1 Mart 2014 Cumartesi

KITAP / ZÂBIT VE KUMANDAN ILE HASBIHAL


kitap

ZÂBIT VE KUMANDAN ILE HASBIHAL

M.Kemal

 
Dizgi - Baskı - Yayımlayan:

Yenigün Haber Ajansı

Basın ve Yayıncılık A.S.

Haziran 1998


 
 
 
ATATÜRK'ün Askerlik Üzerine Kitapları (1908-1918)

Atatürk, 1893'te (Selanik) girdiği askeri mektebi 1905'te (Istanbul) kurmay-yüzbası rütbesini alarak bitirmisti.

M. Kemal'in öğretim durumunu, Selanik'teki askeri ortaokul, manastırda lise (1899) Istanbul'da harp okulu

(1902) ve harp akademisi olarak sıralamak mümkündür. O, bu suretle askeri bilgiler için, zamanının bütün

normal öğretim kademelerini basarı ile atlamıstır. Kurmay (erkânı-harp) sınıflarındaki okuma devresi

kendisine yükseköğretimin en ileri bilgi ve görgülerini kazandırmıstır. Bunu her vesile ile kendisi daima

hatırlardı. O, kurmay sınıflarında iken memleketin siyasi durumu ile ilgilenmis, istibdada karsı hür fikirler

yayan gizli nesriyatı okuması ve arkadaslarıyla konusmaları sayesinde, daha o zamandan memleketin siyasi

mukadderatı için mesgul olmaya baslamıstır. O yıllarda harp akademisine ayrılan az sayıda genç subay

talebeler, binlerce harp okulu gençlerine hitabeden hür fikirleri yaymak için çesitli vasıtalardan

faydalanmıslardı. Bu arada tertip ettikleri gizli gazetelerin yazıları bizzat M. Kemal'in kaleminden çıkmıstır. M.

Kemal okuma devrelerinde anlayıslı, zeki ve çalıskan, hatta bazen fazla atılgan bir talebe olarak hocalarının

takdirini kazanmıs ve dikkat nazarlarını çekmistir.

Aynı zamanda M. Kemal, öğretim devresinin her kısmında yazı yazmaya ve hatta manastırdaki okulda iken

edebiyat ve siire merak sarmıs ve hitabet tecrübeleri için hiçbir fırsatı kaçırmamıstır. Ders kitaplarından gayri

ne bulursa okumus, harp akademisinde ve devlet merkezindeki müsahedeleri onda derin izler bırakacak

kadar kuvvetli olmustur. Bu tahsil çağından sonra 1905'den 1908'e kadar M. Kemal, Suriye'de ve

Makedonya'da vazife görmüstür.

Bu yıllarda M. Kemal, bir taraftan mesleki bilgilerini tatbiki sahada ilerletirken bir taraftan da memleket idaresi

için ikinci mesrutiyetin ilanından önceki siyasi faaliyetlere katılmıstı. Bu maksatla Sam'da kurduğu (Ekim

1906) Vatan ve Hürriyet adı altındaki siyasi cemiyetin faaliyetini Makedonya'ya intikal ettirmis bulunuyordu.

Ikinci mesrutiyetten önce Makedonya ve bilhassa Selanik, her bakımdan Osmanlı Imparatorluğu'nun en faal

merkezlerinden biridir. Siyasi fikirler orada teskilatlanmıs ve olgunlasmıs, askeri birliklerin önemli kısımları

orada toplanmıstır. Askeri ve sivil aydınlar zümresinin büyük faaliyeti bu bölgede merkezilesmistir.

1907 yılında M. Kemal, kolağası (kıdemli yüzbası) rütbesiyle Makedonya üçüncü ordu müfettisliğinde

vazifelidir. Aynı zamanda ''Ittihat ve Terakki'' cemiyetinin gizli çalısmalarında yer almaktadır.

Makedonya'da (23 Temmuz 1908) hürriyet ilan edilince, Osmanıl Imparatorluğu'nda ikinci mesrutiyet devri

açılmıstır.

M. Kemal bu inkılaptan sonra ordu mensuplarının günlük politika konularıyla mesgul olmasını

istememektedir.

Iktidarı ele alan ve siyasi bir parti olarak is basına geçen Ittihat ve Terakki mensupları, bu fikri kabul etmek

istememektedirler. Çünkü ihtilali basarabilmek için ordu mensuplarına dayanılmıs olduğu gibi, iktidarı devam

ettirebilmek için de yine onların siyasi faaliyetine ihtiyaç hissediliyordu.

M. Kemal, ordunun ıslahını istediği gibi, talim ve terbiye için gerekli çalısmaların yapılmasına çok önem

vermekteydi.


Mesrutiyetin ilanından sonra, M. Kemal bütün dikkat ve ilgisini askeri çalısmalar üzerinde toplamıstır. O,

subayların yeni esaslara göre mesleki bilgilerini arttırmak için yayın yapılmasını lüzumlu addediyordu.

Selanik'te Üçüncü Ordu Subay Talimgâhı Komutanlığı'nda (1909) iken, bu islere daha çok vakit ayırmıstır.

Osmanlı ordusunun Alman usulüne göre ıslahat hareketini zaruri bulmakla beraber, yine de kendi askeri

hayatımızdan alınmıs tecrübelerin bu iste rol oynamasını istemektedir.

M. Kemal imzasıyla 1908-1918 yılları arasında küçük brosürler halinde yayımlanmıs kitapların tarih sıralarına

göre isimleri sunlardır:

1) Takımın Muhabere Talimi, General Litzman'dan tercüme, Selanik. 10 Subat 1324-(1908) (64 sayfa)

2) Cumalı Ordugâhı. Süvari, Bölük, Alay, Liva Talim ve Manevraları. Selanik 1325-(1907) (41 sayfa)

3) Besinci Kolordu Erkânı-Harbiye Tabiye ve Tatbikat Seyahati. Selanik 1327-(1911) (40 sayfa) (*)

4) Bölüğün Muharebe Talimi. General Litzman'dan tercüme Đstanbul 1328-(1912) (74 sayfa)

5) Zabit ve Kumandan ile Hasbihal. Đstanbul 1334 -(1918) (32 sayfa).
 

Atatürk'ün bu küçük brosürlerini üç kısma ayırmak lazımdır. Birincisi iki kitap halinde olan General

Litzman'dan tercümelerdir. Diğer ikisi, askeri tatbikat esnasında tutulan notların krokiler ilavesiyle kitap haline

getirilmesidir.

''Zabit ve Kumandan ile Hasbihal'' ise arkadası M. Nuri'nin (Conker) ''Zabit ve Kumandan'' adlı eserini

okuduktan sonra onunla ''hasbihal'' seklinde cevabıdır.

Simdi sırasıyla bu kitapların mahiyetine temas edelim:

Atatürk, General Litzman'ın ''Seferber mevcudunda Takım, Bölük ve Taburun Muharebe Talimleri'' adındaki

eserini (dördüncü baskısı) Türkçeye çevirmistir.

Kendisinin önsözünde de belirttiği gibi bu eserin dilimize çevrilmesini lüzumlu görüyor, fakat baskalarının da

aynı fikirle hareket edeceklerini düsünerek kendi tercümesini derhal çıkarmıyor. ''Fakat zannettiğim henüz

olmadı'' diyerek eserin ''tekmil münderecatının'' bütün tercümesini beklemeden her meselenin bir kitapçık

halinde çıkmasını münasip görüyor. Ayrıca da kaydettiğine göre ''Eser tertibi cihetiyle buna müsaittir'' diyor.

Bu tercümede harflerle gösterilen sahıslar yerine Türk isimleri kullanılmıs ve haritadaki yer adları da

tamamen Türkçe olarak konmustur. Mesela, Yesil Tepe, Pınarlıtepe, Föztepe, Yassıtepe gibi. Bunların, Türk

okurlarına meseleyi mütalaa ve takip edilislerinde daha kolaylık olacağını kaydetmektedir.

M. Kemal'in imzasını tasıyan bu tercümelerden biri (10 Subat 1324-1908) Takımın Muharebe Talimi, ikincisi

ise Bölüğün Muharebe Talimi'dir (1328-1912). Yukardaki listede 1 ve 4 numaralardır. Birincisinde bir harita

ikinci kitapta ise bir kroki vardır. Ikinci kitap doğrudan doğruya askeri bir meseleye dair verilen ''misal'' ile

baslar ve daima krokideki isimlere atıf yapılarak açıklamalarda bulunulur. Yeni tabiye ve seferiye külliyatının

besinci numarasını alan bu kitapların, isimlerin değistirilmesinden gayri, General Litzman'dan tamamen

tercüme olduğu anlasılıyor.

Daha önce Selanik'te basılmıs birinci kitabın doğrudan doğruya tercümesinden evvel, Atatürk'ün yazdığı

önsöz bilhassa dikkate değer. Burada esas fikirleri sudur:

Türk ordusunda senelerden beri tatbik edilmekte olan talimnameler bu yıllarda yeni usullere göre

değistirilmektedir. Bu, Türk ordusunun kendi çalısmaları neticesi ve tedrici bir tekamül ile olmadığı için

yapılan yeniliklerin askeri hayatta esaslı hazırlıklar olmazsa sasırtıcı olabileceğine inanıyor ve eldeki eski

talimnameler'in zamanın terakkilerine uygun olmadığını kaydederek onların yerine ''zaman-ı hazır harbinin

taleb eylediği evsaf ve seraiti bahsedecek yeni bir kitab-ı mübin koymak mecburidir'' diyor. Böyle bir hazırlık

ve çalısma yapılmadığı takdirde neticelerin iyi olmayacağını su cümle ile belirtmektedir: ''Iste bugün Osmanlı

ordusu, heyet-i askeriyesi bu haldedir. Lakin, ne çare ki bu saskınlıktan bugün ihtiraz etmek istersek, yarın

derecesi büyüyeceği için ihtiraz imkânı azalacak ya da bir meydan muharebesi atesli seması altında esbab-ı

izalesi mevcudiyetimize tesir-i elim icra edebilecek azim bir saskınlıkla nihayet bulacaktır.''

Bu cümle, maalesef mağlup olduğumuz Balkan Harbi'nin adeta bir ön sezisi gibidir.

M. Kemal, ordudaki eski talimnameleri, ''sakim âdetleri'' tamamen bırakmak taraftarıdır. Fakat yeniliklere

delalet edecek olan her rütbedeki subayların bu bakımdan iyi yetismeleri sarttır. Kendisi bunun için diyor ki:

''Bu hususta en iyi vasıta talimlerin harp noktai nazarından suret ve muvaffakiyet-i icraiyesini tasvir eden

asardan istifade etmektir.''

M. Kemal, elde bulunan eserleri kâfi görmemektedir. Iste bu itibarla lüzumuna inandığı yabancı eserlerden

tercümelere baslamıs ve bunlardan ikisini birer küçük brosür olarak nesretmistir.

Bu brosürlerden ikinci grup baska mahiyettedir. Atatürk bir kurmay-subay olarak nazari bilgilere önem

verirken, askeri tatbikat ve manevraların, sadece istirak edenlerin istifadesinde kalmasına gönlü razı

olmamaktadır. Bu itibarla, o bu tatbikat esnasında tuttuğu müsahade notlarını ve kumandanların yaptıkları

tenkitlerini yazmıs ve bunlardan ikisini bol krokilerle yine küçük birer brosür halinde nesretmistir. Bunlar

yukardaki listede 2 ve 3 numaralı olanlardır.

Bunlar öyle birer örnektir ki, M. Kemal'in mesleki gelismesini hazırlamıs ve onda müsahade ve tenkid tabiatını

olgunlastırmıstır. Bu kitapların metni okunduğunda, zamanının tarihini de düsünerek, bir hüküm vermek

yerinde olur sanırım.

Simdi aynı tarihlere ait Atatürk'ün bana yazdırdığı bir hatırayı burada okumak, kendisinin o devredeki

mesguliyetleri için iyi bir fikir verecektir:

Atatürk, Selanik'te geçmis bu olay için hatırasını dikte ettirdiği vakit (1937) yazıyı su hükümle bitirmisti:

''Kumandanlar madunlarından yüksek ve alim olmalıdırlar.'' Ayrıca da bana tavsiyesi su olmustu: ''Bu yazıyı

bir gün nesretmek istersen benim o tarihlerde çıkardığım bir tercüme kitabımdaki önsözümü okur ve buna

ilave edersin.'' Bu makaleyi o önsözle beraber Belleten'de 1950 yılında bastırdım ve tavsiye ettiği kitabın

önsözünün bir kopyası ile fotoğrafını ilave ettim. Yazı sudur:

''Osmanlı Đmparatorluğu'nda 1908 Hürriyet inkılâbı olmustur. Mustafa Kemal, Makedonya'dadır. Yıl 1909

yazıdır. O, Selanik'teki büyük kumandanlık (erkân-ı harbiye) kurmayında kolağası (kıdemli yüzbası)

rütbesinde bir subaydır.

Osmanlı ordusu hizmetinde bulunan Almanyalı Maresal Von der Goltz, Makedonya'daki Türk ordusuna

garnizon tatbikatı yaptırmak üzere, Selanik'e gelecektir.

Büyük kumandanlık erkân-ı harbiyesinde, talim ve terbiye masası sefi olan Mustafa Kemal, Maresal Von der

Goltz gelmeden evvel, Selanik civarında tatbikini muvafık gördüğü bir meseleyi hazırlamakla mesguldür.

Mustafa Kemal, Kumandan Hâdi ve Erkân-ı Harbiye Reisi Ali Rıza Pasaları bundan haberdar etmek istiyor.

Pasalar, Kolağası Mustafa Kemal'in bu cüretini hayretle karsılıyorlar, onu âdeta tahtie ediyorlar:

- Canım, diyorlar, buraya gelecek olan Goltz bizden ders almak için değil, bize ders vermek için geliyor.

Mustafa Kemal,bu sözlere su cevabı veriyor:

- Büyük âlim, filozof, ''Millet-i müsellâha'' müellifi olan Goltz'dan istifade etmek, üzerinde durulacak mühim bir

noktadır. Ancak, Türk erkân-ı harbiye ve kumanda heyetlerinin kendi vatanlarını nasıl müdafaa etmek lazım

geleceğini gösterebilmeleri elbette ondan daha çok mühimdir. Bir de, buraya yorgun gelecek olan Maresal'a,

fazla külfet yüklememek de münasip olur kanaatindeyim.

Mustafa Kemal'e serzenisler devam etmektedir. Onun hareketini doğru bulmayanlar, henüz kanaatlerini

değistirmemislerdir. Bunun üzerine Mustafa Kemal daha ileri giderek:

- Efendim, diyor, benim hazırlayacağım meseleyi Maresal'a göstermek ayıp değildir; bunun aksi ayıptır.

Benim eserim, Maresal'in fikrine uygun düsmez veyahut Maresal benim eserime alaka göstermezse, kendi

istediğini tatbik ettirmek onun elindedir. Fakat bütün Makedonya'ya sâmil, büyük bir Türk ordusu kumanda ve

erkân-ı harbiye heyetinin hiçbir seyi düsünmez ve hiçbir müdafaa tertibatı alamaz insanlardan tesekkül ettiği

zehabını onda uyandırırsak, iste asıl Türklüğe ve Türk askerliğine yakıstırılamayacak hareket, bu olur.

Maresal Goltz Selanik'e gelmistir ve Splandit-Palas'tadır. O günün gecesinde, Mustafa Kemal, bu otele ve

Maresal'in nezdine gitmek üzere, bir davet alıyor. Mustafa Kemal'i otel koridorunda karsılayan, Erkân-ı

Harbiye Reisinin yüzünde müjdeleyici bir besaret vardır. Maresal'in bulunduğu salona giderken, Erkân-ı

Harbiye Reisi, bu müjdeyi Mustafa Kemal'e bildiriyor: Kendisinin planını Maresal çok beğenmistir, ancak bazı

izahat almaya lüzum gördüğünden plan sahibini davet etmistir.

Mustafa Kemal: ''Merak etmeyiniz icabeden izahatı veririm'' sözü ile muhatabını tatmin ederken, holde

Maresal'le karsı karsıya geliyor. Salona giriyorlar. Masa üstünde bir büyük harita durmaktadır. Kumandan ve

Erkân-ı Harbiye Reisi ayakta dinliyorlar. Yalnız Maresal ile Mustafa Kemal konusmaya baslıyorlar. Münakasa

ediliyor ve karar veriliyor: Mustafa Kemal'in planı tatbik edilecektir.

Ertesi gün, Vardar nehri havzasında tatbikat baslıyor, karsılıklı kuvvetler harekete geçiyorlar. Bir muharebe

tatbikatı yapılmaktadır. Muharebenin cereyanı esnasında Maresal Goltz, Mustafa Kemal'i aratıyor ve yanında

bulunmasını emrediyor. ''Bana yardım ediniz'' diyor. Maresal'in hakkı vardır. Çünkü kendisi araziye

yabancıdır, o havaliyi Mustafa Kemal kadar tetkik etmek fırsatını bulamamıstır; bir de bu meseleyi tertip eden

kendisi değil, bizzat Mustafa Kemal'dir.

Manevra bittikten sonra tenkid yapılacaktır; bunu yapan bizzat Maresal olmustur. Bu tenkidden bütün

kumanda ve erkân-ı harbiye heyeti memnun ve müstefid olmustur. M. Kemal'in kanaatine göre, Almanyalı

Maresal'in tenkidi, herkeste su intibaı bırakmıstı:

''Kumandanlar mâdunlardan yüksek ve âlim olmalıdırlar.'' (*)

Iste bu hatıra M. Kemal'in o tarihlerde mesleki meselelere ne kadar önem verdiğini belirten güzel bir örnektir.

Bu brosürlerden sonuncusu ''Zâbit ve Kumandan ile Hasbihal''dir. Sofya'da Atasemiliter iken Mayıs 1330'da

yazdığı bu kitap diğerlerinden tamamen farklı bir karakterdedir.

Arkadası Binbası M. Nuri (Conker)'in ''Zâbit ve Kumandan'' adlı kitabını okuduktan sonra kaleme aldığı bu

yazılarda M. Kemal hakikaten baslığında belirttiği gibi bir dertlesmede, bir hasbihal havasını vermektedir.

Kitabın tanıtılmasına geçmeden önce bu yazıları yazmaya kendisini sevk eden M. Nuri Conker'den biraz bilgi

vereyim. Esasen bence Atatürk'ün Hasbihal'ini okumadan evvel ''Zâbit ve Kumandan'' kitabını okumak

lazımdır. Simdi nesredilmekte olan bu kitabın bas kısmında M. Nuri Conker'in hal tercümesi okunacaktır.

Ancak burada Nuri Conker'in Atatürk'le olan arkadaslık derecesine isaret etmek isterim.

11.1.1937'de vefat eden Nuri Conker için Atatürk bana hitaben Cenevre'ye 16.1.1937'de yazdığı mektupta

aynen söyle demektedir: ''Hatay üzüntüsüne Conker'in ölümü acısı karıstı; bu acının açtığı yaranın derinliğini

tahmin edersin.''

Atatürk hakikaten Nuri Conker'i çok severdi. Onunla sakalasmaları, konusmaları en samimi bir hava içinde

geçer ve birbirlerine senli benli hitap ederlerdi. Bunun sebeplerini söylece sıralamak mümkündür. Bir kere M.

Kemal, Selanik'te mahalle arkadası, sonra Askeri Rüstiye'de, Manastır idadisinde, Istanbul Harbiye

mektebinde, Harp Akademisi'nde mektep arkadaslığı etmis olduğu Nuri Conker ile hayatta da hemen daima

aynı yerlerde vazife görmüslerdir. Bunlar sırasıyla söyledir: Selanik'te Üçüncü Orduda, Hareket Ordusunda,

Arnavutluk harekâtında, Afrika'da Trablusgarp ve Bingazi muharebelerinde, Çanakkale Anafartalar ve

Conkbayırı muharebelerinde, Doğuda Mus cephesinde, Đstiklâl harbinde ve inkılaplar devrinde, 1937'de Nuri

Conker ölünceye kadar hemen ekseri zamanla beraber bulunmuslardır. Atatürk onun arkadaslığını daima

aramıs ve birbirlerine karsılıklı vefalı dost olmuslardır.

Hatta Ankara'ya kısa bir müddet vali ve kumandan vekili olusunun, Atatürk, Selanik'te hep beraber

konustukları zamanki vazife taksimi ile ilgili olduğunu, kendisine daima hatırlatırdı.

1908'in kıs aylarından bir gece, Selanik'te Beyazkule karsısında askeri kulüpte bir konferansı dinleyen bir

grup subay aralarında konusuyorlar. Atatürk 1937 yılında bu olayı bana söyle anlatmıstı:

''Inkılabı ikmal etmek lâzımdır. Biz bunu yapabiliriz. Ben, bunu yapacağım. O zaman için, düsündüklerimi size

kısaca anlatayım: Bugünkü, Osmanlı Đmparatorluğu'nun yüksek sayılan kumandanları, benim için yoktur.

Ordu kumanda sicilleri için, ben son limit olarak, binbasıyı kabul ediyorum. Geleceğin büyük kumandanları

bunlar olmak gerektir. Sicil defterlerinin binbasıya kadar olanlarını muhafaza edeceğim, üst tarafını

yaktıracağım.''

Arkadaslarından biri, bu söz üzerine buna itiraz ediyor ve büyük tasfiye isinin nasıl yapılabileceğini anlamak

istiyor. Mustafa Kemal'in cevabı sudur:

- Evet binbasıdan yüksek olanlar aybasında, benim teskil edeceğim bürolara gelip maaslarını istedikleri

zaman, büro sefleri defterleri tetkik ettikten sonra: ''Efendim defterde sizin isminiz yoktur, sizi tanımıyorum''

diyeceklerdir.

Mustafa Kemal'in arkadaslarından biri soruyor:

- Bundan sonrası ne olacak?

Mustafa Kemal, tereddüt etmeden, su cevabı vermistir:

- Bundan sonra ne olacağını, yapacağımız inkılap gösterecektir ve sözlerine devam ederek daha kat'i bir

ifade ile

- Evet inkılap yapacağız. Bugüne kadar yapılan inkılap, kâfi sayılmaz. Fazlasını yapacağız. Memleketi binbir

akılsızın eline ve keyfine bırakamam. Bu çok adamların yerine, birkaç kafa ile iktifa edebilirim: Mesela Kâzım

(Özalp) Köprülü'yü Harbiye nazırı yapacağım. Nuri (Conker)yi Kumandan ve idare sefi yaparım. Fethi

(Okyar)'yi yeni inkılapçı Türkiye'nin mümessili sıfatıyla Avrupa'ya gönderirim...

Sofrada hazır bulunan öteki arkadasları, derhal soruyorlar:

- Ya bizleri efendim?

Mustafa Kemal su cevabı veriyor:

- Sizler de göstereceğiniz değer, faaliyet nispetinde birer vazife alırsınız.

Sofradaki arkadaslarından biri Nuri (Conker) M. Kemal'in istikbali kucaklayan bu sözlerine, ahenkli bir

kahkaha ile gülüyordu. Mustafa Kemal, kahkahasını bir türlü yenemeyen, bu arkadasının sükûnet bulmasına

intizar etti ve sonra ona sordu:

- Niçin gülüyorsun?

Gülen arkadası cevaben:

- Seni düsünüyorum da, onun için... Bütün bu isler içinde sen ne olacaksın?

Mustafa Kemal, bu suale sarih cevap vermeden, yalnız bu umumi cümle ile mukabele etmistir:

- Ben mi? Ben de sizleri o makamlara koyabilen olacağım.'' (*)

Đste Nuri Conker'le Atatürk'ün mahalle, mektep ve meslek arkadaslıklarının kısa izahı budur.

Simdi asıl iki kitap üzerinde biraz durmak isterim.

Binbası Mehmet Nuri imzasıyla çıkan kitap ''Zâbit ve Kumandan'' adını tasır ve ''329 (1913) senesi kıs

devresinde Birinci Fırka ümera ve zâbitanına verilmis konferansların'' toplanması ve genisletilmesi ile

meydana getirilmistir. Đstanbul'da Nisan 1330 (1914)'te basılmıstır. 101 sahifedir. Harita, kroki ve resim

yoktur.

Kitabın gayesi, çesitli derecelerdeki ''Kumanda ve salahiyet erbabının'' zafer ve galibiyet temin edebilecek

surette vazife yapmaları için lüzumlu olan ilmi hasletlerden ve meziyetlerden baska askeri karakterden

bahsetmektedir.

Nuri Conker kitabın mukaddemesinde ''Önümüzde, acılıklarını gözümüzle gördüğümüz ve kalbimizle

hissettiğimiz, felaketle neticelenmis bir harp vardır'' (s. 5) diyor. Asıl fikir olarak da sulh zamanında harpte

imis gibi hazırlanmak icabettiğine su cümlelerle isaret etmektedir:

''Biz kendimizi daima hal-i harpte bilmeliyiz. Böyle bilirsek bilfiil harp zuhur ettiği zaman hazırlık devri ile asıl

icraat devri arasında çok fark görmeyiz, sasırmayız, kaybetmeyiz. En çok prova edilen oyunlar, sahne-i

temasada en muvaffakiyetle verilir. Bu daha ziyade sene-i tedrisiyedeki mesai ile hitamındaki imtihana

benzer. Harp, vakt-i hazar mesaisinin bir imtihanıdır.'' (S. 10)

Kitap, ''Maksata baslamazdan evvel'' ve mukaddemeden sonra su fasılları içine alıyor.

1) Đstihkar-ı nefs ve hiss-i fedakâri, s. 17 - 51.

2) Zâbitanın, neferlerin celb-i kulüp ve itimadına mazhariyetleri ve kuvve-i maneviyelerini takviye, s. 52.67.

3) Fikr-i taarruz. S. 67-78.

4) Kendiliğinden is görmek (bidat-ı zâtiye) ve mesuliyeti deruhte etmek. S. 78-101.

Nuri Conker bu fasıllarda askeri kanunnameler ve çesitli talimnamelerin maddelerini alarak üzerlerine

durmus ve onlara dayanarak açıklamalar yapmıstır.

Bu, Nuri Conker'in hayatında yazdığı tek eser olmakla beraber Atatürk'e bir kitap yazdırmaya sebep olduğu

için çok değerlidir. Kitap, açık ifadelerle yazılmıs ve her mesele üzerinde hassasiyetle durulmustur.

Atatürk'ün ''Zâbit ve Kumandan ile Hasbihal'' kitabı Sofya'da 1330 (1914) yılında yazıldığı halde ''bazı

takyidattan dolayı tab'ı bugüne kadar teehhür etmistir'' diye kaydedilmistir. Minber matbaasında 1334

(1918)'de Istanbul'da basılan bu kitabın ilk sahifelerinde sağ kösede M. Kemal'in madalyon içinde bir asker

resmi vardır ve imzası da ''Sofya Atasemiliteri Erkanı Harbiye Kaymakamı M. Kemal'' yazılıdır. Diğer kösede

''Erkânı Harbiye binbasısı Mehmet Nuri Bey'e'' ibaresi konmustur.

Brosür, 32 sahifedir, ''6'' bölüme ayrılmıstır. Đçinde altı tane resim vardır. Đlki M. Kemal Nuri Conker'le sakallı

olarak Afrika'da Trablus Garp muharebesindeki kıyafetleriyledir.

M. Kemal: Derne Kuvvetleri Kumandanı

M. Nuri: Umumi Bingazi ve Havalisi Kuvvetleri Erkânı Harbiye Reisi

Diğer bes resim Derne'de çekilmis grup halindekilerdir. Atatürk yazılarına su cümle ile baslıyor:

''329 (1913) senesi kısında Birinci Fırka zâbit ve arkadaslarına verdiğin konferansların tevhidinden vücut

olan'' Zâbit ve Kumandanı, senenin mayısında okuyabildim.'' (Nuri Bey'in eseri kitabın kapağında da

kaydedildiği gibi nisan ayında basılmıstır). ''Bu güzel ve kıymetli eserini okumakta birkaç gün geç'' kaldığını

esefle kaydeden Atatürk, arkadasının kitabından çok duygulanmıs ve onu beğenmistir. Sıra ile satır satır,

hatta aynen cümleler alarak izah ediyor ve kendi fikirlerini ekliyor. Fakat bazen de tamamen kitabın

muhteviyatını bırakarak Nuri Conker'le beraber takip ettikleri manevralardaki kumandan ve zâbitlerin

durumlarını ve bilgisizliklerini acıklı bir surette tasvir ediyor. Atatürk'te Balkan harbinin acıları çok derin ve

büyüktür. Doğduğu, büyüdüğü Selanik'in düsmana hibe edildiğini Afrika'da duyduğu vakit ne kadar elemli

günler geçirdiğini burada hatırlatıyor. Sonra yine Nuri Conker'in kitabına dönerek hasbihaline devamla diyor

ki:

''Ne garip haleti ruhiyedir? Dertli insanlar muhatabanın derdini dinlemekten ziyade kendi cerihalarını

açmaktan zevk alıyor. Ben de Nuri, adeta seni dinlemekte olduğumu unutarak ne derin yaraları karıstırmaya

basladım. Fakat merak etme, iste kitabını bıraktığım noktadan takibe devam ediyorum.'' S. 11

Atatürk, Nuri Conker'in kitabının her bölümü üzerinde ayrı ayrı dururken kendi fikirlerini verdiği misallerle de

zenginlestirerek o kadar güzel yazıyor ki, adeta bu cümleler istikbalin müjdelerini içinde barındırmaktadır.

Bazı cümlelerin altları da çizilmistir. Meselâ:

''Insanlar, ancak emelleri, fikirleri teshis ettirilerek sevk ve idare olunabilir'' diye yazdığı cümleyi ismini

vermediği bir filozofa atfetmektedir. (S. 17).Bu ifadelerden ve kendisinin sonraları anlattığına göre, su

meydana çıkıyor ki, Atatürk Sofya'da, yeni yeni kitaplar okumakta ve onların üzerinde durmaktadır. Mesela

istikbalin devlet kurucusu ve inkılapçısı su suali yazdığı zaman acaba ne düsünüyordu:

''Simdi, bizim sevk ve idare edeceğimiz insanların emelleri fikirleri, ruhlarında meknuz hassaları nedir? Biz,

kumanda edeceğimiz insanların hangi emellerini sahıslarımızda tecelli ve tecessüm ettirerek onların

kalplerini, onların itimatlarını kazanacak ve onlara manevi kuvvetleri ilham vesaitini tayin edeceğiz?''

Dördüncü baslık ''Ruh-ı taarruz''dur. Bu kısımda Japonlardan örnek getirerek bu fasla cevap vermis oluyor.

Atatürk'ün en çok üzerinde durduğu bölümün ''Đnisiyatif'' baslığı altındaki yazılardır.

Bu kelimenin izahı ''kendiliğinden hareket ve is görme''dir. Bölüm baslı basına fikir muhassalasıdır.

Mustafa Kemal'in bu kitabının son faslı (6) Sirenaik harbi ile ilgili örneklerdir:

''Bizim Sirenaik'te kumanda ettiğimiz kuvvetlerin eczasında, kuvve-i maneviye, fikr-i taarruz ve inisiyatif

evsaflarının mevcut olduğundan bahsedilmistir'' diyor. Fakat buna derhal cevabı Afrikalılarda bu sayılan

vasıfların fiil halinde gösterilebilmesi, Türkiye'den gidenlerin orada basa geçmeleriyle meydana çıkabilmistir.

Atatürk, bu küçük kitabında okunduğu zaman görüleceği gibi çok meselelere temas etmistir. Burada yeni

harflerle okuyacak olanlara eski harflerle basılmıs kitabın kısa bir tasvirini yapmıs oldum.

Yukarıda yayımlandıkları tarih sırasına göre listesini verdiğim kitaplardan ''Zabit ve Kumandan ile Hasbihal"

1914'te yazılıp 1918'de basılmıs olmakla beraber, bu elimizdeki kitapta ilk bölümünde okunacaktır. Çünkü bu

yazılar, o tarihlerdeki Mustafa Kemal'i bize bizzat kendi kaleminden en iyi tanıtan bir eserdir.

Okuyucular, bu kitapların hepsini bir bütün halinde görüp Atatürk'ün o tarihlerdeki (1908-1914) mesleki

endiselerini ve okumaya verdiği değeri anlayacaklardır. Nihayet onun, kendi bilgilerinden ve fikirlerinden

baskalarının da istifade etmesini istemis olduğu görülecektir.

Fenne, ilme, insan kudretine büyük değer veren Atatürk'ün bu kitabındaki su cümlesi ne kadar çok sey ifade

etmektedir:

''Insanları istediği gibi kullanan kuvvet, fikirler ve bu fikirleri teshis ve tamim eden kimselerdir.''

Bu küçük kitaplar, XX. asrın milletçe ve dünyaca büyük adam tanıdığı Atatürk'ün hayatının belirli bir

devresinde fikri çalısmalarını aksettirmesi bakımından çok önemlidir.

O, okumus, öğrenmis ve öğretmek için de yazmıstır.

Prof. Dr. A. AFETINAN

27 Mayıs 1959


Yazan:

Sofya Atasemiliteri

Erkânıharbiye Kaymakamı
 

M. KEMAL

ZÂBIT VE KUMANDAN ILE HASBIHAL

Bu kitap; 1330 tarihinde yazılmıstır. Bazı takyidattan dolayı tab'ı bugüne kadar teehhür etmistir.

M. Kemal


- 1 -

1329 senesi kısında Birinci Fırka zabit arkadaslarına verdiğin konferansların tevhidinden vücut bulan ''Zâbit

ve Kumandan''ı bu senenin ancak mayısında okuyabildim.

Bu güzel ve pek kıymetli eserini okumakta, birkaç gün geç kalmıs olmakla cidden ittihama sezayım. Fakat

eser bir defa elime geçtikten sonra da onu birkaç defa okumaktan ve bilhassa bazı bahislerinin candan

gelmis olan derin ve müessir maanisini dimağıma yerlestirmekten aldığım zevk ve istifadenin kıymetini sana,

bu sanihatın müessiri olabildiğinden, tesekkür ederek takdir etmeyi bir vecibe bildim.

- Mukaddemene takaddüm eden beyanatında; ''evsaf ve hasail-i ilmiyeden, mezaya ve secayay-i

askeriyeden'' bahsedeceğini; ''zabit ruhunun kuvayi maneviyesini beslemeye hadim olacak nıkat ve keyfiyatın

taharri ve imtihaniyle istigal'' eyleyeceğini; ''efrada telkin edilecek manevi'' dersleri de mevzuubahis kılacağını

ve ''nüfuz-i amiriyet''in tahsil ve temkini usullerini irae edeceğini anladığım anda kitabına âsık oldum. Ve

derhal intikal ettim ki sen on senelik hayat-ı askeriyenin, içinde yoğrulduğun birçok müstesna hadiselerin

sana kazandırdığı acı, tatlı tecrübelerini ve vicdanında ve dimağında inkisaf-ı tammını bulan o necip ve

vatanperverane efkâr ve hissiyatını, vatancüda olmaktan mütehassıl kalbi yaralarına mezcederek bizi

ağlatmak, bizi utandırmak, alnımıza sürülen kara lekeleri silmek gayret ve vazifesine davet etmek istiyorsun.

Ve filhakika mukaddeme-i kelâmın olan, ''önümüzde, acılıklarını gözümüzle gördüğümüz ve kalbimizle

hissettiğimiz, felâketle neticelenmis bir harp vardır'' ifadesiyle efkâr ve hissiyatımıza bir saha-i teellüm

açıyorsun...

Ben, bu elem-i fikri ve hüzn-i vicdani ile mukaddemeni takip ederken, harbin, ''sanat-i askeriyenin

öğrenilmesine medar olan vesaitin en mükemmeli, en hakikisi'' olduğuna ve Hidemat-ı Seferiye

kanunnamesinin bir madde-i mahsusasının da ishadıyla, muhtelif rütbelerdeki kumanda sahiplerinin kesb-i

iktidar ve ehliyet etmesine hizmet eden vakt-i hazar vesait ve vesailile bizzat harp ve onun serait ve

muktezeyatı arasında yaptığın mukayeseyi ve bulduğun dağlar kadar farkı tasdik ettikten sonra ''ordumuz

zâbitanının kısmıazamının harpte bulunmus olması dolayısıyla, bunca atesleri kalbimizi yakmıs olan harb-i

ahîrin bize meslek noktainazarından temin-i istifadeden hâli kalmamıs bulunduğu'' noktasında durdum ve

biraz daha fazla düsündüm.

Senin istidlâlâtına istirak etmek veya etmemekte dumanlı bir muhakeme-i fikriyenin zebunu kaldım.

Dimağım mübhem hükümlerle kararsızlığını izale edemeden nazarım müteakip satırlara aktı.

Bir ordunun, hazarda takıbeylemesi lazım gelen ciddiyet-i mesaiye ve bu mesai ile tahkim olunan

müktesebat-ı ilmiyenin zamanı hulûlünde müntic-i galibiyet olacak surette tatbiki için meslek-i celil-i askeri

erbabının haiz bulunmaları lazım gelen havas ve mezayay-ı maneviyeye ait sözlerini de müthis bir darbe takip

ediyor. ''Ordumuzun son Balkan harbindeki mağlubiyet-i elimesi acı bir hakikattir. Sukut-ı hayale uğranıldı.''

Evet, pek acı bir hakikattir; fakat senin de izah ettiğin gibi bu hakikat-i mesumeyi idrak edenler de vardı. Ve

bence idrak etmemis olmak için ya gafil veya cahil olmak lazımdı.

Selanik'te 1327 senesi Haziran'ının on yedinci günü, Kolordu Kumandanı'na takdim edilmis olan resmi bir

raporun bazı noktalarını -ibret almak, mazideki derin uykumuzu hal ve istikbalde devam ettirmemek için- hep

beraber bir daha gözden geçirelim:

''Madde 1 - ...... Binaenaleyh terbiye-i münferide devrine neticesiz ve muhassalasız hitam verilmistir.

2- ...... Teftis edeceği devre-i talimiye muhassalasının ne olmak ve nasıl olmak lazım geldiğinden bihaberdir.

3- ...... Fırka kumandanı kıtaat karsısında aldığı seyirci vaz'iyle ...... adem-i huzurundan daha muzir hissiyat

tevlid ediyor; ...... vazifesinin cahilidir.

4- Alay ve fırka kumandanının teftis ve tenkitteki cihetleri zâbitanda hayret, istihza ve adem-i itimad hissiyatı

uyandırıyor.

5- Bu zihinde ve bu ilimde alay ve fırka kumandanlarının bugünkü terekkiyat-ı askeriye ile mütenasip olarak

yetistirilmek mecburi olan kıtaatı yetistiremeyecekleri ve onlara hüküm ve kumanda ve icabında onları sevk

ve idare edemeyecekleri süphe ve tereddüt kabul etmez hakayık-ı bahiredendir.

Bu noktadaki hakayıkı görüp söylememek ise ordunun ataletine kıymetsiz kalmasına, harpte vatanı

kurtarmak için talep olunacak vazife-i mühimmeyi ifa edememesine rızay-i kalbi göstermektir ki, bu hiyanetle

tevsim olunur.

6- Bu hale bir an evvel çaresaz olmaya tesebbüs her sahib-i namus ve vicdanın vazifesidir.

Emir ve kumanda salahiyetini haiz olmayanların bu husustaki hizmetleri, müsahede ve tetkiklerini sahib-i

icraat olanlara arz etmektir.

Sahib-i makam ve icraat olanların eshasa merhamet etmek za'f-ı kalbinde bulunarak ordunun inhitatına

yardım etmemeleri...''

Bu raporumu takdim ettiğim makamda o zaman -vatanım Selanik'i muharebesiz Yunan ordusuna teslim eden

kuvvetin basında bulunmus olan- zevat oturuyordu.

Raporumuzun bu makam sahibinden Ordu Müfettislik makamı sahibine kadar gittiğini isitmistik. Fakat ne

maksatla? Hadnasinas'lığın bir numunesini göstermek maksadıyla...

Ordu müfettisliğine de vaki olmus bir maruzatın son satırlarını okuyalım:

''...... Kumandanları zevat-ı mumaileyhimden ibaret olduktan sonra... Orduda netice-i talim ve terbiye ve emrü

kumandada ve itaat ve inzibatta hüsnü cereyan aramak serapta taharri-i ab kabilindendir.''

Ordumuzda (Goltz)'un talebeliğiyle istihar edenlerin de çoğu müsarünileyhin ''iyi bir ordu vücuda gelmesine

dahli olan avamil-i muhtelifenin en müessiri bilâsek binnefis basındaki amirin tesiridir'' hakikatini idrakte ve

ordular için beyan edilmis olan bu mülâhazanın en küçük cüzütamlar için de cari olduğunda gafletleri

görülüyordu.

Devre-i Mesrutiyetin, Osmanlı ordusunu ilk teshir ettiği, Edirne manevra sahasında hayalen söyle bir

dolasalım:

Senin ve benim ve senin ve benim gibi birçok rüfekanın kollarımızda beyaz birer band vardır. Biz hakem idik.

Bizden daha büyük hakemler de vardı.

Ne hüküm verilmisti?

Bunu söylemeden evvel ne görülmüs olduğunu hatırlayalım:

Mesela; Mavi Kolordu'nun sağ cenahında hareket eden bir fırka kumandanından fırkasına verdiği emir ve

fırkasının bulunduğu vaziyetin beyanı -istizah salahiyetini haiz bir zat tarafından- rica edildi.

Fırka Kumandanı böyle bir suale muhatap olmamıs gibi atının üzerinde sakit ve pek ziyade sakin ve ebkem

duruyordu.

Biraz intizardan sonra birinci sualin cevabından sarfınazar olunarak Kolordu Kumandanı'ndan alınan emrin

müeddası soruldu; yine cevap yok! Sebep?!

Sebep, aldığı emrin manasını anlamamıstı.

Sebep, verdiği emrin veya daha doğrusu imza ettiği emirnamenin neden ibaret olduğunu bilmiyordu.

Sebep, çünkü, zevahire rağmen o fırkaya, o kumanda etmiyordu.

Sebep, edemezdi...

Ya böyle anlasılmadan verilen emri telakki eden alay kumandanları. Evet, bu merakı izale için Fırka

kumandanının yanından ayrılarak, (Karıstıran) istikametinde yürüyen alaylara mülaki oldum.

Bir alay kumandanına, beni hareketleri hakkında tenvir etmesini rica ettim. Simdi, dedi. Ceplerini karıstırdı.

Ceketinin iç cebinden iki burusuk kâğıt çıkardı. Đste iki emirname, dedi; birini gece aldım, birini sabahleyin...

Henüz ilk emrin icabatını tamamen ifa etmediğimiz için ikinci emrin ahkamını tatbike baslamadık...

Bu emirleri gözden geçirdim. Đkincisi birincinin hükmünü iskat ediyordu.

Fakat, alay kumandanı, hâlâ, evvela birinciyi ve sonra ikinciyi diyordu. Niçin?!

Çünkü; alay kumandanı numara sırasıyla tatbikini düsündüğü emirlerin ne birinci ve ne de ikincisini anlamıstı.

Halbuki, alayı gidiyordu. Fakat, nereye ve ne için?! Bunu, alay kumandanının kendisi de bilmiyor, alayını takip

edenlerden hiç kimse de bilmiyordu.

O halde, nereye gidiliyordu?

Bu gidis elbette, felakete, hacalete doğru bir gidisti.

Harekatını nihayete kadar takip ettiğim bu fırkanın gece olduğu zaman duçar olduğu sefaleti, kıtaatından

bazılarını kaybederek çektiği ıstırabı, ertesi günü mukabil tarafın topçu ve piyade atesi altındaki perisanlığını

tasvir etmek istemiyorum.

Yalnız, beyan etmek isterim ki bu ve bunun gibi asker yığınlarının, o gidislerinin muhakkak felakete, mezara

doğru bir gidis olduğuna hükmetmek için pek keskin muhakeme sahibi ve pek ziyade dûrbin olmak lazım

gelmezdi.

Biz, o zaman hükmümüzü vermis ve saday-ı vicdanımızı en yüksek perdeden en büyük kulaklara isittirmek

azminde bulunmus ve ''bazı nikatın nazarı dikkat ve intibaha arzını vazife-i vicdaniye addederiz demistik...

Ve demistik ki, ''bir kıta ve bahusus zâbitan heyeti, yalnız hüsn-i misal olacak rehberlerle yetistirilir...''

''Đnsanların hürmet ve taziminin, itaat ve inkıyadının kendinden maddeten değil, manen yüksek olanlar

hakkında tecelli etmesi icabat-ı ruhiye-i beseriyedendir.''

Ve demis idik ki ''Ordunun ukde-i hayatı olup birçok ananata bağlı olarak nesvünema ve kemal bulabilen

zabturapt-ı askeri hissiyatını bugün Osmanlı Ordusu heyet-i zâbitanında safha-i hakikiyesinde görmeyi talep

etmek ahval-i ruhiye-i beseriyeye adem-i vukuftur.''

Ve istirham etmistik ki, ''bugün için tesebbüs; bilâkuyud ve müsamaha evsaf ve liyakat-i mahsusa sahibi

olmak istidadını izhar edenlerden bir (kumanda ve zâbitan heyeti) vücuda getirmek olmalıdır.''

Ve izah etmistik ki ''Ancak malumatlı, muktedir, faal, mütesebbis ve sahib-i salahiyet bir ordu müfettisinin

daire-i teftisinde, cahil, ordunun talim ve terbiyesindeki gayeden bihaber kolordu ve fırka kumandanları

barınamayacakları gibi.. kezalik, ancak, evsaf-ı lâzimeyi haiz kolordu kumandanlarının, kolordularında,

muhtac-ı istirahat olan ve bir heykel-i muzir vaziyetini almaktan baska orduya iyiliği olmayan fırka ve alay

kumandanları cay-ı kabul ve atalet bulamazlar...''

Sedit gibi görülebilecek olan bu icraatın mutasavver mahazirinin birer birer çaresi de gösterildikten sonra:

''Alel'umum iyi ordularla iyi kumandanlar yekdiğerinden infilak kabul etmez seyler nazariyle görülmek için''

izaa-i vakte lüzum ve müsait hal yoktur, dedik. Ve en nihayet, hatırlattık ki: ''Ordunun selametini vicdanen

düsünen erbab-ı namus ve ahlak, riyadan muarradır. Ahlak-ı mükemmele ashabından olanlar ekseriya, sulh

ve asayiste, enzar-ı teveccühü celbetmekten ziyade meneden bir surette idare-i kelam ederler.''

Sonra ne olduğu sizce malumdur. Denildi ki bu yükselen feryadın manası yoktur. Bu lüzumsuz bir fart-ı gayret

ve belki de bir cinnettir!..

Yok... Yok... O feryat, eser-i cinnet değildir; o feryat bugünkü felaketi nazar-ı vicdan ve nazar-ı akl ile

görebilmekten mütehassıl ıstırabatın inikâsatı idi.

Filhakika, bir gün, (Sirenayik) (Cyrenaique) darülharekatından Balkan yangınına kosarken...

Bir gün, Afrika sahilinden vatanıma ulastıracak yolların kapanmıs olduğunu görürken...

Bir gün, isittim ki vatanım Selanik ve orada anam, kardesim, bütün akraba ve taallûkatım -mahiyetlerini

anlattığım için vatanımdan kovulduğum zevat tarafından- düsmana hibe edilmistir...

Ne garip halet-i ruhiyedir. Dertli insanlar muhatabının derdini dinlemekten ziyade kendi cerihalarını açmaktan

zevk alıyor. Ben de, Nuri; adeta seni dinlemekte olduğumu unutarak ne derin yaraları karıstırmaya basladım.

Fakat merak etme, iste, kitabını bıraktığım noktadan takibe devam ediyorum...

''Harpte, bütün isleri kuru mukavemet ve kahramanlığın göreceği fikri anlasılmasın demeyi zait'' görüyorsun!

Ben, bunu demeyi bizim için vacip görüyorum. Beraber sahidi olduğumuz bir iki manzarayı, burada, sana

hatırlatacak olursam senin zait'ten vacibi de geçerek farz-ı ayna kadar çıkacağından süphe etmem.

Mesela; senin yaralandığın bir muharebede, sağ cenah alaylarından birinin cesur kumandanı, düsman topçu

atesi altına girdiği huduttan Doğan Arslan sırtlarında, düsman piyadesinin tekâsüf eden atesleri altında,

alayının geri dönüp kendisini yalnız bıraktığı noktaya kadar daima palası elinde ve kendi avcı hattının

önünde bulunmustu. Bu cesaretin hayranıyım: Fakat, maatteessüf bu cesaret ve kahramanlık Alayın

muzaffer olmasını temin edemedikten baska perisan olmasına da mani olamadı.

Vukubulan bu tavır ve misvara mukabil, Alayın topçu atesi altında, maksada ve araziye muvafık olarak

açılması ve daha sonra yayılması ve daha sonra tahsis olunan cephede taarruz ve hücumu ve komsu kıtaat

ile irtibatı sevk-u idare ve muhafaza olunsaydı ve bunun için elde, pala yerine dürbün bulundurulsaydı ve

bunun için avcı hattının önünde değil, ihtiyatının yakınında vaziyete nazır ve hakim olunacak noktada

bulunulsaydı ve ancak, halin, vaziyetin, sanatın bütün icabat ve tedabirine tevessülde muhafaza-i sükûnet ve

metanet edildiği halde nâgehzuhur bir sebeb-i mesum'dan dolayı Alayının yüz geri ettiğini gördüğü anda,

kılıcını çekip, atını dört nal sürüp düsmanın sarapnellerini, mermilerini istihkâr ederek geri dönen avcı

hatlarını çiğneseydi ve bu suretle Alayını durdurup tekrar hasma tevcih etseydi, iste, o zaman, bir Alay

kumandanına yarasan cesarete âsumanî bir misal gösterilmis ve Osmanlı tarihinin kahramanlığına ait

faslında bir sahife-i zerrin vücuda getirilmis bulunurdu.

Đste, böyle bir cesaretin kurbanı olan Alay kumandanının namına, heykel rekzine Cenab-ı Peygamber de

razı; ve ümmeti tarafından ''Hel yestevi'llezine ya'lemûne ve'llezine lâ ya'lemûn'' mazmununa bir iman-ı fiili

gösterilmis olmasından ruhen mahzuz olurdu.

- Sen ''hasâil-i mümtaze-i merdâne ve ahlâk-ı fazıla-ı fedakârane ile tetevvüc etmeyecek kadar malûmat-ı

fenniyenin, baslı basına temin-i maksat'' edemeyeceğini iddia ediyorsun. Bu iddianda ne kadar haklısın...

Hatta, ben, senin kaziyyeni berakis yaparak, iddia ederim, ki:

Hasail-i merdâne ve hissiyat-ı fedakâranedir, asl'olan!

Bunlar, yani (karakter) müktesebat-ı ilmiye ve fenniye ile kesb-i mazbutiyet etmedikçe bile masdar-ı maalî-dir;

ancak her vakit emin, mefkûr netayiç vermez.

- Talimnamelerin, ''harbin zâbitten istediği ruhi ve ilmi kudret ve meziyeti" verecek olan kısımlarının ve

maddelerinin mekteplerimizde, lâyık oldukları derece-i ehemmiyette hüsnü tedris ve telkin edilmemis

oldukları hakkındaki beyanatına sahadet ederim. Ve fakat, senin, burada hitam bulan mukaddemeni, ona,

birkaç satır daha ilave ederek, biraz tatvil ettikten sonra o pek müdellel olan (istihkar-ı nefis) zeminini tetebbu

edeceğim.

Filhakika, Mektebi Harbiyemizdeki derece-i tahsil ''zâbitlik vezaif-i asliyesini'' zâbitin ruhuna sokacak

mertebede nafiz değildi. Ve fakat, mektep sıralarında, bu hususta daha ciddi ve daha vâsi bir devre-i tederrüs

ve taallûm geçirilmis olsaydı dahi yine maksadın husulpezir olamamıs bulunacağı itikadındayım.

Çünki, bence, hakiki feyiz verebilecek, mekteb-i asli, kıtaattır.

Bence, asıl, talim-i sanat edecek, hakiki muallimler ve mürebbiler birbirinden yüksek olan kumandanlardır.

Çünki bence, Mektebi Harbiyeden alınan sahadetname, genç mülazımın, bölük kumandanı efendinin daire-i

terbiyetine kabule sayan olduğuna delalet eder.

Genç mülâzım, asıl ruh-ı sanatını, intisabettiği bölüğün efradı önünde, bölüğün babası olan yüzbasısından ve

daha büyük âmirleri tarafından, is üzerinde bulunaraktan öğrenecektir. Evvela, kumandan olacaktır, bir

takıma! Ve sonra, kumandan olmaya hazırlanacaktır; bir bölüğe! Ve iste böyle öğrenecektir ve sonra

öğretecektir...

Ordu mekteb-i amelisi, ancak bu suretle, makamının ehli bölük kumandanları; makamının ehli tabur, alay..

ilâh kumandanları yetistirmek sayesinde, milletin evlatları bir sürü gibi değil; sanlı, serefli insanlar olarak

san-u serefe sevk ve tevcih olunabilir.

Burada kadim bir hatıramı ihya edeyim: Beray-ı seyahat Đzmir'den rakip olduğum vapur Girit'ten geçerek

Katanya'ya gidiyordu.

Girit'ten -orada bulunan Avrupalı kıtaattan birine mensup- bir mülâzım bindi. Bununla muarefe peyda ettik.

Bir gün sonra -tekrar Girit'e dönecek olan bu mülazımla- Katanya'nın bir gazinosunda bulustuğumuz zaman,

o, bana, orada, tedarik edebildiği yeni bir takım âsar-ı askeriye'yi gösterirken diyordu, ki: Yüzbasım ''son

zamanlarda yeni çıkan âsar-ı askeriye'yi takipte beni biraz müsamahakâr gördüğü için adeta bana, mün fail

olmustur. Mesut tesadüfle, burada tedarik ettiğim bu kitapları ve benim onları okuduğumu göreceği zaman,

süphesiz memnun ve bana bu yüzden hasıl olmus bulunan infiali zail olacaktır.''

Bu mülâzım efendinin yüzbasısının, zâbitlerini yetistirmekte nasıl bir bölük kumandanı olduğu, mülâzım'ın

gözlerinde, pekâlâ okunabiliyordu.

-2-

- Đstihkar-ı nefis ve hissi-i fedakâri babında talimnamelerin amik manalı maddeleri üzerine, o yaralı bacağını

uzatıp çıkıyor ve oradan bütün salahiyet-i kelamınla, hitabederek diyorsun ki ''zabitlik demek, feday-i nefs-ü

canı katiyen göze almıs olmak demektir.''

''Bir zâbit, sanatı namına, hayat ve mevcudiyetine hiç ehemmiyet vermeyecektir.''

Zâbit ''hayat ve rahatın hiç düsünülmemesi icabedince'' rahat ve hayatını feda etmeyi seref bilecektir.

''Muktazay-ı namus'' budur.

Ben bu sözlerin dimağlarda ve vicdanlarda hasıl edeceği derin akislerin ahengini bozmaktan korkarak, hiçbir

söz söylemeksizin onları yalnız kemal-i husû ile dinlemis olmakla iktifa edeceğim.

- Muharebede her atılan merminin isabet etmediği hakkında verdiğin teminat hizasında, muharebede yağan

mermi yağmuru, o yağmurdan ürkmeyenleri, ürkenlerdeh daha az ıslatır, diyeceğim. Ve filhakika böyle

olmasaydı Trablusgarp harbine istirak etmis olan bütün arkadaslarımızın mutlaka Trablus'ta, Humus'ta,

Bingazi'de, Derne'de, Tobruk'ta, Đtalyan istihkâmları karsısında bugün kemiklerinin bile kalmamıs olmaları

iktiza ederdi. Halbuki, o kahraman arkadaslar, Balkan muharebesinin de, son safhalarında olsun, isbat-ı

mevcudiyet ederek daire-i imkânda kalan derecede icabat-ı namus ve haysiyeti ifa eylemislerdir.

- Kitabının 24'üncü sayfasında, zâbit nedir? sual-i zımnisine, Piyade Talimnamesi maddelerinden birinin

verdiği ''zâbit, maiyetindeki efrat için nümune-i imtisaldir'' cevabının üstünde duran senin ''zâbit, kendi ilim ve

iktidarından kumanda ettiği insanları müstefid edebilmek için maiyyetindekilerin metanet ve besaletleri

mecmuundan fazla bir metanet ve besalete malik olmalıdır'' sözünü her zâbit, pek büyük dikkat ve ciddiyetle

okumalı ve onun manasını dimağına hâkketmelidir.Ve bilinmelidir ki bir millet evlatlarının önüne geçip onları

atese sevketmek hak ve salâhiyetini, ancak -o dediğin- muhassala-i metanet ve besaleti ruhunda bulmus

olan zabitler haizdir.

-3-


(Zabit ve Kumandan)ın ikinci faslı çok mühimdir. Zâbit, kalb, itimat kazanacak ve arkasına alacağı insanların

kuvve-i maneviyelerini takviye edecek..

Bu faslın basından nihayetine kadar olan birçok güzel sözleri dinledikten sonra,

''Askerlik tedvir-i muamelât değil, insanların sevk-u idaresi sanatıdır'' tarifine avdet ediyor ve insanlar nasıl

sevkolunur? diye bir daha kendi kendime soruyorum.

Bu suale senin izah ettiğin cevapları hatırlarken sanki bir feylesofun su sözlerini de isitir gibi oluyorum:

Đnsanlar, ancak, emelleri, fikirleri teshis ettirilerek sevk ve idare olunabilir.

Musa, Mısırlıların kamçıları altında inleyen Yahudilerin bu tazyik ve esaretten halâstan ibaret olan

meyillerinin tecellisâzı oldu.

Đsa; zamanının nihayetsiz sefaletlerini idrak ve ıstırabat-ı umumiye devrinde âlemde tahakkuk etmeye

baslamıs olan lüzum-ı sefakatperveri'yi din halinde tercüme ve ifham etmek yolunu bildi.

Napolyon; Avrupa içinde dolastırdığı kavmin, mahsusatından olan san-ı askeri mefkûresini tecessüm ve

tesahhus ettirdi.

Hülâsa, insanları istediği gibi kullanan kuvvet: Fikirler ve bu fikirleri teshis ve tamim eden kimselerdir.

Fikrin hassası da hiçbir itirazın bozamayacağı bir sekl-i mutlak ile kendi kendisini kabul ettirmektir. Bu ise,

fikrin yavas yavas hissiyata istihale ederek akideye munkalip olmasıyla mümkündür. Ve böyle olduktan

sonradır ki, onu sarsmak için bütün baska mantıkların, baska muhakemelerin hükmü olamaz.

Simdi; bizim sevk-u idare edeceğimiz insanların emelleri, fikirleri, ruhlarında meknuz hassaları nedir? Biz,

kumanda edeceğimiz insanların hangi emellerini sahıslarımızda tecelli ve tecessüm ettirerek onların

kalblerini, onların itimatlarını kazanacak ve onlara itimat kazandıracağız? Ve onlara manevi kuvvetler ilham

vesaitini tayin edeceğiz?

Ve insanlarda, ancak, gaye-i hayalinin, mefkûrenin temerküz ettireceği o gayrimer'i hassalara, mer'i

vasıtalarla mı hitabedeceğiz?!

Her halde askerlerimizin ruhunu kazanmak bizim için bir vazife olduğu gibi evvela, onlarda bir ruh, bir emel,

bir seciye yaratmak da Allah'tan ve Medine'i münevvere'de yatan Cenab-ı Peygamber'den sonra bize

teveccüh ediyor.

Süphe yok ki bizim milletimizin seciyesi de bütün seciyeler gibi teâliye, matlup sekle tahavvüle müstaittir.

Fakat binefsihi olmak sartiyle!..

Eğer, bizim seciyemize, hariçten, bizim seciyemizden baska secayadaki müessirler tarafından bir sekil

verilmek istenirse, bundan sabit ve muayyen hiçbir sekil, hiçbir netice hasıl olamaz!..

-4-

Ruh-ı Taarruz

Ordunun vazifesi, vatanı çiğnemek isteyen düsmana karsı ayağa kalkmaktır.

Bu kalkıs, elbette yerinde durmak için değil, düsmana atılmak için olursa kalkılmıs olduğuna değer.

(Zabit ve Kumandan)ın üçüncü faslı bu zeminde ne hakiki esaslar gösteriyor:

- Muvaffakiyet için en emin vasıtanın taarruz olduğunu anlamakta ısrar olunmaz; ancak, taarruz ordusu

vücuda getirecek milletin, Japonların (Kokeyi Zaysın) dedikleri, ruh-ı taarruza sahibolması lazımdır.

Bu ruh-ı taarruz, 1904 senesinde, ''Bin keder, bin yeis, fakat her seye rağmen ileri! Baska hiçbir sey

düsünmek lazım değil.

''Na'sımı meydan-ı muharebede teshir etmek. Đste bu Cenabıhakkın emeli!''

sarkısını terennüm ederek Kazomaro sefinesiyle harbe giden Miralay Kujima'larda;

Bu ruh-ı taarruz, Sasebu limanından harbe çıkarken, familyasına ''Bu andan itibaren benden haber

beklemeyin! Vazifemden baska bir seyle mesgul olamayacağımdan, sizden de haber istemem!'' diye yazan,

Amiral Togo'larda;

Bu ruh-ı taarruz, Nanzan muharebesinde oğlunun kalbinden vurulduğu haberi üzerine, familyasına:

"Oğlumun külleri Tokyo'ya getirildiği zaman hemen defnolunmasın! Yakında ben ve küçük oğlum da terk-i

hayat edeceğimizden, o zaman, üçümüzü birden defnedersiniz'' emrini veren General Nogi'lerde;

Ve bunları takibedenlerin kâffesinde bütün feyziyle mevcut olduğu içindi ki narin Japonlar iri yapılı Ruslara

meydan okudular.

- 5 -

Đnisiyatif

Nuri; Ruh'ı taarruzundan sonra, kitabının hitam bulacağını zannediyordum. Derhal (Đnisiyatif)in, önüme çıktı

ve dedi ki:

Muharebede tahsil-i zafer ve galibiyet en küçüğe kadar bilcümle rütbe eshabının bizzat imal-i fikr ile

kendiliğinden tedbir ittihazına alısmıs olmalarına mütevakkıftır.

Hakikaten talimnamelerimiz, kanunnamelerimiz gözden geçirildikçe, sanat-ı askeriyenin aslolan kaide ve

kanun ve usulleri okunur ve bellenir.

Fakat, bu bilgilerin, insanı sanatkâr yaptığına, yapabileceğine kaani'olmak, elbette gaflet olur.

Hatta, bu usul ve kaidelerin cihat-ı tatbikiyesiyle de az çok istigal etmis olmak bir ordu için medar-ı necat

olamaz!

Her hangi bir cüzütamın küçük bir manevrasını takibedelim: ve kabul edelim ki cüzütamın en büyük

kumandanından neferine kadar herkes talimname ve kanunnamelerde bast-u beyan olunan usul ve kaideleri

biliyor ve bu manevra ilk tatbikatları da değildir.

Mesela, cüzütam kumandanı, güzel bir yürüyüs emri veriyor. Uç kumandanı mülâzım efendiye kadar,

bilcümle madun kumandanlar usulüne muvafık emirlerini veriyorlar ve kol harekete geçiyor...

Düsmanla temas vukuunda da; kezalik, cüzütam kumandanının verdiği açılma ve sonra yayılma emri,

alâmeratibihim, tekerrür ederek en küçük parçaya kadar kıtaya yapacağı is tayin ediliyor. Harekâtı, son

safhasına kadar, iyi idare edilmis görüyoruz.

O halde, hüküm verebilecek miyiz ki bu kıta muharebede vazifesini ifa edebilir ve vatana muzafferiyet temin

edebilir?

Bu hükmün itasında biraz müteenni bulunmak lazımdır. Çünkü bu kıtanın muharebede tesadüf edeceği ahval

ve serait hep bu gördüğümüz gibi olmayacaktır.

O halde ne kadar ahvale tesadüf etmek ihtimali varsa hepsini tasvir ve tatbik edelim! Çok güzel, bunu

yapmaktan geri durmayalım; fakat ''harpte öyle ahval dahi vaki'' olur ki ahval-i mezküre hakında umumi

vesaya beyanı bile mümkün değildir.''

Talimnamelerimizin, bu gibi fevkalade ahval için nasihat vermesinden sarfınazar, esasen ihtiva eylediği kavait

ve nizamat; harpte umumiyetle tesadüf edilen basit tabiye ahvaline ancak samil olabilir.

Halbuki kumandanlar her hal ve andaki vaziyete karsı tereddütsüz ve süratle icabeden tedbirleri almaya

mecburdurlar.

Fevkalade ve nagehzuhur hallere, ilk temas eden, bir kıtanın en büyük kumandanı değildir.

Büyük, küçük her cüzütamın içinde her zabit ve her küçük zabit ve hatta her nefer suret-i hareketine dair

mafevkinden hiçbir emir ve hiçbir fikir almadığı ahval karsısında kalır.

Đste, bu sebepledir ki gerek kumandanların ve gerek neferlerin bizzat imal-i fikr ederek kendiliklerinden is

görebilecek meziyette yetismis olduklarına kanaat olmadan bir kıta-i askeriyenin, bir ordunun sayan-ı itimat

ve istinat bir kuvvet olarak tanınması gaflettir, felakettir.

- Bir kuvveti vücuda getiren insanlar; hayat-ı umumiyeleri, fikirleri, serbesti-i hareketleri ezilmemis, gürbüz,

neseli efrattan ve zabitandan mürekkep olursa böyle bir kıta-i askeriyede, bizzat imal-i fikr ile kendiliğinden is

görme hassası pek ziyade mütecelli olur.

Đtalya muharebesinde, Derne kuvvetlerine kumanda ettiğimiz müddetçe bu hakikatı ispat eder her gün birçok

misaller gördük.

Filhakika, Derne kuvvetlerini vücuda getiren Urban, tavsif ettiğim gibi insanlar oldukları gibi onların baslarına

geçen zabitan da - her seye rağmen - fikirlerini, serbesti-i hareketlerini ezdirmemis gençler idi.

Đtalyanların falan veya filan istikamette bir hareketleri, bir huruçları haber alınır alınmaz; emir beklemeksizin

her mücahit tüfeğini kaparak içtima mahalline kosar ve orada emir itası teahhur ederse yine kendiliğinden

düsman istikametinde revan olur ve bu hareketini söyle bir muhakeme-i fikriye'ye de istinad ettirir:

Madem ki düsmanın bir hareketi mahsustur, muharebe ihtimali mevcuttur. Muharebe için düsmanı

ordugâhımızda beklemek olmaz; onu uzaktan karsılamak ahsendir. Düsman az ise yetisebilenlerimiz onu

tevkif veya tardeder, çok ise umum mücahidin yetisinceye kadar düsmana tüfek atarak hareketini ağırlastırır

ve icabederse biraz geriye çekiliriz. Fakat ileri gitmek, beklemekten iyidir. Hiçbir sey yapamazsak düsmanı

görür, kuvvetini anlar, meraktan çıkarız.

Bunların her biri ileri veya geri harekette nereden gitmek, nasıl gitmek, nerede durmak ve nasıl durup atese

baslamak lazım geleceğini emre intizar eylemeksizin kendiliklerinden takdir ve tatbik ederler, yeter ki onlara

umumi istikamet ve fikirler isabetle gösterilmis olsun.

Denilebilir ki - sair yerlerde olduğu gibi - Derne'de de bir sene Đtalyanları mağlubeden ve Derne'nin üç

kilometre muhiti üzerinde vücuda getirdikleri istihkamlarında hapseden kuvvet, kendiliğinden Osmanlı

kuvvetini vücuda getiren insanların Đtalya ordusunu terkibeden insanlardan daha feyizli bulunmus

olmasındadır. Yoksa, adet, top, tüfek, mühimmat ve fennin bahsettiği faikiyetler nazarı dikkate alınırsa,

kurunuvustadan numune - numa olan Derne kuvayı-ı kalilesinin son asrın bütün fuyuzat-ı tekemmülatından

hisseçin olan bir ordunun karsısında bir gün bile durmaması lüzumunu teslim etmek lazım gelirdi.

Görülüyor ki eldeki vasıta kurunuvusta yadigârı olsa da, bunun eczası, görülecek is için adım basında emre,

bir ihtara ihtiyaç göstermeden kendiliğinden harekette feyzini almıs bulunursa, karsısındaki bu hassadan

mahrum kaldıkça, dünyayı terekkiyat'ın en büyük lütuflarıyla mesut olsa bile muzaffer olamaz!..

Tarih dahi diyor ki ordular, kısmıküllisi gönüllü olan sağlam bünyeli ve istidatlı askerlerden mürekkep

bulunduğu zamanlarda, yani eski askerlik usulünün cari olduğu edvarda, ordularda (Đnisiyatif) o derece

mütecelli idi ki, mafevkler, bu hassanın fıkdanından değil, bilakis ifratından endisenâk idiler.

Filhakika, bir ordu eczasından her birinin bizzat her isi mütefekkir olmakta ve kendiliğinden yapıvermekteki

derecesi ifratı bulursa cidden endiseye değer. Zira: kendiliğinden görülen isler müsbet oldukça ne kadar

sayanı arzu ve takdir ise maksadın hilafına aidiyeti halinde de o derece sayanı muahezedir.

Halbuki her hareketin maksada mutabakatı, her türlü ahval ve serait dahilinde maksadı açık surette

görebilmeye mütevakkıftır, ki bu hususta kolordulara, fırkalara kumanda edenlerle bir tabur, bir bölük kadrosu

içinde ve avcı hattı dahilinde bulunup manzarası mahdut olanların hüküm ve ihatalarında elbette fark olmak

lazımdır.

Bu sebepledir ki talimname kendiliğinden harekete bazı hudutlar çizer ve der ki, madunların istiklâl-i

hareketleri efal-i keyfiye rengini almamalıdır. Harbde, muvaffakiyat-ı azimenin üssülesası olan faaliyet-i

müstakille, hududu lazime dahilinde olanıdır.

Kendiliğinden hareket hassasiyle, kendilerine kumandanlık etmis olanları memnun ve hasımlarını pek meyus

etmis olan mücahidin-i urban da bu hususta ifrata kapıldıkça neticeler menfi olmustur.

Her hareketin, nik ü bedini takdir için bizzat imal-i fikir ve muhakemeyi ve muhakeme-i fikriyesinin ancak

taallûku halinde is görmeyi itiyadetmek alelıtlak fena olmayabilirse de orduda mafevk makama geçenlerin,

henüz o makama geçmek için, sinni, tecrübesi ve rütbesi müsait olmayanlardan alelûmum daha vâsi' ve

sumullü ve vukuflu ihataya sahip bulunmaları kabul edilmek lazım geldiğinden, madun, mafevkin emrettiği

hususatın mahiyetine akıl erdiremese de onu tatbika mecbur tutulması, ordunun ruh-ı aslî-i inzibatı

iktizasındandır.

(Inisiyatif)in hadnasinaslık mertebesine varıldığı bir orduda herkes amir bizzat olur. Amir, madun yoktur.

Binaenaleyh itaat ve inzibat dahi teessüs edemez.

Son asır ordularını teskil eden efrat, eskiden olduğu gibi kısmıküllisi, kendi gönül rızasıyla hizmet-i askeriyeye

dahil olanlardan ibaret olmayıp bütün efradı-ı millet hizmet-i askeriye ile mükelleftir. Arzusu olan da olmayan

da hizmet-i vataniyesini ifa ile mükellef tutulmustur. Ve tutulmalıdır. Bu yolda tesekkül etmis bulunan ordular,

eski zamanın ordularında olduğu gibi mafevkler, ifrat derecede (Đnisiyatif)i hadd-i itidale irca' etmek, onu

inzibat ve idare altında bulundurmak düsüncelerinden varestedir. Çünkü bugünkü ordularda vakt-ı hazarda

uzun seneler tatbik olunan siddetli zapturapt birçoklarında kendiliğinden hareket istidadını boğuyor. Bu

sebeple bugünkü mafevkler, madunlarında (Đnisiyatif) uyandırmak için onları ikaz ve bilhassa muharebede

tesvik ve tergib etmek mecburiyetindedirler.

Daha düne kadar, Osmanlı ordusunun kumandanlarında, zabitlerinde, askerlerinde (Đnisiyatif)e bedel atalet-i

fikir meshud idi.

Malumdur ki bir orduyu terkibeden, alelûmum, her fert, zihayat bir makinenin, canlı uzuvları, parçalarıdır. Bu

makineyi isleten, her uzviyeti, her parçasını harekete getiren vasıta, buharla müteharrik motorlar değildir. O

vasıta-i tahrik, ordu makinesini vücuda getiren azay-ı zihayatın dimağlarındaki kuvvet ve kanlarındaki ruhtur.

Bu dimağlarda ve bu kanlarda lazım olan kuvvet ve sürat-i cereyan bulunmazsa makine durur ve baska hiçbir

kuvvet onu isletemez.

Böyle bir makinenin tedviri için herhangi bir veya birkaç makinistin meharet-i sanatkârisi de kifayet ve kefalet

edemez. Çünkü bu uyusuk dimağlardan ve durgun kanlardan mütesekkil kütleler, tas, demir ve odun

yığınlarından da daha atıl ve daha sakildir.

Ahcar ve escar yığınları balya haline konarak küçük bir manivela tatbikiyle sühuletle tahrik olunabilirler. Fakat,

büyük, küçük cüzütam balyaları halinde bulunan atıl dimağlı insan kütlelerinin sevk u tahriki için lazım olan

kuvvetin, manivelanın mevcudiyet-i fikriye ve ruhiyeden nebeanına intizar olunur. Ve nokta-i tatbiki, dimağda,

kalpte aranır...

Görülüyor ki, bir kütleye ordu demek için o kütlenin eskal-i muayyeneden birinde inkısamı ve basında bir veya

birkaç muharrikin bulunması kâfi değildir.

Orduda bilcümle emir sahiplerinin; orduya kumanda eden zevata faal ve fedakâr birer muavin kılan

(Đnisiyatif)in bütün itiyadatını iktisabeylemeleri icabeder. Bunun için tevessül olunacak vesaitin lüzum-u

taharrisi matuf olduğu maksadın ehemmiyetiyle tezahür eylemektedir.

Vakıa, alelûmum (Đnisiyatif)in lüzum ve fevaidini talimnamelerimizin mevadd-ı mahsusasında okuyor ve

nazari olarak muhassenatı hakkında pek çok sitayislerde de bulunuyoruz. Fakat, itiraf olunmalıdır ki

kendiliğinden hareket ve is görmenin taammumünü umumiyetle faydalı bir sekle sokarak onun bir vazife-i

mahsusa halinde tanınması için ittihazı icabeden suret hakkında Osmanlı ordusunda sarf-ı zihin edilmemis

ve bir karar verilmemisti.

Halbuki kumandan, zabit, nefer yetistirmekte takip olunacak esasların, tatbik olunacak terbiye usullerinin,

yapılacak talimlerin gayesini, kendiliğinden is görmek hassasının vücutpezir kılınmasına matuf bulmakta

süphe ve tereddüde mahal yoktur.

- 6 -

Bizim, (Sirenayik)'te kumanda ettiğimiz kuvvetlerin eczasında, kuvveimaneviye, fikr-i taarruz ve inisiyatif

evsafının mevcut olduğundan bahsedilmistir.

Fakat, bu noktada bütün vuzuhiyle canlandırılmak lazım gelen bir hakikat-i mahza vardır ki, o da, sıcak kanlı

Afrika evlatlarında o saydığımız evsaf-ı cengaveranenin fiil halinde tecelliyatı bir takım âtesin ruhların Afrika

semasında pervazile baslar.

Berveçhiâti bir kaç satırı, Derne ordugahına ve Kasr-ı Hârun, Rabat, Seyit Abdullah sırtlarına, bir senelik

hayatımızı beraber hasreylediğimiz arkadaslarıma ithaf ediyorum.

Zâbit ve Kumandan'ın mebahis-i muhtelifesini ve bilhassa, istihkar-ı hayat, fikr-i taarruz ve kendiliğinden

harekete evsaf-ı âliyesini okurken ve bunlar için zihnimde musahhas misaller ararken, Derne kuvvetleri

nızam-ı harbı söyle gözümün önünden geçiyor:

Sark kolu, Beraase kolu, Dirse kolu, Hase kolu, Ubeydat kolu, Ailet-i Mensur kolu, birinci tabur, ikinci tabur,

topçu taburu, mitralyöz bölükleri, Tümsekit, Suse müfrezeleri.

Ve bunların baslarında; ''Hacı Emin'ler, Ali'ler, Mümtaz'lar, Đsmail Hakkı'lar, Halim'ler, Sevket'ler, Nurettin'ler,

Rusuhi'ler, Fehmi'ler, Ahmet Hamdi'ler, Hüseyin'ler, Saffet'ler, Resit'ler, Esref'ler, Fuat'lar ve bunların

arkadasları.''

Umum Bingazi kuvvetleri nizam-ı harbine bakmak istersek, bu yazılarımız, bütün o kahramanları

tasıyabilecek kadar tevessu'dan âciz kalır.

Simdi de, notlarıma bakıyor ve orada, bu saydığım imzalar üstünde, muhtelif tarihlerde ve muhtelif safehat-ı

muharebede okunmus, askerlik ruhuna safabahs ve bütün askerler için imtisale sayan enmuzecleri hâvi

yüzlerce raporlar, takrirler buluyorum.

Bunlardan bazılarının, bazı cümlelerini, o kıymetli asker arkadasların hürmet ve tebcil ile yâdına vesile olmak

üzere aynen dercediyorum:

''Muhayyile zaviyesi Urbaniyle dün gece ileri karakolda idim.

Bugün, tulû-i sems ile beraber (Seyit Abdullah) cihetinden çıkmak isteyen bir düsman kuvvetine taarruz ettim.

Çıkamadı. Đki kisimiz mecruh oldu. Sayanı ehemmiyet bir sey yoktur''

''Düsman saat dörtte, garp cihetine bir tabur, sark cihetine bir bölük çıkardı. Yanımdaki ileri karakol kuvvetiyle

hemen düsmanın taburuna taarruz etmek üzere yürüdüm. Bunun üzerine düsman taburu geriye, istihkâmlara

çekildi; sarktaki bölüğünün de avcı siperlerine avdetini gördüm.''

''Saat 11'de Kireçocağı sırtlarına ilerlemis olan düsman üzerine sark Urbanı, Muhafızıyye ve birinci taburdan

yanımda bulunan kuvvetle taarruz ettim.''

''Düsmanın hatt-ı aslî istihkâmından bes yüz metre ileride yaptığı avcı siperlerindeki kuvvetine taarruz ettim.

Düsmanı hatt-ı aslîye kadar takip ettim.

Đstihkâmın önündeki tel örgülerini ve büyük kazıkları söküp attım. Tarassüt kulesi gündüz rüzgârdan yıkıldığı

için onu tahrip etmek nasip olmadı. -Suret-i mahsusada emrolunmustu.- Mamafih sair tarassut mevkileriyle

topçu amplasmanlarının ve avcı siperlerinin bir kısmını tahrip ettim.''

Düsman bütün kuvvetiyle ilerliyor. Ben, siz gelinceye kadar düsmanı tevkif için taarruz ediyorum.''

''Düsman, dün aksam isgal ettiği sırtlarda istihkâm insasıyla mesgul olmaktadır. Topçusu yol üzerindedir.

Garp istihkâmının önünde üç düsman taburu (Tümsekit)'e doğru ilerlemektedir. Ben (Vadi-i bû Misafir)

cihetindeyim. Taarruz için emrinize intizar ediyorum.''

''Mitralyözün ilerisinde, dar geçit yol üzerinden düsmanı kovaladık.

Hacı Emin, Kasım, Saffet Efendilerle miktarı kâfi muhafıziyye ile bulunuyoruz.

Simdi mitralyözü de ilerletmek üzere mitralyöze geldim. Onlar da ilerliyorlar. Cemil Efendi'ye emirlerinizi tebliğ

ettim.Tekrar vazifemiz basına gidiyorum. Kıtamız karıstı, her kabileden mürekkeptir.''

''Emriâlileri üzerine 9 neferle garp istihkâmının 800 metre karsısına geldim.

Mülâzım Osman Bey de 3 neferle Seyit Abdullah cihetinden bize doğru geliyor.

Yüzbası Hacı Emin Efendi'nin de vadi cihetinden taarruz etmek üzere ilerlemekte olduğunu görüyorum.''

''Askerî, Rusuhi, Nurettin, Ethem yaralandılar. Fakat, diğer arkadaslar daha yaralanmadılar!.. Düsmanı takibe

devam ediyorlar.''

''Topun birinin nisangâh yuvası bozulduğundan endaht kaabil değil. Birinin de hartuç sürgüsü kırılmıstır, el ile

imla olunuyor. (Mecmuu zaten iki idi) eğer mutlak lazımsa bununla atese devam edebilirim.''

Sark kuvasıyla garp ileri karakol mevziine geldim. Ne cihete taarruz edeyim?

''(Vadi-i bû Misafir)'den ilerleyerek boyun noktasını isgal etmek suretiyle hatt-ı ricatımızı kesmek isteyen

düsman üzerine, mülâzım Kasım Efendi kumandasında bulunan 70 kisilik (Aileimansur) ve Sellâvi mücahidini

de alıp taarruz ettim. Saat on buçukta düsmanın iki taburu ile çarpıstık. Düsman ricate mecbur edilmistir.

''100 kisi kadar mücahit ve muhafıziyye efradiyla düsmanın (Eritre) taburuna taarruz ettim. Bes yüz metreye

kadar yaklastım. Đstihkâmet, üzerimize ates açtı.

Sağ kolumdan kursunla yaralandım. Çok kan zayi ediyorsam da askerin kuvvei maneviyyesini bozmamak için

hattı harpten çekilmeyeceğim. Ölürsem, yanımda Remzi Efendi vardır. O, benim de kuvvetimi idare eder.''

ZÂBIT VE KUMANDAN ILE HASBIHAL

Sofya Atasemiliteri

Erkânı Harbiye Kaymakamı


M. KEMAL

Erkânı Harbiye Binbasısı

Mehmet Nuri Bey'e

Atatürk'ün ilk eserlerinden biri olan Hasbihal'in metni, Rusen Esref Ünaydın tarafından yazılan bir girisle,

Büyük Adam'ın ölümünün onsekizinci yıldönümünde O'nun aziz ruhunu anma vesilesi olarak yayınlanmıstır.

GIRIS

''Zâbit ve Kumandan ile Hasbihal'' Mustafa Kemal'in yazıp yayınladığı kitapların çapça en ufaklarından biridir;

belki de en ufağı... Fakat tasıdığı mana bakımından, süphesiz ki, çok büyük değerdedir. Bu değer, kitabın

felsefede kullanılan: ''Nicedir?'' fakat: ''Nice olmalıydı?'' yoklamalarına kendi konusunda bilimli bir karsılık

teskil etmesinden ve hele: ''Nice olmalıydı''yı gerçeklestirecek insanı büyük eserinden çok daha önce

bildirmis olmasından ileri geliyor. Uyandırdığı ilgi, ruhun maddeye karakterin bilgiye üstün olduğuna inanır,

fakat ikisi de en verimli biçimde kaynasarak birbirini desteklerse sonucun sağlam olacağına güven besler

gerçekçi bir görüsle ülkücü bir anlayısın yurtseverlik, milletseverlik, meslekseverlik ve ileri düsünürlük

prensiplerini kendinde diri tutmasından ileri geliyor.

''Sehl-i mümteni''in, veya ''vecizenin ta kendidir'' denebilecek bu kitapçık, Mustafa Kemal'in kisiliğini arastırıp

yazacaklar için asla ihmal edilemez bir belgedir. Onun, değil her faslı hatta her paragrafı ayrı ayrı incelenmeli;

elestirilmeli, yorumlanmalıdır.

Zamanla askerlikteki bazı usuller de tabii olarak değismis, yenilesmis bulunsa dahi, mesleksever genç

subayın, devrim kavramına bağlı aydın sivilin bu kitaptan daima öğreneceği, hiç değismez, köklü ders

konuları vardır.

.

Kitap, bir göndermeye karsılık olarak hasbihal biçiminde kaleme alınmıstır: Erkânı Harbiye Binbasısı Mehmet

Nuri Bey'in (rahmetli Nuri Conker) 1913 yılı kısında Birinci Tümen arkadaslarına verdiği konferansların bir

araya toplanmasından vücut bulmus olan ''Zâbit ve Kumandan'' isimli eserine Bulgaristan'taki Türk

Atasemiliteri Kurmay Yarbay Mustafa Kemal'in cevabı...

Bu bilgiye göre her iki eserin de zaman çevresi, Balkan savası ertesi ile Birinci Dünya Savası'nın arifesidir.

Facialı olayların zoru altında bir silkinip kalkınma çabasına sahne olmus bu zaman çevresi, ordumuzun

ıslahatçılık tarihi ve psikolojisi bakımından müstesna önemde bir mana tasır. 1908-1909 tarihi,

imparatorluğun hükümet rejiminin değisiminde nasıl mühim bir yenilesme baslangıcı olmussa, 1913-1914

tarihi de, Balkan bozgunundan sonra imparatorluk ordusunun gençlesmesinde öyle bir baslangıç sayılmıstır.

Bas hürriyet yiğidi tanılan, Berlin'e atasemiliter giden, Trablusgarp savasında Bingazi müdâfii kuvvetlerin

umum kumandanı olan, Balkan harbinin ikinci kısmında Hursit Pasa ordusunun erkânıharbiye reisi olup

Edirne istirdadcısı diye söhreti ordu ve millet arasında bir kat daha büyüyerek kahramanlığın, mücahitliğin ve

dinamizmin sembolü sayılma derecesine varan Enver Bey, sadrazam ve serasker Mahmut Sevket Pasa'nın

kurban gittiği suikasttan sonra pasa rütbesi ile Harbiye Nâzırı olur olmaz, mağlup orduyu, kesin bir kararla,

artık yararsızlasmıs addedilen geçkin kumanda unsurlarından temizlemistir. Bu yeni orduyu iyice

modernlestirerek sağlamlastırmak güdüsü ile de General Liman von Sanders'in baskanlığı altındaki Alman

askeri ıslahat heyeti memlekete getirilmistir.

Đkinci Balkan savasına son veren Londra muahedesi imzalanıp Balkan devletleri ile diplomatik münasebetler

yeniden kurulunca, hürriyet kahramanlarından, Paris atasemiliteri, Trablusgarp müdafaa kuvvetleri

erkânıharbiye reisi, ikinci Balkan harbi sırasında Bolayır'da Fahreddin Pasa kolordusu erkânıharbiye reisi,

Đttihat ve Terakki Partisi Umumi Kâtibi Ali Fethi Okyar Türkiye'nin Sofya Büyükelçiliği'ne; hürriyet

kahramanlarından, Hareket ordusu erkânıharbiye reisi, Derne Kuvvetleri Kumandanı Kurmay Yarbay Mustafa

Kemal de Sofya atasemiliterliğine gönderilmisti.

. Ilk subaylık çağları Istibdat rejimine karsı Hürriyet kavgaları zamanına, Osmanlı saltanatının

Bosna-Hersek'te, Bulgaristan'da, Libya'da, On Đki Ada'da, Arnavutluk'ta, Makedonya'da, Batı Trakya'da sona

ermesi yıllarına rastlamıs; böylece, benlikleri sürgünler, ihtilaller, inkılaplar ve harplar içinden geçe asa on

senede birkaç ömürlük tecrübe edinerek olgunlasmıs yurtsever iki gurbetzede hemsehrinin heyecanını bir

felaketin acısı ile bir zaferin özlemi arasında, olanca lirik, elejiyak, satirik, realist ve idealist vasıflarında hıza

getirdiği anlasılan çok esaslı meslek davalarının çözümündeki görüs noktalarını açıklar bu Hasbihal, Mustafa

Kemal'in sezisi, kavrayısı, kültürü, inanı, güveni, mantığı ve o demlerde rütbesi iktizası tabii olarak ön planda

görülmemekle ve görünmemekle beraber orduda mesleki, fakat milli ishalatcılık isterlikteki kıdami hakkında

en doğru düsünceyi edinmemizi sağlamıs bulunuyor.

Nuri Conker'in ''Zâbit ve Kumandan''ını, esefle söyleyeyim ki okumadım. Fakat Mustafa Kemal'e,

''Hasbihal''de gördüğümüz derecede ilgi ve coskunluk vermis ve onun bazı esaslı konular üzerindeki

düsüncelerini açıklayarak meseleyi ve noktainazarını aydınlatmasına vesile olmus bulunduğuna göre kuvvetle

tahmin ediyorum ki kıymetli bir eser olacaktır.

Herhalde, Dâhinin belli baslı hassalarını Türk nesillerine kendi ağzından duyurmaya yol açan bir kitap yazmıs

olduğu için Nuri Conker'e rahmet dilemek, doğrusu, sükran borcudur.

.

Altısı Derne cephesindeki resimlere ayrılmıs otuz iki sahifelik bir kitaba, -bir tek sahifede baslayıp biten, en

uzunu dokuz sahifeyi geçmeyen- altı fasıl sığdırabilmek; bu fasılların daha ilkinde o zamanki ordunun bütün

eksiğini gediğini bes altı maddede toplayıp bes on satırda ortaya koymak; hiç vakit geçirilmeksizin, su bu

kayıtlar konmaksızın, hatır gönül gözetilmeksizin bu eskiler giderilmezse böyle bir ordudan harp zamanı

yurdu koruma vazifesi beklenemeyeceğini felaketten önce sezerek, rütbesindeki küçüklüğe bakmadan, hiçbir

seyden çekinmeden yüksek makamların kulağına haykıra haykıra ulastırmak; bunu böyle yapmanın vicdan

ve iz'an sahibi kisiler için ahlâk borcu olduğunu söylemek; ordu kurmanın iyi subay yetistirmeye bağlı

bulunduğuna inanını belirtmek; subayın ere, komutanın subaya iyi örnek olacak ruh yüksekliğinde

bulunmasının sağlanması gerektiğini açıklamak; insanların maddece değil, manaca kendilerinden üstün

olanlara saygı besler olduklarına dikkati çekmek; yeni zihniyetli bir ordu kurmanın yolunu kıdem ve kademe

vasıflarına ve tertiplerine göre aydınlatmak; en iyi ve genis Harbiye Mektebi öğretiminin bile asıl, ordu

mektebinde, iyi komutanların gözcülüğü ve yetistiriciliği sayesinde sırf is üzerindeki ciddi eğitim çalısmaları ile

gelisebileceğini bildirmek; ''Ordu mekteb-i amelisi, ancak bu suretle makamının ehli tabur, alay vs.

komutanları yetistirmek sayesinde milletin evlatları bir sürü gibi değil, sanlı serefli insanlar olarak san ve

serefe sevk ve tevcih olunabilir'' demek; böylece ordunun öğrencilik çağından en üst komuta mertebesine

kadarki esas islerine akıl erdirmek, dertlerini bilmek, onların düzeltilmeleri çarelerini göstermek, bir genç

kolağası söyle dursun, değme yüksek rütbeli ve makamlı yiğidin bile kârı değildir. Bu bakımdan ''Zabit ve

Kumandan ile Hasbihal''in bu tek faslı bile insana, Koçi Bey'in meshur risalesi ile Đbrahim Müteferrika'nın ordu

ıslahatı lüzumunu bildirir lâyihasının tümünden daha ilgi uyandırıcı görünüyor.

Bir devlet sonundaki ordunun maddece ve manaca eksikliklerinin ve bir devlet baslangıcında kurulması

gereken orduda bulunması sart meziyetlerin Mustafa Kemal gözü ile görülüp karsılıklı iki manzara halinde,

hem de en canlı renklerle resmedilmis bir tablosudur denebilecek bu fasıl, bence, kendi tarzında, bizim

tarihimizde ve edebiyatımızda bir esi daha yok bir belge kıymetindedir. Bu fasıl Mustafa Kemal'in, daha

Kolağalığından beri, kendinde büyük bir ıslahatçı meziyeti, bir baskomutan hâslatı sezer olduğunu gösteriyor.

Tenkitler de, olaylara Mustafa Kemal gözü ile bakılarak Mustafa Kemal eliyle yazılmıs raporlara dayanır

gerçekçi ve duygulu hatıralar üzerine yürütülmüstür. Eksiklerin giderilme yolları da onun zekâ haddesinden

geçen tasarılarla ısıklandırılmıstır.

Mustafa Kemal'in birinci fasılda Edirne manevrasını, mesela ''Karıstıran'' da gördüklerini elestirerek anlatma

tarzı, tıpkı Çankaya sofrasında ciddi isleri hikâye ve tenkid ettiği zamanki üslubuna benziyor... Namık

Kemalvari olan, hatta yer yer eski Roma belâgati çesnisini andırır cümlelerle bezenmis bulunan bu üslup,

görüsteki doğruluk, söyleyisteki açıklık bakımından tipik ve karakteristik Mustafa Kemal edasındadır: öylesine

sağlam mantık; öylesine isabetli kestirip atıs, öylesine yüreği kanayarak haykırıs, öylesine halis uyarıs...

Faslın dramatik mana alan kısmı sudur ki Mustafa Kemal, sikâyetli raporunu vurdumduymaz makama

sunmustur. O makamda Selanik'i bir yıl sonra Yunan ordusuna muharebesiz teslim edecek kimseler

oturmaktadır. Rapor, o makam sahibinden ordu müfettisliği makamı sahibine kadar gitmistir. Fakat takdir

edilerek değil; haddini bilmezliğin örneği diye gösterilerek... Halbuki, Kurmay Kolağası Mustafa Kemal,

esasen ordu müfettisliğine de ayrıca maruzatta bulunmustur; hatta bunun son satırlarında, Eskilos'un

trajedyalarındaki tok sözlülüğü hatırlatır bir talakatle: ''Kumandanlar böyle zatlardan olduktan sonra orduda

talim neticesi; emirde, kumandada, itaatta, inzibatta eyi giris aramak serabda su aramak gibidir'' demek

kahramanlığını bile göstermistir.

.

Bununla beraber Mustafa Kemal bu fasılda mesleğin yalnız kadrosunu haddeden geçirmekle, mesleğin her

rütbe ve merhalesinde bulunması gereken vasıfları, meziyetleri sayılmakla kalmıyor. Askerliğin gerektirdiği en

köklü ruh meselelerine de temas ediyor: mukavemet, fedakârlık ve kahramanlık gibi...

Bu haslatların bugünkü fenne ve terakkiye uygun bir portresini çiziyor... Tasviri, O'nun, sonraları Çanakkale,

Mus, Bitlis, Sakarya, Dumlupınar gibi büyük islerde göstereceği cesareti daha önceden haber vermektedir.

Mustafa Kemal, mertlik haslatlarını, fedakârlık duygularını, yani karakteri askerlik ve subaylık mesleğinde asıl

olarak görmektedir: Đlim ve fenle disiplin altına alınmamıs olsa bile karakter, gene büyüklükler kaynağı olur;

ancak, her vakit ''emin ve mefkûr'' sonuç vermez düsüncesindedir... Cesareti, mukavemeti, kahramanlığı

suurlu bilgili; fennin, meslek sanatının, halin, durumun dileklerine ve gerektirdiklerine uygun; gayeye dayanır

istiyor. Eli palalı, atı önde, gözü bir seyi görmez atılganlığa zafer sağlayıcı gözle bakmaktadır.

. Đkinci fasılda nefsi istihkârdan ve fedakârlık duygusundan bahsederken, Nuri Conker'in: ''Bir zabit, sanatı

namına, hayat ve mevcudiyetine hiç ehemmiyet vermeyecektir. Hayat ve rahatın hiç düsünülmemesi icap

edince zabit rahatını ve hayatını feda etmeyi seref bilecektir. Namusun muktezası budur'' dediğini duyunca,

Mustafa Kemal gibi, kimseye bas eğmez bir adam, bu hakikat önünde adeta bir fakir dervis tevazuu ile boyun

bükerek tasdik etme vaziyeti almakla mesleğine sevgisinin ve saygısının ne güzel bir örneğini vermis oluyor!

Kahramanın, kendi kılıcını kutlayarak selamlaması gibi adeta dindarca sövalöresk bir jest...

''Muharebede yağan mermi yağmuru, o yağmurdan ürkmeyenleri ürkenlerden daha az ıslatır diyeceğim''

sözü, Anafartalar kahramanının ağzına ne kadar yakısıyor!.. Çöl ve Balkan tecrübelerine dayanan bu söz,

Homeros'un Truva'daki Asilin ağzına yarastırdığı sözlerden insana daha çok tesirli geliyor...

''Subay maiyetindekilerin metanet ve besaletlerinin topundan üstün bir metanet ve besalete malik olmalıdır ki

kumanda ettiği insanları kendi bilgisinden ve gücünden faydalandırabilsin'' diyen Nuri Bey'e Mustafa Kemal:

''Senin bu sözünü her zabit pek büyük dikkat ve ciddiyetle okumalıdır. Onun manasını beynine hakketmelidir.

Ve bilinmelidir ki, bir millet evlatlarının önüne geçip onları atese sevketmek hak ve salahiyetini ancak o dediği

metanet ve besalet muhassalasını ruhunda bulmus zabitler haizdir'' cevabını sunmakla kendi nazarında

subaya ne büyük mana, misyon ve sorum vermis olduğunu anlatmıs oluyor.

.

Hasbihal'in, belkemiği saydığım üçüncü faslı, bence bütün okul kitaplarına alınacak; ders olarak her neslin

Türk çocuklarına kelimesi kelimesine belletilecek değerdedir... Bu fasıl yirminci yüzyılın ilk yirmibes yılındaki

Türk devletinin bütün mukadderatını; o mukadderatı değistirip zafere ulastırmakta en bas rolü oynayacak

kahramanla birlikte tasvir eden bir ''Self portrait''dir. Kurtarıcı ve kurucunun kendine inanını ve yapacağına

güvenini apaçık bildiren bir isarettir bu... Bir yandan yenilmemizle biten Balkan Harbi'nden sonra ordunun

basına ıslahatçı olarak getirilmis yabancı heyeti; Birinci Cihan Savası; yenilmemizle sona eren o savasın

sonucundaki mütareke; o mütâreke; o mütâreke içindeki saskınlık; kurtulus yolunu mandaya basvurmada

arayıs; milli ayaklanma; ona, galip itilaf devletlerince verilen çetecilik ve haydutluk adı Türk vilayetlerinin

baska baska devletlere mensup isgal orduları arasında bölüsülmesi; Đzmir'e Yunan askeri çıkarılması;

bunlara karsı koyup ve birlik kurarak kurtulus çabasına sarayın ve Babıâli'nin, yabancı baskısına uyarak,

isyan gözü ile bakması; milli hareket üzerine Seyhülislam fetvaları ile donatılmıs ''Kuvayı Đnzibatiye''

göndermesi; iç vilayetler ayaklanmaları; Çerkez Ethem ihaneti; Sevr muâhedesinin idam hükmü gözönüne

getirilir; bir yandan da Kurmay Yarbay Mustafa Kemal'in: ''Đnsanları istediği gibi kullanan kuvvet, fikirler ve bu

fikirleri tesahhus ve tamim eden kimselerdir. Fikrin hassası da hiçbir itirazın bozamayacağı bir sekl-i mutlak

ile kendi kendisini kabul ettirmektir. Bu ise fikrin yavas yavas hissiyata istihale ederek akıydeye münkalip

olması ile mümkündür. Ve böyle olduktan sonradır ki, onu sarsmak için bütün baska mantıkların, baska

muhakemelerin hükmü olamaz.''

''...Süphe yok ki bizim milletimizin seciyesi de bütün seciyeler gibi teâliye, matluk sekle tahavvüle müstaittir.

Fakat binefsihî olmak sartıyla... Eğer bizim seciyemize, hariçten bizim seciyemizden baska secâyâdaki

müessirler tarafından bir sekil verilmek istenirse bundan sabit ve muayyen hiçbir sekil, hiçbir netice hasıl

olamaz'' demis olduğu okunursa Mustafa Kemal'in 1914'te daha Birinci Cihan Savası patlamazdan önce,

''gelecek''teki olayları ne kudretli bir ruhla görmüs, ne kuvvetli bir dille noktası noktasına anlatmıs olduğu

büsbütün ortaya çıkar...

Hele ''Askerlerimizin ruhunu kazanmak bizim için bir vazife olduğu gibi evvela onlarda bir ruh, bir emel, bir

seciye yaratmak da Allah'tan ve Medine-i Münevverede yatan Cenab-ı Peygamberden sonra bize teveccüh

ediyor'' demis olması, yapacağına olaylardan çok daha önce inanan ve basaracağına hiç süphesiz güvenen

kurtarıcı ve kurucunun peygamberane denebilecek manadaki açıklayısını gözlerimiz önüne koyuyor.

Erzurum, Sıvas Kongreleri, Milli Misak, Ankara'da Türkiye Büyük Millet Meclisi ve hükümeti, Sakarya,

Dumlupınar hep bu sesin ve bu sözün içinde kendini duyurmuyor mu?..

Bu belgeden öğünç duymaya milletimizin, kazandığı zaferle, yerden göğe kadar hakkı vardır. Mustafa

Kemal'in kim olduğunu inceleyecek bütün medeniyet dünyası için, bütün insanlık için, onun kendi ağzından

isitilmis bu sözler en doğru, en iftihar duyurucudur.

.

Hele kitabın dördüncü faslı! Baslıklı fasılların ilki ve fasılların en kısası olan ''Ruh-ı Taarruz''un basındaki su:

''Ordunun vazifesi, vatanı çiğnemek isteyen düsmana karsı ayağa kalkmaktır. Bu kalkıs, elbette, yerinde

durmak için değil, düsmana atılmak için olursa kalkılmıs olduğuna değer'' sözü, 1919 Mayıs'ında onun

Samsun'a çıkmakla basına geçtiği millet hareketinin, daha 1914'te Sofya'da iken ruhunun aynasına aksetmis

ilk manzarası sayılsa yeridir.

.'

'Zâbit ve Kumandan ile Hasbihal''in daha ilk faslındaki bir paragrafta: ''Makamının ehli kumandanlar

yetistirmek sayesinde milletin evlatlarının bir sürü gibi değil, sanlı serefli insanlar olarak sana, serefe

götürebileceğini'' söylemis olan Yarbay, makbul derecesinin ölçüsünü, asırı tasmasının yararsızlığını kendi

denemelerine dayanarak bildirdiği ve eskisi ile yenisi arasındaki baskalığı pek açıkça belirttiği inisiyatif

bahsında da sahsiyetin, hareket serbestliğinin ezilmemesine; fikre, kisiliğe sarsıntı getirilmemesine çok önem

verilmesi gerektiğini anlatıp yazmakla ileri düsünürlüğünün güzel bir örneğini daha göstermis oluyor.

Düsmanın bir hareketi sezilince muharebe ihtimali mevcuttur derken: ''Muharebe için düsmanı

ordugâhımızda beklemek olmaz; onu uzaktan karsılamak yeğdir. Düsman az ise yetisenlerimiz onu durdurur

veya geri püskürtür. Çoksa bütün dövüsçüler yetisinceye kadar düsmana tüfek atar, hareketini ağırlastırırız;

gerekirse biraz geriye çekiliriz. Fakat ileri gitmek beklemekten iyidir. Hiçbir sey yapamazsak düsmanı görür,

Sayfa 16

kitap

kuvvetini anlar, meraktan çıkarız'' düsüncesindedir. Đste, bu konuda keyfiyeti kemiyete, zekâyı ve iradeyi

değer bir düsüncesi daha: Derne'deki denemesinden edindiği kanıya göre: ''Eldeki vasıta ortaçağ yadigarı

olsa da bunun eczası, görülecek is için adım basında bir emre, bir ihtara ihtiyaç göstermeden kendiliğinden

harekette feyzini almıs bulunursa, karsısındaki bu hassadan mahrum kaldıkça terakkiler dünyasının en büyük

lütufları ile mesud olsa bile muzaffer olamaz!..''

Karakteri büyüklükler kaynağı sayan Yarbay, bir orduyu terkip eden her kisiyi yasar bir makinenin canlı

parçası olarak görüyor. Bu makineyi harekete getirecek vasıtayı, bu makineyi vücuda getiren yasar uzuvları

dimağlarındaki kuvvet ve kanlarındaki ruhta buluyor. Bu manivelanın islemesini ve tatbik noktasını dimağda,

kalpte arıyor.

Bütün nutkunun gençliğe hitap eden kısmında:

''Muhtaç olduğun kuvvet damarlarındaki asil kanda mevcuttur'' diyen Büyük Önder'in bu düsünceye ne

zamandan beri inanır olduğu bu faslın bu bahsinde kendini, iste, gün gibi açık gösteriyor.

O fasla kadar söylediği bütün hakikatlerin ve saydığı meziyetlerin bir uygulanmasıdır denebilecek altıncı

fasıldaki inisiyatif, hareket ve dinamizm misallerini kendisine gönderilmis raporlardan aldığı parçalarla birer

ispat belgesi gibi sıralamadan önce baskalarının büyüklerini hiç kıskanmadan, izzetinefsini hiç incitmeden,

Mustafa Kemal'in, milli duygusu ve gururu askına su:

''Fakat, bu noktada bütün açıklığı ile canlandırılmak gereken bir hakikat-i mahza vardır ki o da sıcak kanlı

Afrika evlatlarında o saydığımız cengaverane vasıfların fiil halinde görülmeleri bir takım âtesin ruhların Afrika

göğünde pervazı ile baslar'' diyen sözleri, bir yurtseverin ağzından imrenilerek dinlenecek üstünlükte bir

derstir.

Sonradan büyük zaferler ertesinde Millet Meclisi kürsüsündeki nutuklarında silah arkadaslarının kahramanlık

hakkını hiç sakınmadan ve kıskanmadan övdüğünü kendi ağzından isittikçe hayran kaldığımız o ruh

cömertliğini, Yarbay Mustafa Kemal'in Hasbihalinin bu faslında: ''Askerlik ruhuna sâfâ verecek ve bütün

askerler için örnek olmaya değecek yüzlerce raporlar takrirlerden bazılarının bazı cümlelerini o kıymetli asker

arkadasların hürmet ve tebcil ile anılmasına vesile olmak üzere aynen derç'' etmesinde buluyoruz.

.

Hâsılı, mesleğindeki ilk rütbelerinden beri bir genç kurmay subayında büyük din hareketlerine, kıtalar

kaplayıcı keskinlikte fütûhatçılık hareketlerine, kendi zamanında Uzak Doğu'da iki büyük devlet

boğusmasından çıkan manaya ilgi gösterip yorumlarda bulunacak kadar; o vakitler henüz pek kullanılmamıs

inisiyatif gibi terimleri kullanıp serhetme yetkisini kendinde görecek kadar genis, kültürlü, kavrayıslı, ileri

görüslü düsüncelerin yer etmis olması ve bunların hepsinin bu küçücük kitapta kuvvet ve cesaretle daha o

vakitler söylenip yazılmıs bulunması, insanı hayrette ve hayran bırakıyor. Dediğim gibi, bu küçücük kitap bir

büyük tebsirdir.

''Zâbit ve Kumandan ile Hasbihal'' gerçi 1914 Mayıs'ında Sofya'da yazılmıstır. Fakat ilk yaprakta da isaret

edildiği üzere Birinci Cihan Savası boyunca su bu kayıtlar yüzünden 1918'e kadar yayımlanamamıstır.

Nihayet, Mustafa Kemal'in öteden beri yakın arkadası ve Sofya'da iken elçisi Ali Fethi Okyar ile birlikte 1918

mütarekesi baslarında Đstanbul'da bir müddet çıkardıkları ''Minber'' gazetesinin matbaasında, her ikisinin de

dostu ve gazete idaresi islerinde vekili Sayın Doktor Rasim Ferit Talay'dan öğrendiğime göre Mustafa Kemal

Pasa'nın arzusu ve emri üzerine bin nüsha olarak basılmıstır. Ve her nüshası yedi buçuk kurus fiyatla satısa

çıkarılmıstır. Bunlardan bir miktarını dostlarına hediye etmek üzere Pasa almıstır. Geriye kalanı da, Pasa

Andolu'ya geçip Babıâli'ce askerlikle münasebeti kesildikten sonra, Damat Ferit hükümeti tarafından

toplattırılarak yok edilmistir...

Bendeki nüsha Büyük Adamın o zaman Đstanbul'da iken el yazısı ve imzası ile bir kat daha kıymetlendirilerek

bana vermek lütfunda bulunmus olduğu nüshadır. Bu nüshanın simdiye kadar elimde kalmasını, esim

Saliha'nın Mütarekede galip bir Đtilaf Devleti subayına verilmek üzere bir gün içinde esyamızla birlikte

apartmanımızdan kapı dısarı edilmek; Đnebolu'ya geçerken, Ümit vapuru, Anadolu'ya subay ve silah

kaçırmaktadır diye haber verilmesi üzerine Kızkulesi açıklarında Đtilaf kontrolünce dört gün dört gece

alıkonarak kösesi bucağı bavul, çuval aranıp taranmak; Buhârâ'ya sefâret memurluğu ile giderken Batum'dan

öne bırakılmamak gibi sergüzestlerde yabancı ele geçirtmeden; Anadolu içindeki tasınmalarımızda ve yurt

dısındaki seyahatlerimizde ziyana uğratmadan sağlamıs bulunmasına borçluyum. Kadirbilirliğinden dolayı

kendisine burada bir daha tesekkür ederim.

.

Mütareke sartları içinde elde kalabilen basit kâğıt üzerine ufak punto ile basılmıs pembe kaplı küçücük bir

risale kılığındaki ''Zâbit ve Kumandan ile Hasbihal'', yıllar yılı, kimsenin dikkatini çekmedi. Yanılmıyorsam,

ondan ilk bahseden ben oldum. Geçen sene ''Ulus''ta yayınladığım hatıralarda onun önemini belirttikten sonra

gerekli ve yetkili kaynakların onu yeni harflerle bastırarak okurların gözönüne bir an öne koymasını

dilemistim. Daha sonra da, ya doğrudan doğruya, ya dostlar yolu ile ilgilerini çektiğim, -yetkili olabilecekkaynaklar

iyi niyetler belirttiler. Hatta tehâlük gösterdiler. Bununla beraber, simdiye kadar gerçeklestirici bir

yürürlükte henüz bulunulmadı. Basvurduklarım arasında yalnız, dostum Hasan Âli Yücel bununla çok

alakalandı. Bendeki nüshadan bir kopya çıkarılarak eserin Đs Bankası Yayınları arasında yeni harflerle

basılması için tesebbüsünü esirgemedi. Dileğim üzerine bütün gelirinin Atatürk armağanı olarak bankaca bir

Sayfa 17

kitap

hayır isine bağlanmasına çalısmayı, o üzerine aldı. Bu eseri bastırmakla Büyük Adamın hatırasına gösterdiği

bağlılıktan ve kültürümüzün zenginlesmesine ettiği hizmetten dolayı Đs Bankası'na çok tesekkür ederim.

. Đlk baskıda Arapça ve Farsça kurallara göre, o

zamanın geleneğince yapılmıs zincirleme tamlamaları,

dilimizin bugünkü özellesmesini gözönünde tutarak, bir de yazı yeni nesiller tarafından daha kolayca

anlasılsın diye Türkçelestirerek değistirmek cüretinde bulundum. Dil ve Tarih kurumlarının kurucu ve

koruyucu baskanı sağ olsaydı, süphe yok ki, kendi de bu açıklastırmayı yapacaktı. Mesela, bugün o da ''Âbda

taharri-i serab kabilindendir'', ''Đcâbât-ı ruhîye-i beserîyedendir'', ''Ahvâl-i ruhîye-i beserîyyeye adem-i vukuftur''

demeyecekti. ''Bilâkuyûd-i müsâmaha evsaf-u liyakat-i mahsusa sâhibi'' demeyecekti... Cüretimin özrünü bu

sebepte buluyorum. Onun üslubundaki ağır, vekârlı ve yazıldığı güne göre makbul ve tantanalı olan

ahenkden hiç süphesiz büyük bir sey yitirmis olmanın eksikliğine karsılık, düsüncelerinin keskinliği bugün de

zorluksuz anlasılabilmek yararlığına erisilmistir sanıyorum.

Çünkü bu çapı küçük, fakat manası büyük kitapta Mustafa Kemal'in ruhu bütün olağanüstü realizmi ve

mistisizmi ile açık ve çok canlı görünüyor. Onuncu yıl nutkundaki: ''Onbes yıldır sana bir çok vaatte

bulundum. Bahtiyarım ki, hiçbirinde isabetsizliğe uğramadım'' demesiyle, Türkiye Büyük Millet Meclisi'ndeki

en son açıs söylevinde: ''Biz, ilhamlarımızı gökten ve gaipten değil; doğrudan doğruya hayattan almıs

bulunuyoruz... Bizim yolumuzu çizen; içinde yasadığımız yurt, bağrından çıktığımız Türk milleti ve bir de

milletler tarihinin binbir facia ve ıstırap kaydeden yapraklarından çıkan neticelerdir'' demesi hatırlanırsa

onların nüvelerinin 1914'te yazılmıs bu Hasbihalde, hatta bu Hasbihalin birinci faslını su: ''Biz, o zaman

hükmümüzü vermis ve sada-yi vicdanımızı en yüksek perdeden en büyük kulaklara isittirmek azminde

bulunmus ve bazı nikatın nazar-ı dikkat ve intibaha arzını vazife-i vicdaniye addederiz, demistik''... Ve en

nihayet hatırlattık ki: Ordunun selametini vicdanen düsünen erbab-ı namus ve ahlak riyadan muarradır.

Ahlak-ı teveccühü celbetmekten ziyade meneden bir surette idare-i kelâm ederler'' diyen paragraflarındaki

sözlerinde daha 1911'den beri belirtilmis bulunduğu; bu sözleri söyleyenin nasıl biteviye bir değismez mantık

tasıdığı ve sağlam bir karaktere sahip olduğu kendiliğinden ortaya çıkar.

Okurları, asıl eserin huzuruna çıkarmadan önce bu uzun sözlerimle geciktirmis bulunduğumdan dolayı

kendilerinden bin özür dilerim. Bu hareketimi ancak benim Atatürk'e sevgime ve saygıma vereceklerinden

eminim.

Bir büyük insanın ne vasıfta olduğunu ve o vasıftaki insanın, çok sükür ki bizim milletimiz oğlu ve önderi

olduğunu kendi eseri ile göstermek istedim. Bu eserin huzurunda ona hayranlığımı bir kere daha belirttikten

sonra okurları büyük adamla basbasa bırakıyorum.

Rusen Esref Ünaydın

ZÂBĐT VE KUMANDAN

ĐLE

HASBĐHAL

Bu kitap 1330 (1914) yılında yazılmıstır. Bazı kayıtlardan dolayı basılması bugüne kadar gecikmistir.

M.KEMAL

ZÂBĐT VE KUMANDAN

ĐLE

HASBĐHAL

Sofya 1330

I

- 1329 (1913) kısında Birinci Tümen subay arkadaslarına verdiğin konferansların bir araya getirilmesinden

vücut bulan ''Zabit ve Kumandan''ı bu senenin ancak mayıs ayında okuyabildim.

Bu güzel ve pek kıymetli eserini okumakta birkaç gün geç kalmıs olmakla gerçekten suçlandırılmayı hak

ettim. Fakat eser elime geçtikten sonra da onu birkaç defa okumaktan ve hele bazı bahislerinin candan

gelmis olan derin ve tesirli manalarını dimağıma yerlestirmekten aldığım zevk ve ettiğim istifadenin kıymetini,

bu sanihatın müessiri olabildiğinden, tesekkür ederek takdir etmeyi borç bildim.

- Baslangıçtan önceki beyanlarında: ''evsaf ve hasaili ilmiyeden, mezaya ve secayayi askeriden''

bahsedeceğini; ''zabit ruhunun kuvay-ı maneviyesini beslemeye hadim olacak nikat ve keyfiyatın taharri ve

imtihanı ile istigal'' eyleyeceğini; ''efrada telkin edilecek manevi'' dersleri de mevzubahis kılacağını ve ''nüfuz-ı

Sayfa 18

kitap

amireyetin'' tahsil ve temkini usullerini göstereceğini anladığım anda kitabına âsık oldum ve hemen sezdim ki,

sen on yıllık askerlik hayatının, içinde yoğurulduğun birçok müstesna hadiselerin sana kazandırdığı acı, tatlı

tecrübelerini ve senin vicdanında ve dimağında tam gelismesini bulan o necip ve vatanperverane

düsüncelerini ve duygularını vatandan ayrı düsmekten hasıl olmus kalp yaralarına katarak bizi ağlatmak, bizi

utandırmak, alnımıza sürülen kara lekeleri silmek gayret ve vazifesine davet etmek istiyorsun.

Ve gerçekten sözünün baslangıcı olan: ''Önümüzde acılarını gözümüzle gördüğümüz ve kalbimizle

hissettiğimiz felaketle neticelenmis bir harp vardır'' ifadesiyle düsüncelerimize ve duygularımıza bir

elemlenme meydanı açıyorsun.

Ben bu düsünce elemi ve vicdan hüznü ile senin baslangıcını takip ederken, harbin: ''Sanat-ı askeriyenin

öğrenilmesine medar olan vesaitin en mükümmeli, en hakikisi'' olduğunu ve sefer hizmetleri kanunnamesinin

bir mahsus maddesini de sahit göstererek; muhtelif rütbelerdeki kumanda sahiplerinin iktidar ve ehliyet

kesbetmesine hizmet eden hazar vakti vasıtaları ve vesileleri ile bizzat harp ve onun sartları ve muktezaları

arasında yaptığın mukayeseyi ve bulduğun dağlar kadar farkı tasdik ettikten sonra; ''Ordumuz zabitanının

kısm-ı azamesinin harpte bulunmus olması dolayısıyla, bunca atesleri kalbimizi yakmıs olan bu son harbin

bize meslek noktainazarından istifade temininden geri kalmamıs bulunduğu'' noktasında durdum ve biraz

daha düsündüm.

Senin istidlallerine istirak etmek veya etmekte dumanlı bir fikir muhakemesinin zebunu kaldım.

Dimağım müphem hükümlerle kararsızlığını gideremeden nazarım daha sonraki satırlara aktı.

- Bir ordunun hazarda takip etmesi gereken ciddi mesai ve bu mesai ile muhkemlestirilen ilmi müktesebatın,

zamanı gelince, galibiyetle neticelenecek surette tatbiki için meslek-i celil-i askeri erbabının haiz bulunmaları

lazım gelen manevi hassalara ve meziyetlere ait sözlerini de müthis bir darbe takip ediyor:

''Ordumuzun son Balkan harbindeki mağlûbiyet-i elimesi acı bir hakikattir. Sukut-ı hayale uğranıldı.''

Evet, pek acı bir hakikattir. Fakat senin de anlattığın gibi bu mes'um hakikati idrak edenler de vardı ve bence

idrak etmemis olmak için ya gafil veya cahil olmak lazımdı.

Selanik'te, 327 yılı Haziran'ının 17'inci günü (30 Haziran 1911) Kolordu Kumandanı'na takdim edilmis olan

resmi bir raporun bazı noktalarını ibret olmak, mazideki derin uykumuzu hal ve istikbalde devam ettirmemek

için hep beraber bir daha gözden geçirelim:

''Madde: 1- ...... Binaenaleyh, münferid terbiye devresine neticesiz ve muhassalasız son verilmistir.

2- ...... Teftis edeceği talim devresi muhassalasının ne olmak ve nasıl olmak lazım geldiğinden haberi yoktur.

3- ...... Tümen Komutanı kıtalar karsısında aldığı seyirci vaz'ı ile... adem-i huzurundan daha muzir duygular

uyandırıyor... Vazifesinin cahilidir.

4- Alay ve Tümen Komutanı'nın teftis ve tenkitteki cahillikleri subaylarda hayret, istihza ve itimatsızlık

duyguları uyandırıyor.

5- Bu zihinde ve bu ilimde alay ve tümen komutanlarının bugünkü askeri terakkilerle mütenasip olarak

yetistirilmesi mecburi olan kıtaları yetistiremeyecekleri ve onlara hüküm ve kumanda ve icabında onları sevk

ve idare edemeyecekleri süphe ve tereddüt kabul etmez açık hakikatlerdendir.

Bu noktadaki hakikatleri görüp söylememek ise, ordunun ataletine, kıymetsiz kalmasına, harpte vatanı

kurtarmak için talep olunacak mühim vazifeyi görememesine kalp rızası göstermektir ki bu hiyanetle

isimlendirilir.

6- Bu hale bir an önce çare bulmaya tesebbüs, her namus ve vicdan sahibinin vazifesidir.

Emir ve kumanda salahiyetini haiz olmayanların bu husustaki hizmetleri, müsahede ve tetkiklerini icraat

sahibi olanlara arz etmektedir.

Makam ve icraat sahibi olanların sahıslara merhamet etmek zayıf kalbliğinde bulunarak ordunun intihatına

yardım etmeleri...''

Bu raporumu takdim ettiğim makamda o zaman vatanım Selanik'i Yunan ordusuna muharebesiz teslim eden

kuvvetin basında bulunmus olan zatlar oturuyordu.

Raporumuzun bu makam sahibinden ordu müfettislik makamı sahibine kadar gittiğini isitmistik. Fakat ne

maksatla? Haddini bilememenin bir örneğini göstermek maksadıyla...

Ordu müfettisliğine de vaki olmus bir maruzatın son satırlarını okuyalım:

''...Komutanları zevatı mumaileyhimden ibaret olduktan sonra... Orduda talim ve terbiye, neticesi emir ve

kumandada, itaat ve inzibatta hüsn-i cereyan aramak, serapta su aramak gibidir.''

Ordumuzda Goltz'ün(1) talebeliği ile söhret kazananlardan çoğunun da, müsarünileyhin: ''Đyi bir ordu vücuda

gelmesine dahil olan muhtelif amillerin en müessiri, süphesiz, binnefis basındaik amirin tesiridir'' hakikatını

anlamakta ve ordular için beyan edilmis olan bu mülahazanın en küçük cüzitamlar içinde cari olduğuna

gafletleri görülüyordu.

Mesrutiyet devresinin, Osmanlı ordusunu ilk teshir ettiği Edirne manevra sahasında hayalen söyle bir

dolasalım:

Senin ve benim ve senin ve ben gibi birçok arkadasın kollarımızda beyaz birer bant vardı. Biz hakemdik.

Bizden daha büyük hakemler de vardı.

Ne hüküm verilmisti?

Bunu söylemeden önce ne görülmüs olduğunu hatırlayalım.

Sayfa 19

kitap

Mesela: Mavi Kolordunun sağ kanadında hareket eden bir Tümen Komutanı'ndan, tümenine verdiği emrin ve

tümenin bulunduğu vaziyetin bildirilmesi, -sormak yetkisini haiz zat tarafından- rica edildi. Tümen komutanı,

böyle bir sorguya muhatap olmamıs gibi, atının üzerinde susmus ve pek ziyade sakin ve dilsiz duruyordu.

Biraz bekledikten sonra birinci sorgunun cevabından vazgeçilerek, Kolordu Komutanı'ndan alınan emrin

müeddası soruldu; yine cevap yok! Sebep?!..

Sebep, aldığı emrin manasını anlamamıstı.

Sebep, verdiği emrin veya daha doğrusu imza ettiği emirnamenin neden ibaret olduğunu bilmiyordu.

Sebep, çünkü, görünüse rağmen o tümene, o kumanda etmiyor.

Sebep, edemezdi...

Ya böyle anlamadan verilen emri telakki eden Alay Komutanları?!.. Evet, bu merakı gidermek için Tümen

Komutanı'nın yanından ayrılarak, ''Karıstıran'' istikametinde yürüyen alaylara mülâki oldum.

Bir Alay Komutanı'na, beni hareketleri hakkında aydınlatmasını rica ettim.

''Simdi'' dedi.

Ceplerini karıstırdı. Ceketin iç cebinden iki burusuk kâğıt çıkardı.

''Đste, iki emirname!'' dedi. ''Birini gece aldım; birini sabahleyin... Henüz ilk emrin icaplarını tamamen ifa

edemediğimiz için ikinci emrin ahkamını tatbike baslamadık...''

Bu emirleri gözden geçirdim. Đkincisi, birincisinin hükmünü iskat ediyordu. Fakat Alay Komutanı hâlâ: ''Evvela

birinciyi ve sonra ikinciyi'' diyordu.

Niçin.

Çünkü, Alay Komutanı, numara sırası ile tatbikini düsündüğü emirlerin ne birincisini ve ne de ikincisini

anlamıstı. Halbuki, alayı gidiyordu. Fakat, nereye ve niçin? Bunu, Alay Komutanının kendisi de bilmiyor;

alayını takibeden hiç kimse de bilmiyordu.

O halde, nereye gidiliyordu?

Bu gidis; elbette felakete, hacalete doğru bir gidisti...

Hareketlerini sonuna kadar takip ettiğim bu tümenin, gece olduğu zaman duçar olduğu sefaleti, kıt'alarından

bazılarını kaybederek çektiği ıstırabı, ertesi günü karsı tarafın topçu ve piyade atesi altındaki perisanlığını

tasvir etmek istemiyorum.

Yalnız, beyan etmek isterim ki, bu ve bunun gibi asker yığınlarının o gidislerinin muhakkak felakete, mezara

doğru bir gidis olacağına hükmetmek için pek keskin muhakeme sahibi ve pek ziyade uzağı görür olmak

lazım gelmezdi.

Biz, o zaman hükmümüzü vermis vicdanımızın sesini en yüksek perdeden en büyük kulaklara isittirmek

azminde bulunmus ve:

''Bazı noktaların dikkat ve intibah nazarına arzını vicdan vazifesi addederiz'' demistik.

Ve demistik ki: ''Bir Kıt'a ve bahusus subaylar heyeti yalnız iyi örnek olacak rehberlerle yetistirilir...''

''Đnsanların hürmet ve tazimlerinin, itaat ve inkiyadının kendinden maddeten değil, manen yüksek olanlar

hakkında tecelli etmesi beser ruhunun icaplarındandır.''

Ve demistik ki: ''Ordunun hayat uktesi olup birçok geleneğe bağlı olarak gelisen ve kemal bulabilen askeri

zabıt ve rabıt duygularını bugün Osmanlı ordusu subay heyetinde hakiki safhasında görmeyi istemek beseri

ruh hallerini bilmemektedir.''

Ve istirham etmistik ki: ''Bugün için tesebbüs, kayıtsız ve musamahasız evsaf ve liyakat-ı mahsusa sahibi

olmak istidadını gösterenlerden bir (Komuta ve Subay Heyeti) vücuda getirmek olmalıdır.''

Ve izah etmistik ki: ''Ancak bilgili, kudretli, faal, mütesebbis ve salahiyet sahibi bir ordu müfettisinin teftis

dairesinde cahil, ordunun talim ve terbiyesindeki gayeden haberi yok. Kolordu ve Tümen Komutanları

barınamayacakları gibi... Kezalik ancak lazım vasıfları haiz Kolordu Komutanlarının Kolordularında,

dinlemeye muhtaç olan ve bir muzir heykel vaziyetini almaktan baska orduya eyiliği olmayan Tümen ve Alay

Komutanları kabul ve atalet yeri bulamazlar...''

Siddetli gibi görülebilecek olan bu icraatın mutasavver mahzurlarının birer çaresi de gösterildikten sonra:

''Alelumum iyi ordularla iyi komutanlar birbirinden ayrılmak kabul etmez seyler gözü ile görülmek için vakit

kaybetmeye lüzum ve buna halin müsaadesi yoktur'' dedik.

Ve en nihayet hatırlattık ki:

''Ordunun selametini vicdanen düsünen namus ve ahlak erbabı riyadan muarradır. Mükemmel ahlak

eshabından olanlar ekseriya sulh ve asayiste, teveccüh nazarlarını üzerlerine çekmekten ziyade önleyen bir

surette idare-i kelâm ederler.''

Sonra, ne olduğu sizce malumdur. Denildi ki: ''Bu yükselen feryadın manası yoktur. Bu lüzumsuz bir fart-ı

gayret ve belki de bir cinnettir!..''

Yok... Yok... O feryad cinnet eseri değildi. O feryad bugünkü felaketi vicdan gözü ile ve akıl gözü ile

görebilmekten hasıl olmus ıstırapların tepkileri idi. Ve...

Filhakika, bir gün, Sirenaik darül-harekâtından Balkan yangınına kosarken...

Bir gün Afrika sahilinden vatanıma ulastıracak yolların kapanmıs olduğunu görürken...

Bir gün, isittim ki, vatanım Selanik ve orada anam, kardesim, bütün akraba ve taallûkatım, -mahiyetlerini

anlattığım için vatanımdan kovulduğum zevat tarafından- düsmana hibe edilmistir...

Sayfa 20

kitap

- Ne garip ruh haletidir. Dertli insanlar muhatabının derdini dinlemekten ziyade kendi yaralarını açmaktan

zevk alıyor. Ben de, Nuri! adeta seni dinlemekte olduğumu unutarak ne derin yaraları karıstırmaya basladım.

Fakat merak etme, iste kitabını bıraktığım noktadan takibe devam ediyorum...

- ''Harpte, bütün isleri kuru mukavemet ve kahramanlığın göreceği fikri anlasılmasın demeyi zait'' görüyorsun!

Ben, bunu demeyi bizim için vacip görüyorum. Beraber sahidi olduğumuz bir iki manzarayı burada sana

hatırlatacak olursam, senin zaitten vacibi de geçerek farz-i ayna kadar çıkacağından süphe etmem.

Mesela: Senin yaralandığın bir muharebede, sağ kanat alaylarından birinin cesur komutanı, düsman topçu

atesi altına girdiği huduttan, ''Doğan Arslan'' sırtlarında piyadesinin tekasüf eden atesleri altında alayının geri

dönüp kendisini yalnız bıraktığı noktaya kadar daima palası elinde ve kendi avcı hattının önünde

bulunmustu...

Bu cesaretin hayranıyım; fakat, maatteessüf bu cesaret ve kahramanlık, alayın muzaffer olmasını temin

edemedikten baska, perisan olmasını da önleyemedi.

Vuku bulan bu tavır ve misvara mukabil, alayın topçu atesi altında, maksada ve araziye uygun olarak

açılması;.. ve daha sonra yayılması; ve daha sonra kendisine ayrılan cephede taarruzu ve hücumu; komsu

kıt'alarla irtibatı sevk, idare ve muhafaza olunsaydı ve bunun için elde, pala yerine dürbün bulundurulsaydı; ve

bunun için avcı hattının önünde değil, alay ihtiyatının yakınında vaziyete nazır ve hâkim olunacak noktada

bulunulsaydı; ve ancak, halin, vaziyetin, sanatın bütün icaplarına ve tedbirlerine tevessülde sükûnet ve

metanet muhafaza edildiği halde beklenmeden zuhur eden bir mes'um sebepten dolayı alayının yüz-geri

ettiğini gördüğü anda, kılıcını çekip, atını dörtnala sürüp düsmanın sarapnellerini, mermilerini istihkar ederek,

geri dönen avcı hatlarını çiğneseydi ve bu suretle alayını durdurup tekrar hasma yöneltseydi iste, o zaman, bir

alay komutanına yarasan cesarete asümani bir misal göstermis ve Osmanlı tarihinin kahramanlığa ait

faslında bir altın sayfa vücuda getirmis bulunurdu.

Đste böyle bir cesaretin kurbanı olan Alay Komutanının adına heykel dikmeye cenab-ı Peygamber de razı, ve

ümmeti tarafından ''Helyestevillezine yâ'lemune v'ellezine lâ yâ'lemun'' mazmûnuna fiili bir iman gösterilmis

olmasından ruhen mahzûz olurdu.

- Sen ''Hasâili mümtâz-i merdâne ve ahlâk-ı fâzıla-i fedakârane ile tetevvüç etmeyecek olan malûmat-ı

fenniyenin baslı basına temin-i maksat'' edemeyeceğini iddia ediyorsun. Bu iddianda ne kadar haklısın...

Hatta, ben, senin kaziyeni ber-aks ederek, iddia ederim ki: Mertçe hasletler ve fedakârca duygulardır, asl

olan... Bunlar, yâni karakter, ilim ve fen ile mazbutiyet kesbetmedikçe bile büyüklükler kaynağıdır; ancak her

vakit emin ve mefkûr sonuçlar vermez.

- Talimnamelerin: ''Harbin zâbitten istediği ruhi ve ilmi kudret ve meziyeti'' verecek olan kısımlarının ve

maddelerinin mekteplerimizde, lâyık oldukları önem derecesinde iyi öğretilmemis ve telkin edilmemis

oldukları hakkındaki bayanatına sahadet ederim. Ve fakat, senin burada son bulan baslangıcını, ona birkaç

satır daha ilave ederek biraz uzattıktan sonra o pek delilli olan ''nefsi istihkaar'' zemini yoklayıp

inceleyeceğim.

Filhakika Harbiye Mektebimizdeki tahsil derecesi ''zâbitlik vezaifi asliyesini'' zâbitin ruhuna sokacak

mertebede nüfuzlu değildi. Fakat, mektep sıralarında, bu hususta daha ciddi ve daha genis bir ders almak ve

öğrenmek devri geçirilmis olsaydı dahi maksadın yine hasıl olmamıs bulunacağı itikadındayım.

Çünkü, bence hakiki feyiz verebilecek asıl mektep, kıt'alardır.

Bence asıl, sanat talim edecek hakiki muallimler ve mürebbiler birbirinden yüksek olan komutanlardır.

Bence, Harbiye Mektebinden alınan sahadetnameler, genç teğmenin Bölük Komutanı efendisinin terbiyesi

dairesine kabule sâyan olduğuna delâlet eder.

Genç teğmen, san'atının asıl ruhunu, intisap ettiği bölüğün efradı önünde bölüğün babası olan yüzbasısından

ve daha büyük âmirleri tarafından, is üzerinde bulunaraktan öğrenecektir. Önce, komutan olacaktır; bir

Takıma!... Ve sonra komutan olmaya hazırlanacaktır, bir Bölüğe!.. Ve iste böyle öğrenecektir ve sonra

öğretecektir...

Ordu mekteb-i amelisi, ancak bu suretle, makamının ehli bölük komutanları, makamının ehli tabur, alay, v.s.

komutanları yetistirmek sayesinde, milletin evlatları bir sürü gibi değil; sanlı, serefli insanlar olarak san ve

serefe sevk ve tevcih olunabilir.

Buradaki eski bir hatıramı ihya edeyim:

Seyahat için Đzmir'den bindiğim vapur Girit'ten geçerek Katanya'ya gidiyordu. Girit'ten, orada bulunan Avrupalı

kıt'alardan birine mensup bir teğmen bindi. Bununla tanıstık.

Bir gün sonra, tekrar Girit'e dönecek olan bu teğmenle Katanya'nın bir gazinosunda bulustuğumuz zaman o,

orada tedarik edebildiği yeni birtakım askeri eserleri gösterirken diyordu ki:

''Yüzbasım, son zamanlarda yeni çıkan askeri eserleri takipte beni biraz müsamahakâr gördüğü için adeta,

bana gücenmisti. Mes'ut tesadüfle, burada tedarik ettiğim bu kitapları ve benim onları okuyacağımı göreceği

zaman süphesiz memnun olacak ve bu yüzden bana hasıl olmus bulunan gücenikliği zail olacaktır.''

Yüzbasının, subaylarını yetistirmekte nasıl bir bölük komutanı olduğu, bu teğmenin gözlerinden pekâlâ

okunuyordu.

II

Sayfa 21

kitap

- Nefsi istihkaar ve fedakârlık duygusu babında talimnamelerin derin manalı maddelerine o yaralı bacağını

uzatıp çıkıyor ve oradan sözünün bütün yetkisi ile hitap ederek diyorsun ki: ''Zabit demek, feda-yı nefsü cânı

kat'iyyen göze almıs olmak demektir.''

''Bir zâbit, sanatı nâmına, hayat ve mevcudiyetine hiç ehemmiyet vermeyecektir.''

''Zabit,'hayat ve rahatın hiç düsünülmemesi icap edince' rahatını ve hayatını feda etmeyi seref bilecektir.''

Mukteza-yi namus budur.''

Ben bu sözlerin dimağlarda ve vicdanlarda hasıl edeceği derin akislerin âhengini bozmaktan korkarak, hiçbir

söz söylemeksizin onları yalnız kemal-i husû ile dinlemis olmakla iktifa edeceğim.

- Muharebede her atılan merminin isabet etmeyeceği hakkında verdiğin teminat hizasında: ''Muharebede

yağan mermi yağmuru, o yağmurdan ürkmeyenleri, ürkenlerden daha az ıslatır'' diyeceğim. Ve filhakika böyle

olmasaydı, Trablusgarp Harbi'ne istirak etmis olan bütün arkadaslarımızın mutlaka Trablus'ta, Hunus'ta,

Bingazi'de, Derne'de, Tobruk'ta Đtalyan istihkâmları karsısında bugün kemiklerinin bile kalmamıs olmaları

iktiza ederdi. Halbuki, o kahraman arkadaslar Balkan Muharebesinin de son safhalarında olsun

mevcudiyetlerini ispat ederek imkân dairesinde kalan derecede namus ve haysiyet icaplarını ifa eylemislerdir.

- Kitabının 24'üncü sayfasında zımnen sorduğun: ''Zâbit nedir?'' sualine, Piyade Talimnamesi maddelerinden

birinin verdiği ''Zabit, maiyetindeki efrad için numune-i imtisaldir'' cevabının üstünde duran senin: ''Zâbit, kendi

ilim ve iktidarından kumanda ettiği insanları müstefit edebilmek için, maiyetindekilerin metanet ve besaletleri

mecmuundan fazla bir metanet ve besalete malik olmalıdır'' sözünü her zâbit pek büyük dikkat ve ciddiyetle

okumalı ve onun manasını dimağına hâkketmelidir. Ve bilinmelidir ki, bir millet evlatlarının önüne geçip onları

atese sevketmek hak ve salâhiyetini ancak, -o dediğin- metanet ve besalet muhassalasını ruhunda bulmus

olan subaylar haizdir.

III

''Zâbit ve Kumandan''ın ikinci faslı çok mühimdir. Zâbit, kalp, itimat kazanacak ve arkasına alacağı insanların

kuvay-i maneviyelerini takviye edecek...

Bu faslın basından sonuna kadar olan birçok güzel sözleri dinledikten sonra:

''Askerlik tedvir-i muamelat değil, insanların sevk ve idaresi sanatıdır'' tarifine avdet ediyorum ve ''Đnsanlar

nasıl sevk olunur?'' diye bir daha kendi kendime soruyorum.

Bu soruya senin izah ettiğin cevapları hatırlarken sanki bir filozofun su sözlerini de isitir gibi oluyorum:

Đnsanlar, ancak, emelleri, fikirleri teshis ettirilerek sevk ve idare olunabilir.

Musa, Mısırlıların kamçıları altında inleyen Yahudilerin bu baskı ve esaretten kurtulmaktan ibaret olan

meyillerinin tecellisâzı oldu.

Đsa, zamanının nihayetsiz sefaletlerini idrak ve umumi ıstıraplar devrinde âlemde tahakkuk etmeye baslamıs

olan sefkatperverlik lüzumunu din halinde tercüme ve anlatmak yolunu bildi.

Napoleon, Avrupa içinde dolastırdığı kavmin hususiyetlerinden olan askerlik sanı ülküsünü tecessüm ve

tesahhus ettirdi.

Hülasa, insanları istediği gibi kullanan kuvvet, fikirler ve bu fikirleri tesahhus ve tamim eden kimselerdir. Fikrin

hassası da hiçbir itirazın bozamayacağı bir sekl-i mutlakla kendi kendini kabul ettirmektir. Bu ise, fikrin yavas

yavas hissiyata istihale ederek akıydeye münkalib olması mümkündür; ve böyle olduktan sonradır ki, onu

sarsmak için bütün baska mantıkların, baska muhakemelerin hükmü olamaz.

Simdi, bizim sevk ve idare edeceğimiz insanların emelleri, fikirleri, ruhlarından meknuz hassaları nedir? Biz

kumanda edeceğimiz insanların hangi emellerini sahıslarımızda tecelli ve tecessüm ettirerek onların

kalplerini, onların itimatlarını kazanacağız ve onlara manevi kuvvetler ilhamı vasıtalarını tayin edeceğiz?!

Ve insanlarda, ancak gaye-i hayalinin, mefkurenin temerkür ettireceği görünmez hassalara görünür

vasıtalarla mı hitap edeceğiz? Herhalde askerlerimizin ruhunu kazanmak bizim için bir vazife olduğu gibi

evvela onlarda bir ruh, bir emel, bir seciye yaratmak da Allah'tan ve Medine-i Münevverede yatan Cenab-ı

Peygamber'den sonra bize teveccüh ediyor.

Süphe yok ki, bizim milletimizin seciyesi de bütün seciyeler gibi teâliye, matlûp sekle tahavvüle müstaittir.

Fakat binefsihî olmak sartıyla!..

Eğer bizim seciyemize, hariçten bizim seciyemizden baska seciyelerdeki müessirler tarafından bir sekil

verilmek istenirse, bundan sabit ve muayyen hiçbir sekil, hiçbir netice hasıl olamaz!..

IV

TAARRUZ RUHU

Ordunun vazifesi, vatanı çiğnemek isteyen düsmana karsı ayağa kalkmaktır.

Bu kalkıs, elbette, yerinde durmak için değil, düsmana atılmak için olursa kalkılmıs olduğuna değer.

''Zâbit ve Kumandan''ın üçüncü faslı bu zeminde ne hakiki esaslar gösteriyor...

Muvaffakiyet için en emin vasıtanın taarruz olduğunu anlamakta ısrar olunmaz; ancak, taarruz ordusu vücuda

Sayfa 22

kitap

getirecek milletin, Japonların (Kukeki Zaysın) dedikleri taarruz ruhuna sahip olması lazımdır.

Bu taarruz ruhu, 1904 yılında: ''Bin keder, bir yeis; fakat her seye rağmen ileri. Baska hiçbir sey düsünmek

lazım değil. Nâsımı muharebe meydanında teshir etmek. Đste bu, Cenab-ı Hakkın emeli.''

Sarkısını terennüm ederek Kazomaro gemisi ile harbe giden Albay Kujimalarda;

Bu taarruz ruhu, Sasebo Limanı'ndan harbe çıkarken familyasına: ''Bu andan itibaren benden haber

beklemeyin! Vazifemden baska bir seyle mesgul olamayacağımdan sizden de haber istemem!'' diye yazan

Amiral Togolarda;

Bu taarruz ruhu, Nanzan muharebesinde oğlunun kalbinden vurulduğu haberi üzerine, familyasına: ''Oğlumun

külleri Tokyo'ya getirildiği zaman hemen defnolunmasın! Yakında ben ve küçük oğlum da terk-i hayat

edeceğimizden, o zaman üçümüzü birden defnedersiniz!'' emrini veren General Nokilerde ve bunları takip

edenlerin hepsinde bütün feyzi ile mevcut olduğu içindir ki, narin Japonlar iri yapılı Ruslara meydan okudular.

V ĐNĐSĐYATĐF

Nuri! Taarruz ruhundan sonra kitabın son bulacaktır sanıyordum. Derhal ''Đnisiyatif''in önüme çıktı ve dedi ki:

''Muharebede tahsil-i zafer-ü galibiyet en küçüğü kadar bilhassa cümle rütbe eshabının bizzat imal-i fikr ile

kendiliğinden tedbir ittihazına alısmıs olmalarına mütevakkıftır.''

Hakikaten, talimnamelerimiz, kanunnamelerimiz gözden geçirildikçe askerlik sanatının aslolan kaideleri,

kanunları ve usulleri okunur ve bellenir...

Fakat, bu bilgilerin insanı sanatkâr yaptığına, yapacağına kani olmak, elbette gaflet olur.

Hatta, bu usul ve kaidelerin tatbik cihetleri ile az çok istigal etmis olmak bir ordu için necata medar olamaz!

Herhangi bir cüz-i tammın küçük bir manevrasını takip edelim; ve kabul edelim ki bu cüz-i tammın en büyük

komutanından erine kadar herkes talimnamelerde belirtilen ve bildirilen usulleri ve kaideleri biliyor; ve bu

manevra ilk tatbikatları da değildir.

Mesela: Cüz-i tam kumandanı güzel bir yürüyüs emri veriyor. Uç kumandanı, teğmene kadar bütün ast

kumandanlar usulüne uygun emirlerini veriyorlar ve kol harekete geçiyor... Düsmanla temas vukuunda da:

kezalik, cüz-i tam kumandanının verdiği açılma ve sonra yayılma emri, alameratibihim üstten ast'a tekerrür

ederek en küçük parçaya kadar kıt'aya, yapacağı is tayin ediliyor. Hareketi son safhasına kadar iyi idare

edilmis görüyoruz.

O halde, hüküm verebilecek miyiz ki, bu kıt'a muharebede vazifesini görebilir ve yurda muzafferiyet

sağlayabilir?

Bu hükmü vermekte biraz teennili bulunmak gerektir. Çünkü bu kıt'anın muharebede karsılasacağı haller ve

sartlar hep bu gördüğümüz gibi olmayacaktır.

O halde, ne kadar hal ile karsılasmak ihtimali varsa, hepsini tasvir ve tatbik edelim! Çok güzel! Bunu

yapmaktan geri durmayalım. Fakat: ''Harpte öyle ahval dahi vaki olur ki, ahvali mezkûre hakkında umumi

vesaya beyanı bile mümkün değildir.''

Talimnamelerimizin bu gibi haller için nasihat vermesinden sarf-ı nazar, esasen ihtiva eylediği kaideler ve

nizamlar, harpte umumiyetle karsılasılan bazı tabiye hallerine ancak samil olabilir.

Halbuki kumandanlar her hal ve andaki duruma karsı gereken tedbirleri tereddütsüz ve süratle almaya

mecburdurlar.

Fevkalade ve ansızın zuhur eden hallere ilk temas eden, bir kıt'anın en büyük kumandanı değildir.

Büyük, küçük her cüz'i tammın içinde her subay ve her assubay ve hatta her er, hareketinin suretine dair

fevkinden hiçbir emir ve hiçbir fikir almadığı haller karsısında kalır. Đste bu sebepledir ki, gerek komutanların

ve gerek erlerin bizzat düsüncelerini isleterek kendiliklerinden is görebilecek meziyette yetistirilmis olduklarına

kanaat edilmeden, bir askeri kıt'anın, bir ordunun güvenilir ve dayanılır bir kuvvet olarak tanınması gaflettir,

felakettir.

- Bir kuvveti vücude getiren insanlar umumi hayatları, fikirleri, hareket serbestlikleri ezilmemis, gürbüz, nes'eli

erlerden ve subaylardan mürekkep olursa böyle bir askeri kıt'ada biraz düsünce isleterek kendiliğinden is

görme hassası pek ziyade tecelli eder.

Đtalya muharebesinde Derne kuvvetlerine kumanda ettiğimiz müddetçe bu hakikati isbat eder her gün birçok

misal gördük.

Filhakika Derne kuvvetlerini vücude getiren urban tavsif ettiğim gibi insanlar oldukları gibi, onların baslarına

geçen subaylar da -her seye rağmen- fikirlerini, hareket serbestliklerini ezdirmemis gençlerdi.

Đtalyanların filan veya falan istikamette bir hareketleri, bir çıkısları haber alınır alınmaz, emir beklemeksizin

her mücahit tüfengini kaparak toplanma yerine kosar ve orada, emir verilmesi gecikirse yine kendiliğinden

düsman istikametinde yola düser ve bu hareketini söyle bir fikir muhakemesine istinat ettirir:

Mademki düsmanın bir hareketi sezilmistir, muharebe ihtimali vardır. Muharebe için düsmanı ordugâhımızda

beklemek olamaz; onu uzaktan karsılamak yeğdir. Düsman az ise yetisebilenlerimiz onu durdurur veya

püskürtür. Çok ise bütün mücahitler yetisinceye kadar düsmana tüfek atarak onun hareketini ağırlastırır ve

Sayfa 23

kitap

gerekirse biraz geriye çekiliriz. Fakat ileri gitmek, beklemekten iyidir. Hiçbir sey yapamazsak düsmanı görür,

kuvvetini anlar, meraktan çıkarız.

Bunların her biri, ileri veya geri harekette nereden gitmek, nasıl gitmek, nerede durmak ve nasıl durup atese

baslamak lazım geldiğini emir beklemeksizin kendiliklerinden takdir ve tatbik ederler. Yeter ki onlara umumi

istikamet ve fikirler, isabetle gösterilmis olsun...

Denilebilir ki, öteki yerlerde olduğu gibi Derne'de de bir sene Đtalyanları'ı yenen ve Derne'nin üç kilometre

muhiti üzerinde vücude getirdikleri istihkâmlarında hapseden kuvvet, kendiliğinden harekette Osmanlı

kuvvetini vücude getiren insanların Đtalya ordusunu terkip eden insanlardan daha feyizli bulunmus

olmasındadır. Yoksa, sayı, top, tüfek, mühimmat ve fennin verdiği üstünlükler dikkate alınırsa orta çağdan

örnek olan Derne ''Kuvayı Kalile''sinin son asrın bütün tekemmül feyizlerinden hissesini almıs olan bir

ordunun karsısında bir gün bile durmaması lazım geldiğini teslim etmek gerekirdi.

Görülüyor ki, eldeki vasıta orta çağdan kalma olsa da, bunun eczası, görülecek is için adım basında bir emre,

bir ihtara ihtiyaç göstermeden kendiliğinden harekette feyzini almıs bulunursa, karsısındaki bu hassadan

mahrum kaldıkça terakkiler dünyasının en büyük lütûfları ile mes'ut olsa bile muzaffer olamaz!...

Tarih dahi diyor ki, ordular, hemen hepsi gönüllü olan sağlam yapılı ve istidatlı askerlerden mürekkep

bulunduğu zamanlarda, yani eski askerlik usulünün sürüp gittiği devirlerde, ordularda ''inisiyatif'' o derece

kendini gösterirdi ki, üstler bu hassanın yokluğundan değil, bilakis çokluğundan endise ederlerdi. Filhakika,

bir ordu cüzü'lerinden her birinin bizzat her isi düsünmekte ve kendiliğinden yapıvermekteki derecesi asırı

olursa cidden endiseye değer. Zira kendiliğinden görülen isler müspet oldukça ne kadar arzuya ve takdire

değerse, maksada uymadığı halde de o derece muahezeye değer. Halbuki her hareketin maksada uyması

her türlü haller ve sartlar içinde maksadı açık surette görebilmesine bağlıdır ki, bu hususta Kolordulara,

Tümenlere kumanda edenlerle bir Tabur, bir Bölük kadrosu içinde ve avcı hattı dahilinde bulunup gördükleri

mahdut olanların hükümlerinde ve idraklerinde elbette fark olmak lazımdır.

Bu sebepledir ki, Talimname kendiliğinden harekete bazı hudutlar çizer ve der ki: Astların hareket istiklalleri

keyfi fiil rengini almamalıdır. Harpte büyük basarıların esaslarının en bası olan müstakil faaliyet, gereken

haddi asmamıs olanıdır.''

Kendiliğinden hareket hassası ile kendilerine kumandanlık etmis olanları memnun ve hasımlarını pek meyûs

etmis olan urbân mücâhitleri de bu hususta asırı gittikçe sonuçlar menfi olmustur.

Her hareketin iyisini ve kötüsünü takdir için bizzat fikir ve muhâkemesini isletmeyi ve fikri muhâkemenin

ancak taalluku halinde is görmeyi itiyat etmek alelıtlak fena olmayabilse de orduda üst makama geçenlerin o

makama geçmek için yası, tecrübesi ve rütbesi henüz müsait olmayanlardan umumiyetle daha genis,

sümullü ve bilgili kavrayısa sahip bulunmaları kabul edilmek lazım geldiğinden ast, üstün emrettiği hususların

mahiyetine akıl erdiremezse de onu tatbike mecbur tutulması ordunun inzibat ruhunun aslı iktizasındandır.

Đnisiyatifin haddini bilmeme mertebesine vardırıldığı bir orduda herkes kendi basına buyruk olur. Âmir, maiyet

yok; onun için itaat ve inzibat dahi kurulamaz.

Son asır ordularını teskil eden efrat, eskiden olduğu gibi hemen hepsi kendi gönül rızası ile askerlik hizmetine

girenlerden ibaret olmayıp milletin bütün fertleri askerlik hizmeti ile mükelleftir. Arzusu olan da, olmayan da

vatani hizmetini görmekle mükellef tutulmustur ve tutulmalıdır. Bu yolda tesekkül etmis bulunan ordulardaki

eski zamanın ordularında olduğu gibi üstler, asırı derecedeki inisiyatifi itidal haddine indirmek, onu inzibat ve

idare altında bulundurmak düsüncelerinden ötedir. Çünkü bugünkü ordularda hazar vaktinde uzun yıllardır

tatbik olunan siddetli zabıt ve rabıt bir çoklarında hareket istidadını kendiliğinden boğuyor. Bu sebeple

bugünkü üstler astlarda inisiyatif uyandırmak için onları uyarmak ve bilhassa muharebede tesvik ve terkib

etmek mecburiyetindedirler.

Daha düne kadar Osmanlı ordusunun komutanlarında, subaylarında, erlerinde inisiyatife bedel fikir ataleti

görülürdü.

Malumdur ki, bir orduyu terkip eden, umumiyetle her fert, yasar bir makinenin canlı uzuvları, parçalarıdır. Bu

makineyi isleten; her uzvunu, her parçasını harekete getiren vasıta, buharla müteharrik motorlar değildir. O

tahrik vasıtası, ordu makinesini vücuda getiren yasar uzuvların dimağlarındaki kuvvet ve kanlarındaki ruhtur.

Bu dimağlarda ve bu kanlarda gereken cereyan kuvveti ve sür'ati bulunmazsa makine durur ve baska hiçbir

kuvvet onu isletemez. Böyle bir makinenin devrettirilmesi için herhangi bir, veya birkaç makinistin sanat

ustalığı da kifayet ve kefalet edemez. Çünkü bu uyusuk dimağlardan ve durgun kanlardan tesekkül etmis

yığınlar tas, demir ve odun yığınlarından daha âtıl ve daha sakildir.

Tas ve odun yığınları balya haline konarak küçük bir manivela tatbiki ile kolayca tahrik olunabilirler. Fakat

büyük, küçük cüz-i tam balyaları halinde bulunan âtıl dimağlı insan yığınlarının sevki ve tahriki için kuvvetin

manivelanın fikir ve ruh varlığından tasıp fıskırması beklenir ve tatbik noktası dimağda, kalpte aranır...

Görülüyor ki, bir yığına ordu demek için o yığının muayyen sekillerinden birinde inkısâmı ve basında bir veya

birkaç harekete geçiricinin bulunması kâfi değildir.

Orduda bütün emir sahiplerinin orduya kumanda eden zatlara faal ve fedakâr birer muavin kılan bir

''Đnisiyatif''in bütün alıskanlıklarını elde etmeleri gerekir. Bunun için basvurulacak vasıtaların aranması

lüzumu, matuf olduğu maksadın önemi ile kendini göstermektedir.

Vakıa umumiyetle inisiyatifin lüzumunu ve faydalarını talimnamelerimizin mahsus maddelerinde okuyor ve

Sayfa 24

kitap

nazari olarak bunların iyilikleri hakkında pek çok övgülerde bulunuyoruz. Fakat, itiraf olunmalıdır ki,

kendiliğinden hareket ve isgörmenin yayılmasını umumiyetle faydalı bir sekle sokarak onun bir mahsus vazife

halinde tanınması için alınması gereken sûret hakkında Osmanlı Ordusunda zihin sarfedilmemis ve bir

karara varılmamıstı.

Halbuki komutan, subay, er yetistirmekte takip olunacak esasların, tatbik olunacak terbiye usullerinin,

yapılacak talimlerin gayesini, kendiliğinden is görme hassasının vücutlanmasına bağlı bulmakta süphe ve

tereddüde yer yoktur.

VI

Bizim, Sirenaik'te kumanda ettiğimiz kuvvetlerin eczasında kuvayı maneviye, taarruz fikri ve inisiyatif

vasıflarının var olduğundan bahsedilmistir.

Fakat, bu noktada bütün açıklığı ile canlandırılması gereken bir hakikat-i mahza vardır ki, o da sıcak kanlı

Afrika evlatlarında o saydığımız cengaverane vasıfların fiil halinde kendilerini göstermeleri, birtakım âtesin

ruhların Afrika göğünde görünüp uçmasıyla baslar.

Asağıdaki birkaç satırı, Derne karargâhına ve Kasr-i Hârûn, Rabat, Seyid Abdullah sırtlarına bir yıllık

hayatımızı birlikte bağladığımız arkadaslarıma ithaf ediyorum.

''Zâbit ve Kumandan''ın türlü bahislerini ve bilhassa hayatı istihkaar, taarruz fikri ve kendiliğinden hareket gibi

yüksek vasıflarını okurken ve bunlar için zihnimde müsahhas misaller ararken Derne Kuvvetleri harp nizamını

söyle gözümün önünden geçiriyordum:

Sark kolu, Beraasa kolu, Dirse kolu, Hase kolu, Ubeydat kolu, Aile-i Mansur kolu, Birinci Tabur, Đkinci Tabur,

Topçu Taburu, Mitralyöz Bölükleri, Temessükiyet, Suse Müfrezeleri.

Ve bunların baslarında Hacı Eminler, Aliler, Mümtazlar, Đsmail Hakkılar, Halimler, Nurettinler, Rüsuhîler,

Fehmiler, Ahmetler, Hamdiler, Hüseyinler, Saffetler, Resitler, Esrefler, Fuatlar ve bunların arkadasları.

Umum Bingazi kuvvetleri harp nizamına bakmak istesek, bu yazılarımız, bütün bu kahramanları tasıyacak

kadar genislemekten aciz kalır.

Simdi notlarıma bakıyorum ve orada, bu saydığım imzalar üstünde muhtelif tarihlerde ve muhtelif muharebe

safhalarında okumus, askerlik ruhuna safa verici ve bütün askerler için örnek tutulmaya yarasır misalleri havi

yüzlerce raporlar, takrirler buluyorum.

Bunlardan bazılarının bazı cümlelerini o, kıymetli asker arkadasların hürmet ve tebcille anılmasına vesile

olmak üzere aynen derc ediyorum.

''Muhayyile zaviyesi urbanı ile dün gece ileri karakoldaydım. Bugün, gün doğmasıyla beraber (Seyid Abdullah)

cihetinden çıkmak isteyen bir düsman kuvvetine taarruz ettim. Çıkamadı. Đki kisimiz yaralandı. Ehemmiyete

değer bir sey yoktur.

''Düsman saat 4'te Garp cihetine bir tabur, Sark cihetine bir bölük çakırdı. Yanımdaki ileri karakol kuvveti ile

hemen düsmanın taburuna taarruz etmek üzere yürüdüm. Bunun üzerine düsman taburu geriye, istihkamlara

çekildi; Sark'taki bölüğün de avcı siperlerine döndüğünü gördüm.''

''Saat 11'de Kireçocağı sırtlarına ilerlemis olan düsman üzerine Sark urbanı, Muhafıziye ve Birinci Taburdan

bulunan kuvvetle taarruz ettim.''

''Düsmanın hatt-ı asli istihkamından 500 metre ileride yaptığı avcı siperlerindeki kuvvetine taarruz ettim.

Düsmanı hatt-ı asliye kadar takip ettim. Đstihkâmın önündeki tel örgülerini ve büyük kazıkları söküp attım.

Tarassut kulesi gündüz rüzgârdan yıkıldığı için onu tahrip etmek nasip olmadı -suret-i mahsusada

emrolunmustu.- Bununla beraber sair tarassut mevkileri ile topçu amplasmanlarının ve avcı siperlerinin bir

kısmını tahrip ettim.''

''Düsman bütün kuvvetiyle ilerliyor. Ben, siz gelinceye kadar düsmanı tevkif için taarruz ediyorum.''

''Düsman, dün aksam isgal ettiği sırtlarda istihkam insasıyla mesgul olmaktadır. Topçusu yol üzerindedir.

Garp istihkamının önünde üç düsman taburu (Temessükiyet)e doğru ilerlemektedir. Ben (Vâdi-i Bû Misafir)

cihetindeyim. Taarruz için emrinize intizar ediyorum.''

''Mitralyözün ilerisinde, dar geçit yol üzerinde düsmanı kovaladık.

Hacı Emin, Kasım, Saffet Efendilerle miktar-ı kâfi muhâfızîye ile bulunuyoruz.

Simdi mitralyözü de ilerletmek üzere mitralyöze geldim. Onlar da ilerliyorlar. Cemil Efendiye emirlerinizi tebliğ

ettim. Tekrar vazifemiz basına gidiyorum. Kıt'amız, her kabileden mürekkeptir.''

Emir-i âlileri üzerin 9 neferle Garp istihkâmının 800 metre karsısına geldim.

Mülâzım Osman Bey de üç neferle (Seyid Abdullah) cihetinden bize doğru geliyor. Yüzbası Hacı Emin

Efendinin de Vâdi cihetinden taarruz etmek üzere ilerlemekte olduğunu görüyorum.''

Askeri, Rüsuhî, Nurettin, Ethem yaralandılar. Fakat diğer arkadaslar daha yaralanmadılar! Onun için düsmanı

takibe devam ediyorum.''

Topun birinin nisangâh yuvası bozulduğundan endaht kaabil değil. Birinin de hartuç sürgüsü kırılmıstır, el ile

imla olunuyor. (Mecmuu zaten iki idi). Eğer mutlaka lazım ise bununla atese devam edebilirim.

''Sark kuvvetleri ile Garp ileri karakol mevziine geldim. Ne cihete taarruz edeyim?''

Sayfa 25

kitap

''(Vâdi-i Bû Misafir) den ilerleyerek boyun noktasını isgal etmek suretiyle ricat hattımızı kesmek isteyen

düsman üzerine Mülâzım Kasım Efendi kumandasında bulunan 70 kisilik (Aile-i Mansur) ve (Sellâvî)

mücahitlerini de alıp taarruz ettim. Saat 10.30'da düsmanın iki taburu ile çarpıstık. Düsman ricata mecbur

edilmistir.''

''100 kisi kadar mücahit ve muhâfızîye efrâdı ile düsmanın (Eritre) taburuna taarruz ettim. 500 metreye kadar

yaklastım. Đstihkâmlar üzerimize ates açtı.

Sağ kolumdan kursunla yaralandım. Çok kan kaybediyorsam da askerin kuvve-i maneviyesini bozmamak için

hatt-ı harpten çekilmeyeceğim. Ölürsem, yanımda Remzi Efendi vardır. Benim de kuvvetimi idare eder.''

C'in

Kültür Hizmeti

c Atatürk'ün Yazdığı Yurttaslık Bilgileri

Bülent Tanör

c Kurtulus (Türkiye 1918-1923)

c Kurulus (Türkiye 1920 Sonraları)

Prof. Dr. Sina Aksin

c Ana Çizgileriyle Türkiye'nin Yakın Tarihi I

c Ana Çizgileriyle Türkiye'nin Yakın Tarihi II

Prof. Dr. Macit Gökberk

c Aydınlanma Felsefesi, Devrimler ve Atatürk

Yunus Nadi

c Türkiye'yi Sokakta Bulmadık

Falih Rıfkı Atay

c Bas Veren Đnkılapçı (Ali Suavi)

Bâki Öz

c Kurtulus Savası'nda Alevi-Bektasiler

Prof. Dr. Tarık Zafer Tunaya

c Devrim Hareketleri Đçinde Atatürkçülük

Sabahattin Selek

c Milli Mücadele (Büyük Taarruz'dan Đzmir'e)

Đsmail Arar

c Atatürk'ün Đzmit Basın Toplantısı

Prof. Dr. Niyazi Berkes

c 200 Yıldır Neden Bocalıyoruz I

c 200 Yıldır Neden Bocalıyoruz II

Ceyhun Atuf Kansu

c Devrimcinin Takvimi

Paul Dumont-François Georgeon

c Bir Đmparatorluğun Ölümü (1908-1923)

Ali Fuat Cebesoy

c Sınıf Arkadasım Atatürk I

c Sınıf Arkadasım Atatürk II

Abdi Đpekçi

c Đnönü Atatürk'ü Anlatıyor

Paul Dumont

c Atatürk'ün Yazdığı Tarih: Söylev

Kılıç Ali

c Đstiklâl Mahkemesi Hatıraları

Prof. Dr. Niyazi Berkes

c Batıcılık, Ulusçuluk ve Toplumsal Devrimler I

c Batıcılık, Ulusçuluk ve Toplumsal Devrimler II

S. Đ. Aralov

c Bir Sovyet Diplomatının Türkiye Hatıraları I

c Bir Sovyet Diplomatının Türkiye Hatıraları II

Sabahattin Selek

c Đsmet Đnönü'nün Hatıraları

Nurer Uğurlu

c Atatürk'ün Yazdığı Geometri Kılavuzu

George Duhamel

c Yeni Türkiye Bir Batı Devleti

Sayfa 26

kitap

Bülent Tanör

c Türkiye'de Yerel Kongre Đktidarları

Prof. Dr. Suna Kili

c Atatürk Devrimi-Bir Çağdaslasma Modeli

Falih Rıfkı Atay

c Atatürk'ün Bana Anlattıkları

Resit Ülker

c Atatürk'ün Bursa Nutku

Prof. Dr. Tarık Zafer Tunaya

c Đslamcılık Cereyanı - I

c Đslamcılık Cereyanı - II

c Đslamcılık Cereyanı - III

M. Sakir Ülkütasır

c Atatürk ve Harf Devrimi

Kılıç Ali

c Atatürk'ün Hususiyetleri

Mustafa Kemal

c Anafartalar Hatıraları

Ecvet Güresin

c 31 Mart Đsyanı

Doğan Avcıoğlu

c 31 Mart'ta Yabancı Parmağı

Metin Toker

c Seyh Sait ve Đsyanı

Süleyman Edip Balkır

c Eski Bir Öğretmenin Anıları

Yunus Nadi

c Birinci Büyük Millet Meclisi

Kemal Sülker

c Dünyada ve Türkiye'de Đsçi Sınıfının Doğusu

Prof. Dr. Neda Armaner

c Đslam Dininden Ayrılan Cereyanlar: Nurculuk

Fazıl Hüsnü Dağlarca

c Destanlarda Atatürk, 19 Mayıs Destanı

Yunus Nadi

c Mustafa Kemal Pasa Samsun'da

Đsmet Zeki Eyuboğlu

c Đrticanın Ayak Sesleri

Nuri Conker

c Zâbit ve Kumandan

Sayfa 27

Hiç yorum yok :