat
senin de anlattığın gibi bu mes'um hakikati idrak edenler de vardı ve bence
idrak etmemis olmak için ya gafil veya
cahil olmak lazımdı.
Selanik'te, 327 yılı Haziran'ının 17'inci
günü (30 Haziran 1911) Kolordu Kumandanı'na takdim edilmis olan
resmi bir raporun bazı noktalarını
ibret olmak, mazideki derin uykumuzu hal ve istikbalde devam ettirmemek
için hep beraber bir daha gözden
geçirelim:
''Madde: 1- ...... Binaenaleyh, münferid
terbiye devresine neticesiz ve muhassalasız son verilmistir.
2- ...... Teftis edeceği talim devresi
muhassalasının ne olmak ve nasıl olmak lazım geldiğinden haberi yoktur.
3- ...... Tümen Komutanı kıtalar karsısında
aldığı seyirci vaz'ı ile... adem-i huzurundan daha muzir duygular
uyandırıyor... Vazifesinin cahilidir.
4- Alay ve Tümen Komutanı'nın teftis
ve tenkitteki cahillikleri subaylarda hayret, istihza ve itimatsızlık
duyguları uyandırıyor.
5- Bu zihinde ve bu ilimde alay ve
tümen komutanlarının bugünkü askeri terakkilerle mütenasip olarak
yetistirilmesi mecburi olan kıtaları
yetistiremeyecekleri ve onlara hüküm ve kumanda ve icabında onları sevk
ve idare edemeyecekleri süphe ve
tereddüt kabul etmez açık hakikatlerdendir.
Bu noktadaki hakikatleri görüp
söylememek ise, ordunun ataletine, kıymetsiz kalmasına, harpte vatanı
kurtarmak için talep olunacak mühim
vazifeyi görememesine kalp rızası göstermektir ki bu hiyanetle
isimlendirilir.
6- Bu hale bir an önce çare bulmaya
tesebbüs, her namus ve vicdan sahibinin vazifesidir.
Emir ve kumanda salahiyetini haiz
olmayanların bu husustaki hizmetleri, müsahede ve tetkiklerini icraat
sahibi olanlara arz etmektedir.
Makam ve icraat sahibi olanların sahıslara
merhamet etmek zayıf kalbliğinde bulunarak ordunun intihatına
yardım etmeleri...''
Bu raporumu takdim ettiğim makamda o
zaman vatanım Selanik'i Yunan ordusuna muharebesiz teslim eden
kuvvetin basında bulunmus olan zatlar
oturuyordu.
Raporumuzun bu makam sahibinden ordu
müfettislik makamı sahibine kadar gittiğini isitmistik. Fakat ne
maksatla? Haddini bilememenin bir örneğini
göstermek maksadıyla...
Ordu müfettisliğine de vaki olmus bir
maruzatın son satırlarını okuyalım:
''...Komutanları zevatı mumaileyhimden
ibaret olduktan sonra... Orduda talim ve terbiye, neticesi emir ve
kumandada, itaat ve inzibatta hüsn-i
cereyan aramak, serapta su aramak gibidir.''
Ordumuzda Goltz'ün(1) talebeliği ile
söhret kazananlardan çoğunun da, müsarünileyhin: ''Đyi bir ordu vücuda
gelmesine dahil olan muhtelif
amillerin en müessiri, süphesiz, binnefis basındaik amirin tesiridir'' hakikatını
anlamakta ve ordular için beyan
edilmis olan bu mülahazanın en küçük cüzitamlar içinde cari olduğuna
gafletleri görülüyordu.
Mesrutiyet devresinin, Osmanlı
ordusunu ilk teshir ettiği Edirne manevra sahasında hayalen söyle bir
dolasalım:
Senin ve benim ve senin ve ben gibi
birçok arkadasın kollarımızda beyaz birer bant vardı. Biz hakemdik.
Bizden daha büyük hakemler de vardı.
Ne hüküm verilmisti?
Bunu söylemeden önce ne görülmüs olduğunu
hatırlayalım.
Sayfa 19
kitap
Mesela: Mavi Kolordunun sağ kanadında
hareket eden bir Tümen Komutanı'ndan, tümenine verdiği emrin ve
tümenin bulunduğu vaziyetin
bildirilmesi, -sormak yetkisini haiz zat tarafından- rica edildi. Tümen komutanı,
böyle bir sorguya muhatap olmamıs
gibi, atının üzerinde susmus ve pek ziyade sakin ve dilsiz duruyordu.
Biraz bekledikten sonra birinci
sorgunun cevabından vazgeçilerek, Kolordu Komutanı'ndan alınan emrin
müeddası soruldu; yine cevap yok!
Sebep?!..
Sebep, aldığı emrin manasını anlamamıstı.
Sebep, verdiği emrin veya daha doğrusu
imza ettiği emirnamenin neden ibaret olduğunu bilmiyordu.
Sebep, çünkü, görünüse rağmen o
tümene, o kumanda etmiyor.
Sebep, edemezdi...
Ya böyle anlamadan verilen emri
telakki eden Alay Komutanları?!.. Evet, bu merakı gidermek için Tümen
Komutanı'nın yanından ayrılarak, ''Karıstıran''
istikametinde yürüyen alaylara mülâki oldum.
Bir Alay Komutanı'na, beni hareketleri
hakkında aydınlatmasını rica ettim.
''Simdi'' dedi.
Ceplerini karıstırdı. Ceketin iç
cebinden iki burusuk kâğıt çıkardı.
''Đste, iki emirname!'' dedi. ''Birini
gece aldım; birini sabahleyin... Henüz ilk emrin icaplarını tamamen ifa
edemediğimiz için ikinci emrin ahkamını
tatbike baslamadık...''
Bu emirleri gözden geçirdim. Đkincisi,
birincisinin hükmünü iskat ediyordu. Fakat Alay Komutanı hâlâ: ''Evvela
birinciyi ve sonra ikinciyi'' diyordu.
Niçin.
Çünkü, Alay Komutanı, numara sırası
ile tatbikini düsündüğü emirlerin ne birincisini ve ne de ikincisini
anlamıstı. Halbuki, alayı gidiyordu.
Fakat, nereye ve niçin? Bunu, Alay Komutanının kendisi de bilmiyor;
alayını takibeden hiç kimse de
bilmiyordu.
O halde, nereye gidiliyordu?
Bu gidis; elbette felakete, hacalete
doğru bir gidisti...
Hareketlerini sonuna kadar takip ettiğim
bu tümenin, gece olduğu zaman duçar olduğu sefaleti, kıt'alarından
bazılarını kaybederek çektiği ıstırabı,
ertesi günü karsı tarafın topçu ve piyade atesi altındaki perisanlığını
tasvir etmek istemiyorum.
Yalnız, beyan etmek isterim ki, bu ve
bunun gibi asker yığınlarının o gidislerinin muhakkak felakete, mezara
doğru bir gidis olacağına hükmetmek
için pek keskin muhakeme sahibi ve pek ziyade uzağı görür olmak
lazım gelmezdi.
Biz, o zaman hükmümüzü vermis vicdanımızın
sesini en yüksek perdeden en büyük kulaklara isittirmek
azminde bulunmus ve:
''Bazı noktaların dikkat ve intibah
nazarına arzını vicdan vazifesi addederiz'' demistik.
Ve demistik ki: ''Bir Kıt'a ve bahusus
subaylar heyeti yalnız iyi örnek olacak rehberlerle yetistirilir...''
''Đnsanların hürmet ve tazimlerinin,
itaat ve inkiyadının kendinden maddeten değil, manen yüksek olanlar
hakkında tecelli etmesi beser ruhunun
icaplarındandır.''
Ve demistik ki: ''Ordunun hayat uktesi
olup birçok geleneğe bağlı olarak gelisen ve kemal bulabilen askeri
zabıt ve rabıt duygularını bugün
Osmanlı ordusu subay heyetinde hakiki safhasında görmeyi istemek beseri
ruh hallerini bilmemektedir.''
Ve istirham etmistik ki: ''Bugün için
tesebbüs, kayıtsız ve musamahasız evsaf ve liyakat-ı mahsusa sahibi
olmak istidadını gösterenlerden bir
(Komuta ve Subay Heyeti) vücuda getirmek olmalıdır.''
Ve izah etmistik ki: ''Ancak bilgili,
kudretli, faal, mütesebbis ve salahiyet sahibi bir ordu müfettisinin teftis
dairesinde cahil, ordunun talim ve
terbiyesindeki gayeden haberi yok. Kolordu ve Tümen Komutanları
barınamayacakları gibi... Kezalik
ancak lazım vasıfları haiz Kolordu Komutanlarının Kolordularında,
dinlemeye muhtaç olan ve bir muzir
heykel vaziyetini almaktan baska orduya eyiliği olmayan Tümen ve Alay
Komutanları kabul ve atalet yeri
bulamazlar...''
Siddetli gibi görülebilecek olan bu
icraatın mutasavver mahzurlarının birer çaresi de gösterildikten sonra:
''Alelumum iyi ordularla iyi
komutanlar birbirinden ayrılmak kabul etmez seyler gözü ile görülmek için vakit
kaybetmeye lüzum ve buna halin
müsaadesi yoktur'' dedik.
Ve en nihayet hatırlattık ki:
''Ordunun selametini vicdanen düsünen
namus ve ahlak erbabı riyadan muarradır. Mükemmel ahlak
eshabından olanlar ekseriya sulh ve
asayiste, teveccüh nazarlarını üzerlerine çekmekten ziyade önleyen bir
surette idare-i kelâm ederler.''
Sonra, ne olduğu sizce malumdur.
Denildi ki: ''Bu yükselen feryadın manası yoktur. Bu lüzumsuz bir fart-ı
gayret ve belki de bir cinnettir!..''
Yok... Yok... O feryad cinnet eseri değildi.
O feryad bugünkü felaketi vicdan gözü ile ve akıl gözü ile
görebilmekten hasıl olmus ıstırapların
tepkileri idi. Ve...
Filhakika, bir gün, Sirenaik
darül-harekâtından Balkan yangınına kosarken...
Bir gün Afrika sahilinden vatanıma
ulastıracak yolların kapanmıs olduğunu görürken...
Bir gün, isittim ki, vatanım Selanik
ve orada anam, kardesim, bütün akraba ve taallûkatım, -mahiyetlerini
anlattığım için vatanımdan kovulduğum
zevat tarafından- düsmana hibe edilmistir...
Sayfa 20
kitap
- Ne garip ruh haletidir. Dertli insanlar
muhatabının derdini dinlemekten ziyade kendi yaralarını açmaktan
zevk alıyor. Ben de, Nuri! adeta seni
dinlemekte olduğumu unutarak ne derin yaraları karıstırmaya basladım.
Fakat merak etme, iste kitabını bıraktığım
noktadan takibe devam ediyorum...
- ''Harpte, bütün isleri kuru
mukavemet ve kahramanlığın göreceği fikri anlasılmasın demeyi zait''
görüyorsun!
Ben, bunu demeyi bizim için vacip
görüyorum. Beraber sahidi olduğumuz bir iki manzarayı burada sana
hatırlatacak olursam, senin zaitten
vacibi de geçerek farz-i ayna kadar çıkacağından süphe etmem.
Mesela: Senin yaralandığın bir
muharebede, sağ kanat alaylarından birinin cesur komutanı, düsman topçu
atesi altına girdiği huduttan, ''Doğan
Arslan'' sırtlarında piyadesinin tekasüf eden atesleri altında alayının geri
dönüp kendisini yalnız bıraktığı
noktaya kadar daima palası elinde ve kendi avcı hattının önünde
bulunmustu...
Bu cesaretin hayranıyım; fakat,
maatteessüf bu cesaret ve kahramanlık, alayın muzaffer olmasını temin
edemedikten baska, perisan olmasını da
önleyemedi.
Vuku bulan bu tavır ve misvara
mukabil, alayın topçu atesi altında, maksada ve araziye uygun olarak
açılması;.. ve daha sonra yayılması;
ve daha sonra kendisine ayrılan cephede taarruzu ve hücumu; komsu
kıt'alarla irtibatı sevk, idare ve
muhafaza olunsaydı ve bunun için elde, pala yerine dürbün bulundurulsaydı; ve
bunun için avcı hattının önünde değil,
alay ihtiyatının yakınında vaziyete nazır ve hâkim olunacak noktada
bulunulsaydı; ve ancak, halin,
vaziyetin, sanatın bütün icaplarına ve tedbirlerine tevessülde sükûnet ve
metanet muhafaza edildiği halde
beklenmeden zuhur eden bir mes'um sebepten dolayı alayının yüz-geri
ettiğini gördüğü anda, kılıcını çekip,
atını dörtnala sürüp düsmanın sarapnellerini, mermilerini istihkar ederek,
geri dönen avcı hatlarını çiğneseydi
ve bu suretle alayını durdurup tekrar hasma yöneltseydi iste, o zaman, bir
alay komutanına yarasan cesarete
asümani bir misal göstermis ve Osmanlı tarihinin kahramanlığa ait
faslında bir altın sayfa vücuda
getirmis bulunurdu.
Đste böyle bir cesaretin kurbanı olan
Alay Komutanının adına heykel dikmeye cenab-ı Peygamber de razı, ve
ümmeti tarafından ''Helyestevillezine
yâ'lemune v'ellezine lâ yâ'lemun'' mazmûnuna fiili bir iman gösterilmis
olmasından ruhen mahzûz olurdu.
- Sen ''Hasâili mümtâz-i merdâne ve
ahlâk-ı fâzıla-i fedakârane ile tetevvüç etmeyecek olan malûmat-ı
fenniyenin baslı basına temin-i
maksat'' edemeyeceğini iddia ediyorsun. Bu iddianda ne kadar haklısın...
Hatta, ben, senin kaziyeni ber-aks
ederek, iddia ederim ki: Mertçe hasletler ve fedakârca duygulardır, asl
olan... Bunlar, yâni karakter, ilim ve
fen ile mazbutiyet kesbetmedikçe bile büyüklükler kaynağıdır; ancak her
vakit emin ve mefkûr sonuçlar vermez.
- Talimnamelerin: ''Harbin zâbitten
istediği ruhi ve ilmi kudret ve meziyeti'' verecek olan kısımlarının ve
maddelerinin mekteplerimizde, lâyık
oldukları önem derecesinde iyi öğretilmemis ve telkin edilmemis
oldukları hakkındaki bayanatına sahadet
ederim. Ve fakat, senin burada son bulan baslangıcını, ona birkaç
satır daha ilave ederek biraz uzattıktan
sonra o pek delilli olan ''nefsi istihkaar'' zemini yoklayıp
inceleyeceğim.
Filhakika Harbiye Mektebimizdeki
tahsil derecesi ''zâbitlik vezaifi asliyesini'' zâbitin ruhuna sokacak
mertebede nüfuzlu değildi. Fakat,
mektep sıralarında, bu hususta daha ciddi ve daha genis bir ders almak ve
öğrenmek devri geçirilmis olsaydı dahi
maksadın yine hasıl olmamıs bulunacağı itikadındayım.
Çünkü, bence hakiki feyiz verebilecek
asıl mektep, kıt'alardır.
Bence asıl, sanat talim edecek hakiki
muallimler ve mürebbiler birbirinden yüksek olan komutanlardır.
Bence, Harbiye Mektebinden alınan
sahadetnameler, genç teğmenin Bölük Komutanı efendisinin terbiyesi
dairesine kabule sâyan olduğuna
delâlet eder.
Genç teğmen, san'atının asıl ruhunu,
intisap ettiği bölüğün efradı önünde bölüğün babası olan yüzbasısından
ve daha büyük âmirleri tarafından, is
üzerinde bulunaraktan öğrenecektir. Önce, komutan olacaktır; bir
Takıma!... Ve sonra komutan olmaya hazırlanacaktır,
bir Bölüğe!.. Ve iste böyle öğrenecektir ve sonra
öğretecektir...
Ordu mekteb-i amelisi, ancak bu
suretle, makamının ehli bölük komutanları, makamının ehli tabur, alay, v.s.
komutanları yetistirmek sayesinde, milletin
evlatları bir sürü gibi değil; sanlı, serefli insanlar olarak san ve
serefe sevk ve tevcih olunabilir.
Buradaki eski bir hatıramı ihya
edeyim:
Seyahat için Đzmir'den bindiğim vapur
Girit'ten geçerek Katanya'ya gidiyordu. Girit'ten, orada bulunan Avrupalı
kıt'alardan birine mensup bir teğmen
bindi. Bununla tanıstık.
Bir gün sonra, tekrar Girit'e dönecek
olan bu teğmenle Katanya'nın bir gazinosunda bulustuğumuz zaman o,
orada tedarik edebildiği yeni birtakım
askeri eserleri gösterirken diyordu ki:
''Yüzbasım, son zamanlarda yeni çıkan
askeri eserleri takipte beni biraz müsamahakâr gördüğü için adeta,
bana gücenmisti. Mes'ut tesadüfle,
burada tedarik ettiğim bu kitapları ve benim onları okuyacağımı göreceği
zaman süphesiz memnun olacak ve bu
yüzden bana hasıl olmus bulunan gücenikliği zail olacaktır.''
Yüzbasının, subaylarını yetistirmekte
nasıl bir bölük komutanı olduğu, bu teğmenin gözlerinden pekâlâ
okunuyordu.
II
Sayfa 21
kitap
- Nefsi istihkaar ve fedakârlık
duygusu babında talimnamelerin derin manalı maddelerine o yaralı bacağını
uzatıp çıkıyor ve oradan sözünün bütün
yetkisi ile hitap ederek diyorsun ki: ''Zabit demek, feda-yı nefsü cânı
kat'iyyen göze almıs olmak demektir.''
''Bir zâbit, sanatı nâmına, hayat ve
mevcudiyetine hiç ehemmiyet vermeyecektir.''
''Zabit,'hayat ve rahatın hiç
düsünülmemesi icap edince' rahatını ve hayatını feda etmeyi seref bilecektir.''
Mukteza-yi namus budur.''
Ben bu sözlerin dimağlarda ve
vicdanlarda hasıl edeceği derin akislerin âhengini bozmaktan korkarak, hiçbir
söz söylemeksizin onları yalnız
kemal-i husû ile dinlemis olmakla iktifa edeceğim.
- Muharebede her atılan merminin
isabet etmeyeceği hakkında verdiğin teminat hizasında: ''Muharebede
yağan mermi yağmuru, o yağmurdan
ürkmeyenleri, ürkenlerden daha az ıslatır'' diyeceğim. Ve filhakika böyle
olmasaydı, Trablusgarp Harbi'ne
istirak etmis olan bütün arkadaslarımızın mutlaka Trablus'ta, Hunus'ta,
Bingazi'de, Derne'de, Tobruk'ta Đtalyan
istihkâmları karsısında bugün kemiklerinin bile kalmamıs olmaları
iktiza ederdi. Halbuki, o kahraman
arkadaslar Balkan Muharebesinin de son safhalarında olsun
mevcudiyetlerini ispat ederek imkân
dairesinde kalan derecede namus ve haysiyet icaplarını ifa eylemislerdir.
- Kitabının 24'üncü sayfasında zımnen
sorduğun: ''Zâbit nedir?'' sualine, Piyade Talimnamesi maddelerinden
birinin verdiği ''Zabit, maiyetindeki
efrad için numune-i imtisaldir'' cevabının üstünde duran senin: ''Zâbit, kendi
ilim ve iktidarından kumanda ettiği
insanları müstefit edebilmek için, maiyetindekilerin metanet ve besaletleri
mecmuundan fazla bir metanet ve
besalete malik olmalıdır'' sözünü her zâbit pek büyük dikkat ve ciddiyetle
okumalı ve onun manasını dimağına
hâkketmelidir. Ve bilinmelidir ki, bir millet evlatlarının önüne geçip onları
atese sevketmek hak ve salâhiyetini
ancak, -o dediğin- metanet ve besalet muhassalasını ruhunda bulmus
olan subaylar haizdir.
III
''Zâbit ve Kumandan''ın ikinci faslı
çok mühimdir. Zâbit, kalp, itimat kazanacak ve arkasına alacağı insanların
kuvay-i maneviyelerini takviye
edecek...
Bu faslın basından sonuna kadar olan
birçok güzel sözleri dinledikten sonra:
''Askerlik tedvir-i muamelat değil,
insanların sevk ve idaresi sanatıdır'' tarifine avdet ediyorum ve ''Đnsanlar
nasıl sevk olunur?'' diye bir daha
kendi kendime soruyorum.
Bu soruya senin izah ettiğin cevapları
hatırlarken sanki bir filozofun su sözlerini de isitir gibi oluyorum:
Đnsanlar, ancak, emelleri, fikirleri
teshis ettirilerek sevk ve idare olunabilir.
Musa, Mısırlıların kamçıları altında
inleyen Yahudilerin bu baskı ve esaretten kurtulmaktan ibaret olan
meyillerinin tecellisâzı oldu.
Đsa, zamanının nihayetsiz
sefaletlerini idrak ve umumi ıstıraplar devrinde âlemde tahakkuk etmeye baslamıs
olan sefkatperverlik lüzumunu din
halinde tercüme ve anlatmak yolunu bildi.
Napoleon, Avrupa içinde dolastırdığı
kavmin hususiyetlerinden olan askerlik sanı ülküsünü tecessüm ve
tesahhus ettirdi.
Hülasa, insanları istediği gibi
kullanan kuvvet, fikirler ve bu fikirleri tesahhus ve tamim eden kimselerdir.
Fikrin
hassası da hiçbir itirazın bozamayacağı
bir sekl-i mutlakla kendi kendini kabul ettirmektir. Bu ise, fikrin yavas
yavas hissiyata istihale ederek akıydeye
münkalib olması mümkündür; ve böyle olduktan sonradır ki, onu
sarsmak için bütün baska mantıkların,
baska muhakemelerin hükmü olamaz.
Simdi, bizim sevk ve idare edeceğimiz
insanların emelleri, fikirleri, ruhlarından meknuz hassaları nedir? Biz
kumanda edeceğimiz insanların hangi
emellerini sahıslarımızda tecelli ve tecessüm ettirerek onların
kalplerini, onların itimatlarını
kazanacağız ve onlara manevi kuvvetler ilhamı vasıtalarını tayin edeceğiz?!
Ve insanlarda, ancak gaye-i hayalinin,
mefkurenin temerkür ettireceği görünmez hassalara görünür
vasıtalarla mı hitap edeceğiz?
Herhalde askerlerimizin ruhunu kazanmak bizim için bir vazife olduğu gibi
evvela onlarda bir ruh, bir emel, bir
seciye yaratmak da Allah'tan ve Medine-i Münevverede yatan Cenab-ı
Peygamber'den sonra bize teveccüh
ediyor.
Süphe yok ki, bizim milletimizin seciyesi
de bütün seciyeler gibi teâliye, matlûp sekle tahavvüle müstaittir.
Fakat binefsihî olmak sartıyla!..
Eğer bizim seciyemize, hariçten bizim
seciyemizden baska seciyelerdeki müessirler tarafından bir sekil
verilmek istenirse, bundan sabit ve
muayyen hiçbir sekil, hiçbir netice hasıl olamaz!..
IV
TAARRUZ RUHU
Ordunun vazifesi, vatanı çiğnemek
isteyen düsmana karsı ayağa kalkmaktır.
Bu kalkıs, elbette, yerinde durmak
için değil, düsmana atılmak için olursa kalkılmıs olduğuna değer.
''Zâbit ve Kumandan''ın üçüncü faslı
bu zeminde ne hakiki esaslar gösteriyor...
Muvaffakiyet için en emin vasıtanın
taarruz olduğunu anlamakta ısrar olunmaz; ancak, taarruz ordusu vücuda
Sayfa 22
kitap
getirecek milletin, Japonların (Kukeki
Zaysın) dedikleri taarruz ruhuna sahip olması lazımdır.
Bu taarruz ruhu, 1904 yılında: ''Bin
keder, bir yeis; fakat her seye rağmen ileri. Baska hiçbir sey düsünmek
lazım değil. Nâsımı muharebe meydanında
teshir etmek. Đste bu, Cenab-ı Hakkın emeli.''
Sarkısını terennüm ederek Kazomaro
gemisi ile harbe giden Albay Kujimalarda;
Bu taarruz ruhu, Sasebo Limanı'ndan
harbe çıkarken familyasına: ''Bu andan itibaren benden haber
beklemeyin! Vazifemden baska bir seyle
mesgul olamayacağımdan sizden de haber istemem!'' diye yazan
Amiral Togolarda;
Bu taarruz ruhu, Nanzan muharebesinde
oğlunun kalbinden vurulduğu haberi üzerine, familyasına: ''Oğlumun
külleri Tokyo'ya getirildiği zaman
hemen defnolunmasın! Yakında ben ve küçük oğlum da terk-i hayat
edeceğimizden, o zaman üçümüzü birden
defnedersiniz!'' emrini veren General Nokilerde ve bunları takip
edenlerin hepsinde bütün feyzi ile
mevcut olduğu içindir ki, narin Japonlar iri yapılı Ruslara meydan okudular.
V ĐNĐSĐYATĐF
Nuri! Taarruz ruhundan sonra kitabın
son bulacaktır sanıyordum. Derhal ''Đnisiyatif''in önüme çıktı ve dedi ki:
''Muharebede tahsil-i zafer-ü
galibiyet en küçüğü kadar bilhassa cümle rütbe eshabının bizzat imal-i fikr ile
kendiliğinden tedbir ittihazına alısmıs
olmalarına mütevakkıftır.''
Hakikaten, talimnamelerimiz, kanunnamelerimiz
gözden geçirildikçe askerlik sanatının aslolan kaideleri,
kanunları ve usulleri okunur ve
bellenir...
Fakat, bu bilgilerin insanı sanatkâr
yaptığına, yapacağına kani olmak, elbette gaflet olur.
Hatta, bu usul ve kaidelerin tatbik
cihetleri ile az çok istigal etmis olmak bir ordu için necata medar olamaz!
Herhangi bir cüz-i tammın küçük bir
manevrasını takip edelim; ve kabul edelim ki bu cüz-i tammın en büyük
komutanından erine kadar herkes
talimnamelerde belirtilen ve bildirilen usulleri ve kaideleri biliyor; ve bu
manevra ilk tatbikatları da değildir.
Mesela: Cüz-i tam kumandanı güzel bir
yürüyüs emri veriyor. Uç kumandanı, teğmene kadar bütün ast
kumandanlar usulüne uygun emirlerini
veriyorlar ve kol harekete geçiyor... Düsmanla temas vukuunda da:
kezalik, cüz-i tam kumandanının verdiği
açılma ve sonra yayılma emri, alameratibihim üstten ast'a tekerrür
ederek en küçük parçaya kadar kıt'aya,
yapacağı is tayin ediliyor. Hareketi son safhasına kadar iyi idare
edilmis görüyoruz.
O halde, hüküm verebilecek miyiz ki,
bu kıt'a muharebede vazifesini görebilir ve yurda muzafferiyet
sağlayabilir?
Bu hükmü vermekte biraz teennili
bulunmak gerektir. Çünkü bu kıt'anın muharebede karsılasacağı haller ve
sartlar hep bu gördüğümüz gibi olmayacaktır.
O halde, ne kadar hal ile karsılasmak
ihtimali varsa, hepsini tasvir ve tatbik edelim! Çok güzel! Bunu
yapmaktan geri durmayalım. Fakat:
''Harpte öyle ahval dahi vaki olur ki, ahvali mezkûre hakkında umumi
vesaya beyanı bile mümkün değildir.''
Talimnamelerimizin bu gibi haller için
nasihat vermesinden sarf-ı nazar, esasen ihtiva eylediği kaideler ve
nizamlar, harpte umumiyetle karsılasılan
bazı tabiye hallerine ancak samil olabilir.
Halbuki kumandanlar her hal ve andaki
duruma karsı gereken tedbirleri tereddütsüz ve süratle almaya
mecburdurlar.
Fevkalade ve ansızın zuhur eden
hallere ilk temas eden, bir kıt'anın en büyük kumandanı değildir.
Büyük, küçük her cüz'i tammın içinde
her subay ve her assubay ve hatta her er, hareketinin suretine dair
fevkinden hiçbir emir ve hiçbir fikir
almadığı haller karsısında kalır. Đste bu sebepledir ki, gerek komutanların
ve gerek erlerin bizzat düsüncelerini
isleterek kendiliklerinden is görebilecek meziyette yetistirilmis olduklarına
kanaat edilmeden, bir askeri kıt'anın,
bir ordunun güvenilir ve dayanılır bir kuvvet olarak tanınması gaflettir,
felakettir.
- Bir kuvveti vücude getiren insanlar
umumi hayatları, fikirleri, hareket serbestlikleri ezilmemis, gürbüz, nes'eli
erlerden ve subaylardan mürekkep
olursa böyle bir askeri kıt'ada biraz düsünce isleterek kendiliğinden is
görme hassası pek ziyade tecelli eder.
Đtalya muharebesinde Derne
kuvvetlerine kumanda ettiğimiz müddetçe bu hakikati isbat eder her gün birçok
misal gördük.
Filhakika Derne kuvvetlerini vücude
getiren urban tavsif ettiğim gibi insanlar oldukları gibi, onların baslarına
geçen subaylar da -her seye rağmen-
fikirlerini, hareket serbestliklerini ezdirmemis gençlerdi.
Đtalyanların filan veya falan
istikamette bir hareketleri, bir çıkısları haber alınır alınmaz, emir
beklemeksizin
her mücahit tüfengini kaparak toplanma
yerine kosar ve orada, emir verilmesi gecikirse yine kendiliğinden
düsman istikametinde yola düser ve bu
hareketini söyle bir fikir muhakemesine istinat ettirir:
Mademki düsmanın bir hareketi
sezilmistir, muharebe ihtimali vardır. Muharebe için düsmanı ordugâhımızda
beklemek olamaz; onu uzaktan karsılamak
yeğdir. Düsman az ise yetisebilenlerimiz onu durdurur veya
püskürtür. Çok ise bütün mücahitler
yetisinceye kadar düsmana tüfek atarak onun hareketini ağırlastırır ve
Sayfa 23
kitap
gerekirse biraz geriye çekiliriz.
Fakat ileri gitmek, beklemekten iyidir. Hiçbir sey yapamazsak düsmanı görür,
kuvvetini anlar, meraktan çıkarız.
Bunların her biri, ileri veya geri
harekette nereden gitmek, nasıl gitmek, nerede durmak ve nasıl durup atese
baslamak lazım geldiğini emir
beklemeksizin kendiliklerinden takdir ve tatbik ederler. Yeter ki onlara umumi
istikamet ve fikirler, isabetle
gösterilmis olsun...
Denilebilir ki, öteki yerlerde olduğu
gibi Derne'de de bir sene Đtalyanları'ı yenen ve Derne'nin üç kilometre
muhiti üzerinde vücude getirdikleri
istihkâmlarında hapseden kuvvet, kendiliğinden harekette Osmanlı
kuvvetini vücude getiren insanların Đtalya
ordusunu terkip eden insanlardan daha feyizli bulunmus
olmasındadır. Yoksa, sayı, top, tüfek,
mühimmat ve fennin verdiği üstünlükler dikkate alınırsa orta çağdan
örnek olan Derne ''Kuvayı
Kalile''sinin son asrın bütün tekemmül feyizlerinden hissesini almıs olan bir
ordunun karsısında bir gün bile
durmaması lazım geldiğini teslim etmek gerekirdi.
Görülüyor ki, eldeki vasıta orta çağdan
kalma olsa da, bunun eczası, görülecek is için adım basında bir emre,
bir ihtara ihtiyaç göstermeden kendiliğinden
harekette feyzini almıs bulunursa, karsısındaki bu hassadan
mahrum kaldıkça terakkiler dünyasının
en büyük lütûfları ile mes'ut olsa bile muzaffer olamaz!...
Tarih dahi diyor ki, ordular, hemen
hepsi gönüllü olan sağlam yapılı ve istidatlı askerlerden mürekkep
bulunduğu zamanlarda, yani eski
askerlik usulünün sürüp gittiği devirlerde, ordularda ''inisiyatif'' o derece
kendini gösterirdi ki, üstler bu
hassanın yokluğundan değil, bilakis çokluğundan endise ederlerdi. Filhakika,
bir ordu cüzü'lerinden her birinin
bizzat her isi düsünmekte ve kendiliğinden yapıvermekteki derecesi asırı
olursa cidden endiseye değer. Zira
kendiliğinden görülen isler müspet oldukça ne kadar arzuya ve takdire
değerse, maksada uymadığı halde de o
derece muahezeye değer. Halbuki her hareketin maksada uyması
her türlü haller ve sartlar içinde
maksadı açık surette görebilmesine bağlıdır ki, bu hususta Kolordulara,
Tümenlere kumanda edenlerle bir Tabur,
bir Bölük kadrosu içinde ve avcı hattı dahilinde bulunup gördükleri
mahdut olanların hükümlerinde ve
idraklerinde elbette fark olmak lazımdır.
Bu sebepledir ki, Talimname kendiliğinden
harekete bazı hudutlar çizer ve der ki: Astların hareket istiklalleri
keyfi fiil rengini almamalıdır. Harpte
büyük basarıların esaslarının en bası olan müstakil faaliyet, gereken
haddi asmamıs olanıdır.''
Kendiliğinden hareket hassası ile
kendilerine kumandanlık etmis olanları memnun ve hasımlarını pek meyûs
etmis olan urbân mücâhitleri de bu
hususta asırı gittikçe sonuçlar menfi olmustur.
Her hareketin iyisini ve kötüsünü
takdir için bizzat fikir ve muhâkemesini isletmeyi ve fikri muhâkemenin
ancak taalluku halinde is görmeyi
itiyat etmek alelıtlak fena olmayabilse de orduda üst makama geçenlerin o
makama geçmek için yası, tecrübesi ve
rütbesi henüz müsait olmayanlardan umumiyetle daha genis,
sümullü ve bilgili kavrayısa sahip
bulunmaları kabul edilmek lazım geldiğinden ast, üstün emrettiği hususların
mahiyetine akıl erdiremezse de onu
tatbike mecbur tutulması ordunun inzibat ruhunun aslı iktizasındandır.
Đnisiyatifin haddini bilmeme
mertebesine vardırıldığı bir orduda herkes kendi basına buyruk olur. Âmir,
maiyet
yok; onun için itaat ve inzibat dahi
kurulamaz.
Son asır ordularını teskil eden efrat,
eskiden olduğu gibi hemen hepsi kendi gönül rızası ile askerlik hizmetine
girenlerden ibaret olmayıp milletin
bütün fertleri askerlik hizmeti ile mükelleftir. Arzusu olan da, olmayan da
vatani hizmetini görmekle mükellef
tutulmustur ve tutulmalıdır. Bu yolda tesekkül etmis bulunan ordulardaki
eski zamanın ordularında olduğu gibi
üstler, asırı derecedeki inisiyatifi itidal haddine indirmek, onu inzibat ve
idare altında bulundurmak
düsüncelerinden ötedir. Çünkü bugünkü ordularda hazar vaktinde uzun yıllardır
tatbik olunan siddetli zabıt ve rabıt
bir çoklarında hareket istidadını kendiliğinden boğuyor. Bu sebeple
bugünkü üstler astlarda inisiyatif
uyandırmak için onları uyarmak ve bilhassa muharebede tesvik ve terkib
etmek mecburiyetindedirler.
Daha düne kadar Osmanlı ordusunun
komutanlarında, subaylarında, erlerinde inisiyatife bedel fikir ataleti
görülürdü.
Malumdur ki, bir orduyu terkip eden,
umumiyetle her fert, yasar bir makinenin canlı uzuvları, parçalarıdır. Bu
makineyi isleten; her uzvunu, her
parçasını harekete getiren vasıta, buharla müteharrik motorlar değildir. O
tahrik vasıtası, ordu makinesini
vücuda getiren yasar uzuvların dimağlarındaki kuvvet ve kanlarındaki ruhtur.
Bu dimağlarda ve bu kanlarda gereken
cereyan kuvveti ve sür'ati bulunmazsa makine durur ve baska hiçbir
kuvvet onu isletemez. Böyle bir
makinenin devrettirilmesi için herhangi bir, veya birkaç makinistin sanat
ustalığı da kifayet ve kefalet edemez.
Çünkü bu uyusuk dimağlardan ve durgun kanlardan tesekkül etmis
yığınlar tas, demir ve odun yığınlarından
daha âtıl ve daha sakildir.
Tas ve odun yığınları balya haline
konarak küçük bir manivela tatbiki ile kolayca tahrik olunabilirler. Fakat
büyük, küçük cüz-i tam balyaları
halinde bulunan âtıl dimağlı insan yığınlarının sevki ve tahriki için kuvvetin
manivelanın fikir ve ruh varlığından
tasıp fıskırması beklenir ve tatbik noktası dimağda, kalpte aranır...
Görülüyor ki, bir yığına ordu demek
için o yığının muayyen sekillerinden birinde inkısâmı ve basında bir veya
birkaç harekete geçiricinin bulunması
kâfi değildir.
Orduda bütün emir sahiplerinin orduya
kumanda eden zatlara faal ve fedakâr birer muavin kılan bir
''Đnisiyatif''in bütün alıskanlıklarını
elde etmeleri gerekir. Bunun için basvurulacak vasıtaların aranması
lüzumu, matuf olduğu maksadın önemi
ile kendini göstermektedir.
Vakıa umumiyetle inisiyatifin lüzumunu
ve faydalarını talimnamelerimizin mahsus maddelerinde okuyor ve
Sayfa 24
kitap
nazari olarak bunların iyilikleri hakkında
pek çok övgülerde bulunuyoruz. Fakat, itiraf olunmalıdır ki,
kendiliğinden hareket ve isgörmenin
yayılmasını umumiyetle faydalı bir sekle sokarak onun bir mahsus vazife
halinde tanınması için alınması
gereken sûret hakkında Osmanlı Ordusunda zihin sarfedilmemis ve bir
karara varılmamıstı.
Halbuki komutan, subay, er
yetistirmekte takip olunacak esasların, tatbik olunacak terbiye usullerinin,
yapılacak talimlerin gayesini, kendiliğinden
is görme hassasının vücutlanmasına bağlı bulmakta süphe ve
tereddüde yer yoktur.
VI
Bizim, Sirenaik'te kumanda ettiğimiz
kuvvetlerin eczasında kuvayı maneviye, taarruz fikri ve inisiyatif
vasıflarının var olduğundan
bahsedilmistir.
Fakat, bu noktada bütün açıklığı ile
canlandırılması gereken bir hakikat-i mahza vardır ki, o da sıcak kanlı
Afrika evlatlarında o saydığımız
cengaverane vasıfların fiil halinde kendilerini göstermeleri, birtakım âtesin
ruhların Afrika göğünde görünüp uçmasıyla
baslar.
Asağıdaki birkaç satırı, Derne
karargâhına ve Kasr-i Hârûn, Rabat, Seyid Abdullah sırtlarına bir yıllık
hayatımızı birlikte bağladığımız
arkadaslarıma ithaf ediyorum.
''Zâbit ve Kumandan''ın türlü
bahislerini ve bilhassa hayatı istihkaar, taarruz fikri ve kendiliğinden
hareket gibi
yüksek vasıflarını okurken ve bunlar
için zihnimde müsahhas misaller ararken Derne Kuvvetleri harp nizamını
söyle gözümün önünden geçiriyordum:
Sark kolu, Beraasa kolu, Dirse kolu,
Hase kolu, Ubeydat kolu, Aile-i Mansur kolu, Birinci Tabur, Đkinci Tabur,
Topçu Taburu, Mitralyöz Bölükleri,
Temessükiyet, Suse Müfrezeleri.
Ve bunların baslarında Hacı Eminler,
Aliler, Mümtazlar, Đsmail Hakkılar, Halimler, Nurettinler, Rüsuhîler,
Fehmiler, Ahmetler, Hamdiler,
Hüseyinler, Saffetler, Resitler, Esrefler, Fuatlar ve bunların arkadasları.
Umum Bingazi kuvvetleri harp nizamına
bakmak istesek, bu yazılarımız, bütün bu kahramanları tasıyacak
kadar genislemekten aciz kalır.
Simdi notlarıma bakıyorum ve orada, bu
saydığım imzalar üstünde muhtelif tarihlerde ve muhtelif muharebe
safhalarında okumus, askerlik ruhuna
safa verici ve bütün askerler için örnek tutulmaya yarasır misalleri havi
yüzlerce raporlar, takrirler
buluyorum.
Bunlardan bazılarının bazı cümlelerini
o, kıymetli asker arkadasların hürmet ve tebcille anılmasına vesile
olmak üzere aynen derc ediyorum.
''Muhayyile zaviyesi urbanı ile dün
gece ileri karakoldaydım. Bugün, gün doğmasıyla beraber (Seyid Abdullah)
cihetinden çıkmak isteyen bir düsman
kuvvetine taarruz ettim. Çıkamadı. Đki kisimiz yaralandı. Ehemmiyete
değer bir sey yoktur.
''Düsman saat 4'te Garp cihetine bir
tabur, Sark cihetine bir bölük çakırdı. Yanımdaki ileri karakol kuvveti ile
hemen düsmanın taburuna taarruz etmek
üzere yürüdüm. Bunun üzerine düsman taburu geriye, istihkamlara
çekildi; Sark'taki bölüğün de avcı
siperlerine döndüğünü gördüm.''
''Saat 11'de Kireçocağı sırtlarına
ilerlemis olan düsman üzerine Sark urbanı, Muhafıziye ve Birinci Taburdan
bulunan kuvvetle taarruz ettim.''
''Düsmanın hatt-ı asli istihkamından
500 metre ileride yaptığı avcı siperlerindeki kuvvetine taarruz ettim.
Düsmanı hatt-ı asliye kadar takip
ettim. Đstihkâmın önündeki tel örgülerini ve büyük kazıkları söküp attım.
Tarassut kulesi gündüz rüzgârdan yıkıldığı
için onu tahrip etmek nasip olmadı -suret-i mahsusada
emrolunmustu.- Bununla beraber sair
tarassut mevkileri ile topçu amplasmanlarının ve avcı siperlerinin bir
kısmını tahrip ettim.''
''Düsman bütün kuvvetiyle ilerliyor.
Ben, siz gelinceye kadar düsmanı tevkif için taarruz ediyorum.''
''Düsman, dün aksam isgal ettiği sırtlarda
istihkam insasıyla mesgul olmaktadır. Topçusu yol üzerindedir.
Garp istihkamının önünde üç düsman
taburu (Temessükiyet)e doğru ilerlemektedir. Ben (Vâdi-i Bû Misafir)
cihetindeyim. Taarruz için emrinize
intizar ediyorum.''
''Mitralyözün ilerisinde, dar geçit
yol üzerinde düsmanı kovaladık.
Hacı Emin, Kasım, Saffet Efendilerle
miktar-ı kâfi muhâfızîye ile bulunuyoruz.
Simdi mitralyözü de ilerletmek üzere
mitralyöze geldim. Onlar da ilerliyorlar. Cemil Efendiye emirlerinizi tebliğ
ettim. Tekrar vazifemiz basına
gidiyorum. Kıt'amız, her kabileden mürekkeptir.''
Emir-i âlileri üzerin 9 neferle Garp
istihkâmının 800 metre karsısına geldim.
Mülâzım Osman Bey de üç neferle (Seyid
Abdullah) cihetinden bize doğru geliyor. Yüzbası Hacı Emin
Efendinin de Vâdi cihetinden taarruz
etmek üzere ilerlemekte olduğunu görüyorum.''
Askeri, Rüsuhî, Nurettin, Ethem
yaralandılar. Fakat diğer arkadaslar daha yaralanmadılar! Onun için düsmanı
takibe devam ediyorum.''
Topun birinin nisangâh yuvası bozulduğundan
endaht kaabil değil. Birinin de hartuç sürgüsü kırılmıstır, el ile
imla olunuyor. (Mecmuu zaten iki idi).
Eğer mutlaka lazım ise bununla atese devam edebilirim.
''Sark kuvvetleri ile Garp ileri
karakol mevziine geldim. Ne cihete taarruz edeyim?''
Sayfa 25
kitap
''(Vâdi-i Bû Misafir) den ilerleyerek
boyun noktasını isgal etmek suretiyle ricat hattımızı kesmek isteyen
düsman üzerine Mülâzım Kasım Efendi
kumandasında bulunan 70 kisilik (Aile-i Mansur) ve (Sellâvî)
mücahitlerini de alıp taarruz ettim.
Saat 10.30'da düsmanın iki taburu ile çarpıstık. Düsman ricata mecbur
edilmistir.''
''100 kisi kadar mücahit ve muhâfızîye
efrâdı ile düsmanın (Eritre) taburuna taarruz ettim. 500 metreye kadar
yaklastım. Đstihkâmlar üzerimize ates
açtı.
Sağ kolumdan kursunla yaralandım. Çok
kan kaybediyorsam da askerin kuvve-i maneviyesini bozmamak için
hatt-ı harpten çekilmeyeceğim.
Ölürsem, yanımda Remzi Efendi vardır. Benim de kuvvetimi idare eder.''
C'in
Kültür Hizmeti
c Atatürk'ün Yazdığı Yurttaslık
Bilgileri
Bülent Tanör
c Kurtulus (Türkiye 1918-1923)
c Kurulus (Türkiye 1920 Sonraları)
Prof. Dr. Sina Aksin
c Ana Çizgileriyle Türkiye'nin Yakın
Tarihi I
c Ana Çizgileriyle Türkiye'nin Yakın
Tarihi II
Prof. Dr. Macit Gökberk
c Aydınlanma Felsefesi, Devrimler ve
Atatürk
Yunus Nadi
c Türkiye'yi Sokakta Bulmadık
Falih Rıfkı Atay
c Bas Veren Đnkılapçı (Ali Suavi)
Bâki Öz
c Kurtulus Savası'nda Alevi-Bektasiler
Prof. Dr. Tarık Zafer Tunaya
c Devrim Hareketleri Đçinde
Atatürkçülük
Sabahattin Selek
c Milli Mücadele (Büyük Taarruz'dan Đzmir'e)
Đsmail Arar
c Atatürk'ün Đzmit Basın Toplantısı
Prof. Dr. Niyazi Berkes
c 200 Yıldır Neden Bocalıyoruz I
c 200 Yıldır Neden Bocalıyoruz II
Ceyhun Atuf Kansu
c Devrimcinin Takvimi
Paul Dumont-François Georgeon
c Bir Đmparatorluğun Ölümü (1908-1923)
Ali Fuat Cebesoy
c Sınıf Arkadasım Atatürk I
c Sınıf Arkadasım Atatürk II
Abdi Đpekçi
c Đnönü Atatürk'ü Anlatıyor
Paul Dumont
c Atatürk'ün Yazdığı Tarih: Söylev
Kılıç Ali
c Đstiklâl Mahkemesi Hatıraları
Prof. Dr. Niyazi Berkes
c Batıcılık, Ulusçuluk ve Toplumsal
Devrimler I
c Batıcılık, Ulusçuluk ve Toplumsal
Devrimler II
S. Đ. Aralov
c Bir Sovyet Diplomatının Türkiye Hatıraları
I
c Bir Sovyet Diplomatının Türkiye Hatıraları
II
Sabahattin Selek
c Đsmet Đnönü'nün Hatıraları
Nurer Uğurlu
c Atatürk'ün Yazdığı Geometri Kılavuzu
George Duhamel
c Yeni Türkiye Bir Batı Devleti
Sayfa 26
kitap
Bülent Tanör
c Türkiye'de Yerel Kongre Đktidarları
Prof. Dr. Suna Kili
c Atatürk Devrimi-Bir Çağdaslasma
Modeli
Falih Rıfkı Atay
c Atatürk'ün Bana Anlattıkları
Resit Ülker
c Atatürk'ün Bursa Nutku
Prof. Dr. Tarık Zafer Tunaya
c Đslamcılık Cereyanı - I
c Đslamcılık Cereyanı - II
c Đslamcılık Cereyanı - III
M. Sakir Ülkütasır
c Atatürk ve Harf Devrimi
Kılıç Ali
c Atatürk'ün Hususiyetleri
Mustafa Kemal
c Anafartalar Hatıraları
Ecvet Güresin
c 31 Mart Đsyanı
Doğan Avcıoğlu
c 31 Mart'ta Yabancı Parmağı
Metin Toker
c Seyh Sait ve Đsyanı
Süleyman Edip Balkır
c Eski Bir Öğretmenin Anıları
Yunus Nadi
c Birinci Büyük Millet Meclisi
Kemal Sülker
c Dünyada ve Türkiye'de Đsçi Sınıfının
Doğusu
Prof. Dr. Neda Armaner
c Đslam Dininden Ayrılan Cereyanlar:
Nurculuk
Fazıl Hüsnü Dağlarca
c Destanlarda Atatürk, 19 Mayıs Destanı
Yunus Nadi
c Mustafa Kemal Pasa Samsun'da
Đsmet Zeki Eyuboğlu
c Đrticanın Ayak Sesleri
Nuri Conker
c Zâbit ve Kumandan
Sayfa 27
Hiç yorum yok :
Yeni yorumlara izin verilmiyor.